Ernesto Che Guevara Aldatmacası

Tarih, içinde barındırdığı gerçekler kadar uydurma efsanelere de yer veriyor. Hem yakın tarihte hem de uzak tarihte bunun pek çok örneği var. Neron’un Roma’yı yakması, Galileo’nun Pizza Kulesi deneyi bunlardan ilk aklıma gelenler. Sence bu durumun sebebi nedir?

Bu, biraz da tarih bilimiyle alakalı… Nihayetinde deney yoluyla tekrar edilebilen, sağlamasını yapabildiğimiz bir bilim dalından bahsetmiyoruz. Tarihçi, olaylar olup bittikten sonra gördüğü, bildiği ya da duyduğu, okuduğu şeyleri kayda geçiriyor. Bunu yaparken de kendi görüş, yorum ve çıkarımlarını da işin içine katıyor. Tam bu noktada da nesnellik işin içinden çıkıyor. Bir de özellikle son iki asırdır işin içine siyasi ideolojiler girince mesele daha başka bir boyuta evriliyor. Mesela sosyalist bir dünya için çabalayanlar kendi kahramanlarını üretmek için eski efsaneleri eğip, büküp ortaya yeni efsaneler çıkarıyorlar. Ya da kitleleri peşinden sürükleyecek yeni kahramanlar üretme ihtiyacı hissediyorlar. Örneğin II. Dünya Savaşı’nı Almanya kazansaydı ve Hitler intihar etmeseydi bugün çok farklı bir tarihten bahsediyor olacaktır, değil mi?

Peki, son yüzyılda bu meseleye örnek verebileceğimiz bir isim olarak Ernesto Che Guevara’yı göstersem abartmış olur muyum?

En büyüğü budur dersen evet, abartmış olursun. Ama o da 20. yüzyılın içi boş, sahte kahramanlarındandı dersen abartı değil bir gerçeğe işaret etmiş olursun. Çünkü Che, gerçekten tam bir balondur. Küba devrimi sonrasında sosyalist gençliğin önüne koyulan ideal bir kahraman, bir gerilla örneğidir. Sistemin kutsamak için uydurduğu hatta özenle kurguladığı biridir. Gerçekte ise yaptığı işlere bakıldığı zaman kan dökücü, zalim bir adam olduğu görülür.

O zaman sohbetin bundan sonraki kısmını Che üzerine konuşalım.

Kübalı asker ve diktatör olan Batista, kendi ülkesini bir Orta Çağ derebeyliğinin çöplüğüne ve mafyanın özel avlanma alanına dönüştüren bir diktatörlük kurmuştu. Onun kurduğu bu diktatörlüğe karşı yükselen direniş, işin içine Batı dünyasının hayal gücü de eklenince, sonunda bir ikon ve büyük boyutlar kazanmış bir aldatmaca oluşturdu. Bu aldatmaca, dünyanın birçok bölgesinden kapitalizm tarafından insanların ezildiği her köşeye hatta Parisli öğrencilerin odalarına kadar devrimci düşüncenin bütün küçük mağaralarında hüküm sürdü. Che efsanesinin başlangıcıydı bu aslında. Ortaya konan resim, evrensel kardeşlik ve toplumsal adaletle dolu bir kalbi olan genç, romantik bir adamdı. Bu yeni Nechayev’in gerçek kişiliği ise biraz karanlıkta kalıyordu.

Nechayev kim?

Sergey Gennadiyevich Nechayev (1847-1882), genellikle nihilist hareketle ilişkilendirilen komünist bir devrimciydi. Hatta “Bir Devrimci’nin Radikal Catechism” kitabının da yazarıydı. Bu açılardan Che, onun biraz daha modern versiyonu gibi duruyor ya da öyle lanse ediliyordu.

Peki, devam o halde. 

Fidel Castro’yla Meksika’da buluşmasından birkaç ay sonra, gizlice Küba’ya vardıklarında, Guevara bir “karakol”un kumandanı olarak atandı. 14 yaşında bir çocuk acıktığı için karakoldan biraz yiyecek çalmıştı. Che Guevara bunu öğrenince çocuğu hemen orada kurşuna dizdirdi.

İşte 50 küsur yıldır bize anlatılan “ezilenlerin ve açların savunucusu cesur yürek Che Guevara” gerçeğinin ilk işaret fişeği.

Küba’da, 1958 sonbaharında Batista devrilince Guevara “savcı” ilan edildi ve devrim mahkemelerince verilen cezaları uygulamaktan sorumlu oldu. 

Bu arada aklıma gelen bir şeyi hemen söylemek istiyorum. Batista’nın devrilmesinde sosyalist devrimin başarısından söz edilirken Santa Clara savaşı sırasında Küba ordusunun kendi vatandaşlarına karşı ateş açmayı reddetmesinden hiç bahsedilmemesi de ilginçtir. Aslında o savaşın kaderini tayin eden şey bu durumdu.

Sahte kahramanlardan bir efsane çıkarıp piyasaya süreceksen bazı gerçekleri böyle eğip bükeceksin. Che, devrim mahkemesinin kararlarını uygulayan bir savcı olarak karşımıza çıktığında karargâhı La Çabana hapishanesindeydi ve burasının duvarları aylar boyunca, onun uyguladığı infazların gürültüsüyle çınladı. Buna, kendi Stalinvari metodlarını reddeden eski savaş arkadaşları da dâhildi. Nazi kampları ve gulagların karışımı olan çalışma kamplarını, korkunç “üretime yardım için askerî birimleri” oluşturan Guevara oldu. Bunların birincisi 1960’da Guanahu yarımadasında açılmıştı. Buraya parti ilkelerine aykırı davrananlar, Katolikler, günahlarında direnen demokratlar, Beatles hayranları ve isimsiz ihbarlar üzerine polisin düzinelerle topladığı diğer insanlar gönderili­yordu.

Bu anlattıkların bana Lenin hatta ondan daha çok Stalin’i ve o dönemin Rusya’sını hatırlattı. Stalin de, böyle kamplar kurup tüm muhaliflerini oraya toplamış ve onlardan kurtulmuştu. Hatta Che gibi eski mücadele arkadaşları da onun hışmına uğramıştı. Suyun suya benzediği gibi tarih de tarihe benziyor gerçekten.

Zaten Che’nin lakaplarından birisi de “II. Stalin” idi. Che açısından gördüğümüz şey şuydu, insan hayatının onun için pek az değeri vardı. Kafası farklı çalışıyordu. Savaştan sonra, onun için yalnızca yine savaş vardı. Hatta bu düşüncesini şöyle dile getiriyordu “Savaşsız yaşayamayız. Bunu yaptığımızda, onsuz yaşayamayız.” 

Bir de Amerika’ya füze atma tehdidi vardı Che’nin. Yanlış hatırlamıyorsam 1962 yılında ortaya çıkan misilleme krizinde, Kennedy Kruşçev’i Küba’dan füze üslerini çekmeye zorlamıştı. İşte o zaman Guevara da, komünist gazete The Daily Worker’a füzelerin Kübalıların kontrolünde olması halinde bunları ABD’ye atacağını ilan etmişti. 

O dönem dünya siyasetinde soğuk savaş dönemi olsa da ülkeler arasında durum çok daha sıcaktı. Bu arada Che’nin 11 Aralık 1964’te Birleşmiş Milletler’e hitap ettiği bir konuşması var, onu gözden kaçırmamak lazım. Zira burada, en başta bahsettiğimiz Che Guavera’nın karakteriyle, davranış tarzıyla karşılaşıyoruz. Burada Che, “Kurşuna dizdik, kurşuna diziyoruz ve gerektiği sürece kurşuna dizeceğiz. Mücadelemiz bir ölüm kalım mücadelesidir.” diyordu. Tabii sosyalist, komünist gençler o dönem için bunu da ayakta alkışladılar. Bugünküler de belki dönem açısından “siyasi bir açıklamaydı, politik bir manevraydı” diyerek meseleye şüpheyle yaklaşabilirler. Ama neticede geçmişinde neler yaptığını bildiğimiz için bu ifadeler hiç de öyle siyasi açıklamalara benzemiyor.

Che hayranlarının gerçeği görememesinden bu kadar etkilenmemek gerekiyor. Aynısı Lenin, Stalin, Mao için de geçerli. Onların hayranları da hiçbir zaman bu isimlerin gerçekleriyle yüzleşmediler. Halen de bunu yapmıyorlar, onun yerine kutsamaya devam ediyorlar. Hele o dönemi göz önüne alırsak dünyada o zamanlar bir “Guevara çılgınlığı” vardı ve bu çılgınlık ortalığı kasıp kavuruyordu. Adamı el üstünde tutuyorlar, bir taraftan da dünyaya bir reklam aracı gibi pazarlıyorlardı.

Ne kadar gizlerseniz gizleyin, gerçek bir şekilde gerçek ortaya çıkıyor. Birileri bazı belgelere ulaşıyor ve hakikati haykırıyor. Che’yi de el üstünde tutanların gözlerini açmak için sadece bir yarım yüzyıl gerekti. Mesela Fransız devlet adamı ve yazar olan Güney Amerika’daki gerilla hareketleri üzerine yazdığı yazılarla tanınan Regis Debray, 1996 yılında, Guevara’nın “insanı şiddetli, seçici ve soğuk bir öldürme makinesi yapan etkili nefreti” övmesini hatırlatmıştı. 2007 yılında da bir yapımcı çıkıp Che’nin hayatını konu alan sinema filmini yaptı. Gişeye endeksli olan ve gerçeklerle bağdaşmayan bu yapım, izleyiciye sinema salonunda yaşlı gözlerle romantik bir Che veriyordu film. Gerald Messadie’nin dediği gibi “İşte eylem ateşine elini sokmakta sabırsız bir entelektüel güruhunun bayraktar olarak kendilerini adadıkları deli bu.”

Yanlış hatırlamıyorsam Kübalı yazar Jacobo Machover, Guevara ikonu için “bir Fransız uydurmasıdır.” demişti.

Evet, Fransa’ya sürgün edilen bir Kübalıydı kendisi. Bu aldatmacanın başlangıcına da bakmak lazım aslında… Bana kalırsa Gerald Messadié’nin bu konudaki tespiti doğru. Messadié “Bu uydurma, Kübalı liderlerin ilk sıralarında görünen bu kişinin Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile buluşmasıyla 5 Mart 1960’ta başladı. Kimse birbirleriyle ne konuştuklarını öğrenemedi çünkü Guevara Fransızcayı hiç olmazsa çat pat bildiğinden bir tercümana ihtiyaçları yoktu. Ama varoluşçu ünlü çift, kendini kapitalizm ve ABD’nin düşmanı ilan etmiş, ekonomist, doktor ve gerillaya karşı ancak övgüler düzebilirdi.”

Sartre’ın, Guevara’nın ölümünden sonra 1967’de “Aslında bu adamın yalnızca bir entelektüel değil ayrıca çağımızın en eksiksiz insanı olduğunu da düşünüyorum. O savaşçıydı, savaşından, kişisel deneyiminden, bu savaşı yürütmesini sağlayacak teoriyi üretmeyi bilen teorisyendi.” diye de bir açıklaması vardı.

Orası öyle ama Machover’in bize hatırlattığı üzere Guevara, Sartre’ın “Son derece üstünlük taslayan ve ukala birisi” olduğunu düşünüyordu. Messadie de “Bulantı kitabının yazarı bu ünlü Fransız, eğer Kübalı olsaydı sonu kesinlikle bir çalışma kampı olurdu.” diyor. 

Bu noktada işler ne zaman ters gitmeye başladı Che için? Neticede onu Küba’nın dışında savaşırken buluyoruz. Gerçi Che hayranlarının anlattığına bakılırsa kendisi devrimlerin devam etmesi ve tüm dünyaya yayılması için isteyerek gitmiş.

Gerçekler öyle değil ama. Birincisi Che’nin Küba’da para politikası hakkında yazdığı açıklamalar, ortaya koyduğu fikirler herkesin tepkisini çekmişti. Ciddiye alınacak hiçbir yanı ve pratikte uygulama alanı yoktu iddialarının. Sonra 1965’te Alger’de, Guevara “Batı’nın sömürgeci ülkeleri ile sosyalist ülkelerin gizli işbirliğini” ifşa etti. Bu olduğunda insanların sinirleri gerildi ve devrim lideri Castro telaşlandı. Daha sonra bir hamle yapan Castro, Che’yi ikinci plana itti ve ardından da onu, devrimi dünyaya yayması için gönderdi.

Son dönemde gördüğümüz “Hayranlığın en büyük aldatmacayı doğurduğu tarih” de o zaman başladı galiba.

Evet. Yeni görevini alan Che Guevara, dönmemek üzere o yıl adayı terk etti. Fidel Castro’ya bir veda mektubu yazmayı ihmal etmedi. Bu mektup Che’nin ölümünden çok önce açığa çıktı, zaten ölümü programlanmıştı. Ama Guevara çılgınlığı o zaman Batı’yı kasıp kavuruyordu, Apollirtaire’in deyimiyle “şu eski dünyadan” bıkmış entelektüeller, hepsi evrensel devrimde rol almaya çalışıyordu. Hepsi bereli barbudonun resmini taşıyordu. Guevara efsanesi bütün boyutları, kişinin gerçekliğini de aşarak iyice kabarmış, bir aldatmacaya dönüşmüştü.

Sonun başlangıcına geldik galiba.

Che’nin, Kongo çatışmalarında araya girme çabaları boşa çıktı. Patrice Lumumba’nın öldürülmesi onun hareket imkânlarının tamamen dışında geliş­mişti. Başarısızlığı bizzat kabul etti. Onun Küba sahnesinden kayboluşu efsaneyi kabartıyordu. Güney Amerika’da olduğu öğrenildiğinde ise gizem per­desi kalınlaşıyordu. Ama gerçekten o muydu? Ne de olsa öldüğü söyleniyordu. Bolivya’daydı. Neden bu ülke? Kim bilir. “İkinci bir Vietnam” oluşturmak amacıyla Maocuların şehirleri çembere alma taktiğini uyguluyordu. Ama bunu başarma şansı neredeyse hiç yoktu. Köylüler bu yabancı ile kırk üç taraftarına güvenmiyorlardı. Aslında Altiplano madencilerinin hareketi olan Bolivyalı işçi hareketi, bu gerilla şefinin tuhaflıklarına karşı çoktan uyarılmış bir komünist olan Mario Monje tarafından yönetiliyordu. Guevara düşman bir ormanda yoldaşlarıyla yalnızdı ve inatçı bir düşman olan CIA tarafından izleniyordu. Bolivya ordusu tarafından yaka­lanana dek dağdan dağa gezdi. Churo vadisinde canlı yakalandı ve bir sandalyeye bağlandı; astsubay Mario Teran onu La Higuera’nın askerî bir binasında, kemer altında bir otomatik tabancayla vurarak idam etti. Böylece Che Guevara ölmüş ve Che efsanesi başlamış oluyordu

Neticede Gerald Messadié’nin dediği gibi “Efsaneler, efsaneleştirmeler ve aldatmacalar bazen trajik sonuçlar doğurur.”

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • i , 17/02/2021

    “hiç kimse kapitalist zihniyet kadar güzel hikayeler yazıp insanları inandıramamışlardır”

    yıllarca okullarda okuyup eğitim camiasının bir üyesi olduk. ne okurken ne de eğitimci olduktan sonra müfredatta milli bir şeyler okuyamadık! ne Fuat Sezgin ismine rastladık ne de Oktay Aslanapa… Ali Emiri ismini de çok sonraları öğrendik diğerleri gibi.

    bu çarpık tarih anlatımı ve öğretiminden dolayı tarihi pek sevememiştim. daha doğrusu güvenemediğimden itibar edememiştim diyebilirdim. ta ki “mücahit mürşitler” ve “konuşan tarih” kitaplarını okuyana kadar.

    o iki kitap beni tarih okumaya teşvik edecek kapıları açtı diyebilirim. Davut Bayraklı’yı, sonra editörlük yaptığı kitapları okuyarak sorgulamaya yönelten tarih okumalarına başladım. sonra taşların yavaş yavaş yerine oturmaya başladığını fark ettim.

    konuşan tarih 4 kitabından bir pasajın alıntılandığı bu yazı “maksatlı” tarih öğretisinin çizgilerini bizlere fark ettiriyor. ben 2. kitabın içeriğini de çok beğenmiştim. bazı konular orada yazılanlara destek veriyor ve de daha detaylı açıklıyor nitelikte. ayrıca ilk kitapta bahsedilen bazı konulara da göndermeler var. en güzeli de başka kaynaklara da yönlendirmeler yapılıyor.

    Davut Bayraklı’nın eline, ilmine kuvvet. Rabbim çalışmalarını daim etsin.

    • Davt Bayraklı , 17/02/2021

      İnsanın en şaşırdığı an kendisi hakkında yazılanları okuduğu anmış. Güzel temenniler için teşekkürler.

    • i , 18/02/2021

      Davut Hocam seni seviyoruz dua istiyoruz.

  • Muhammed Ali Fırtına , 11/02/2021

    kaliteli bir yazı. teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir