Bedenle Mantık Arasına Sıkışmış Hayatlar

Onur Peyk, modern sahiplenmeleri yazdı.

Sâhi bedenimiz kime ait?

***

Ağustos ayının tam ortasıydı. Nefes alıp verdikçe yorulduğumu hissediyordum. Her nefeste göğsüm biraz daha büyüyordu sanki. Güneş, ateş gibi değdiği her yeri kavuruyordu. Dudaklarım kuruduğu için birbirine yapışık haldeydi. Ter içindeki bedenimden rahatsız oluyordum. Açıkçası köşeye sıkıştırılmış kedi gibi tedirgindim.

Otobüste sıkış tepiş yol alıyorduk. Hınca hınç insan doluydu. Üstüne üstlük havasızdı, ter kokuyordu ve uğultu dinmek bilmiyordu. Pencereye yakın olup yüzünü temiz havayla temas ettirebilen kişi kendini dünyanın en şanslı insanı sayıyordu. O kalabalıkta burnunu pencereye uzatmak şehrin kalabalığından doğaya sığındığım anları hatırlatır. Aklıma, Boğaz’a karşı içtiğim bir bardak çay gelir. Bir iki yudumda bitirdiğim, ardından bir tane daha söylediğim anlar…

Tutunmak için profesyonel beden eğitimi almak gerekirken kızın biri telefonla konuşuyordu. Hem telefon kullanıp hem de birilerinin üzerine düşmemesi saygı uyandıracak bir yetenek olmakla beraber, kendi özel hayatına bütün otobüsü dâhil etmesini yadırgıyordum. Vurdumduymaz biriydi. Etrafındaki kimseye aldırış etmiyordu. Bulgurlu’ya gelin gidecekmiş gibi heyecanlıydı. Konuştuğu her kimse pek kızmış olmalı ki ağzından fütursuz kelimeler çıkıyordu.

Yüksek sesle konuştuğu için herkes gibi ben de kulak misafiri olmak zorunda kalıyordum. Kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya; “bırakacaksan bırak, artık yoruldum” dedi, “böyle ilişki mi olur?” Belli ki telefondaki, gel-git kişilikli biriydi. Kıza karşı sahip olduğu hissin heves mi, sevgi mi olduğunu kestirememiş olmalıydı. Doğal olarak bu durum karşı taraf için yıkıcı, hatta onur kırıcıydı.

“İstesem başkasını bulabilirim. Kendini ne zannediyorsun? Bu son olsun, anladın mı? Son…” deyiverdi genç kız. Her söylediği söz bedenine ağır geliyordu. Konuştukça başı aşağıya eğiliyor, boğazı şişiyor, sırtı iki büklüm oluyordu. Kelimelerle kavga ediyordu. Telefondaki kişiyi başkasını sevmekle tehdit etmişti. Lafta da olsa sevgisinden vazgeçiyordu aslında.

Gözüm, yalpalamamak için oturduğu yerde bastonuna tutunmuş bir amcaya kaydı. Kızla kurduğum empatiden kaçmak isterken amcanın hali beni kızın dünyasına daha çok itti. 70’i devirmiş gibi duruyordu. Bacaklarının arasında tuttuğu bastona elini, çenesini de eline dayayarak oturuyordu. Bir gözü diğerine nazaran kısık bakıyordu. O gözler kaç nesli süzmüştür, Allah bilir. Kıza bakıyordu. “Bizim zamanımızda sevgi değil otobüste, sevgiliyle bile paylaşılmazdı!” dediğini duyar gibiydim. Kıza üzülüyor mu, yadırgıyor muydu? Anlayamıyordum.

Kız, kan ter içinde, üzerindeki bakışlara aldırmadan sevdiğine, daha doğrusu sevgisine sahip çıkmak için çırpınıyordu. Kız bu haldeyken, üzerindeki gözleri merak ettim. Birbirine bakıp sırıtan iki kız arkadaş; şehvetli gözlerle “ah, bende böyle bir sevgili yok!” diyen erkekler…  Tam bu anda, sevgilisine serzenişe devam eden kızın kurduğu cümle kendini dışarı atmak için aklımın duvarlarını zorlayan cinstendi: “Bedenin bana ait, ben izin vermeden bir şey yapamazsın!”

Aklım kendini dışarı atmadan, en yakın durakta kendimi otobüsten zor attım. Ah bu modern sahiplenmeler, gözü kör olacası ne yaptığını bilmez şizofren duyular, etle mantık arasına sıkışmış hayatlar… İnsana özgürlük diye güdülerine serbest dolaşım hakkını öğretenler, insanı böyle çırılçıplak sokağa atıverdi işte!

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir