Çekingen Sabahlar

Küçüktüm. Sabah ezanının okunuşu içimi hoş ederdi. Hafiflerdim. Birinin beni adeta salladığını hissederdim. Ezanın tınısı gecenin yalnızlığı gibi biraz hüzünlü, biraz da buruk bir kalbi hatırlatırdı. Kulaklarımda, karanlığı yaran pürüzsüz bir nida çınlardı. Nefsim uyumanın zevkine varmamıştı. Kalbim uyuyabilecek kadar kararmamıştı henüz. Masumdum, dedim ya daha küçüktüm.

Annem, kimi zaman “sabah ezanı ürpertiyor, korkuyorum!” diye söylerdi.  Ezanlarının titrettiği ruhlar gibi titrerdim ama korkmazdım. Çok vakit hatırlarım sabahın keskin ayazında, cami avlusunda imamı bekleyişimi. Ne vakit o avluda otursam, küçük beynim unuturdu dünyayı. Dünya dediğin neydi ki? Hayalime bile giremeyecek kadar ufak, bir o kadar değersiz.

Sabahlardan bir sabah, her zamanki gibi sessiz bir heybete bürünmüştü. Zararsızdı; fakat insanlar kendisinden korkardı. Çekingen yaklaşırlar ve mesafeyi korurlardı. Erken kalkmıştım. Abdest alıp caminin yoluna koyuldum. Cami kapısına en yakın banka oturdum. Uzaktan imamın silueti göründü. Yeşilliklerin arasından, loş ışık sayesinde zor da olsa seçilebiliyordu. Elinde baston niyetiyle kullandığı şemsiyesi… Beni görünce gözleri ışıldardı. “Maşallah, namazı mı bekliyorsun?” dedi. Öpmek istediğim elini her gün olduğu gibi geri çekti. Caminin kapısını açınca soğuktan büzüşmüş bedenimi kapıdan içeri ittirdim. Caminin havası huzur kokardı, mutluluk verirdi. Gözümde tüm renkler yeşile çalardı. Ahşap işlemeler ve kocaman bir avize. Sadece uzaktan baktığım, yaklaşmaya dahi cesaret edemediğim kitaplara her gün bakardım. Caminin neresine otursam sanki merkezindeymişim hissi uyanırdı içimde. Uzak kalınabilecek bir yeri yoktu yani.

Yavaş yavaş cemaat de toplanmaya başladı. Yaşlı amcalar bir bir içeri giriyordu. Çoğunu simaen tanırdım. Bir amca  içeriye girdi, ki ilk kez görüyordum kendisini. Altında şalvar, şalvarın ayakucunu kaplayan kalın, kahverengi yün çoraplar. Üstünde beyaz gömlek ve cepli yeleği, köstekli saati… Kır sakalları uzundu. Yüzünde derin çizgiler vardı. İki büklümdü ve bastonunu camiye sokamadığı için yalpalaya yalpalaya yürüyordu. Arkasından bakarken sadece bacaklarını ve kamburunu görüyordum. Bir eli belinde, diğeri tutunacak bir yer arar gibiydi. Ta ön safa kadar ayaklarıyla mücadele etti. Minbere tutunarak yere oturdu. Yüzünde sitemkâr bir ifade belirdi. Belli ki kendi kendine kızıyordu.

Yanına gittim, onun gibi minbere tutunarak oturdum. Gözlüklerini çıkarmış, mendille gözlerini siliyordu. Öylece izliyordum. Ağır hareket ediyordu. Mendilini katladıktan sonra iç cebine koydu. Kafasını beklemediğim hızla bana çevirdi. Gülümsüyordu. Pamuk gibi yumuşacık gülümsemesi vardı. Dişleri olmadığı için, güldükçe yanakları daha çok içeri çekiliyordu ve bu hali hoşuma gidiyordu. Ben gözlerinin içine bakıyordum. O ise kaçak bakışlarla bir süre beni süzdü. Cebinden çıkarttığı şekeri uzattı. Adımı sordu. O sırada kamet getirilmeye başlandı. Bir elinden ben, diğerinden minber tuttu. Vücudunu öne eğerek ayağa kalktı. Namaz bitince biraz yorulmuşa benziyordu, ama bana tesbih uzatmayı ihmal etmedi. Tesbihat bitince koluna girdim. Zorlukla ayağa kalktı. Cami girişine bıraktığı bastonunu aldı. Arkasına bastığı ayakkabıları bir çırpıda giydi.

Sabah yeni yeni ışıldıyordu. Anlattıkça anlatıyordu. Onun anlatacakları, benimse dinleme isteğim bitmiyordu. Keskin ve kendinden emin edası vardı. ‘Ben anlatırım arkadaş, istersen nasihat al, istersen kulak tıka’ der gibiydi. Anlattıkları hatırımda değil ama tadı hâlâ damağımda. Onunla geçen sabahlarım aklıma geldikçe, ilk gün gibi tazecik bir haz yaşarım. Bizim evin önüne gelince “bak amca, burası bizim evimiz, seninki nerede?” dedim. Evine götürmek istememe itiraz etmedi. Kapısına kadar uğurladım. Arkasına bakmadan, daha doğrusu bakacak takati olmadığı için yürüyüp gitti.

Ertesi sabah camda nöbet tutuyordum. Bizim amca köşede görününce kapıya koştum. Beni görünce, geleceğimi biliyormuşçasına gülümsedi. Elini öptüm. Koluna girdim. Camiye götürecek bir oğlu yoktu, benim de babam. İkimizde halimizden memnunduk vesselam. Yavaş adımlarla ilerliyorduk. Malatyalı’ymış. Bilmem kaç tane torunu varmış, kaç tane evladı. Bir ömür geçmiş usta adamın sırtından. ‘Boşver der’ gibi elini savuruyordu anlatırken. Ölümün kıyısındaki bir yaşam için boşvermişlik tek gerçek olsa gerek… Ertesi sabah göremedim, sonraki sabah da…. Belki geç gelmiştir diye her namazdan sonra cemaati tek tek süzerdim. Ama yoktu.

Onur Peyk

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • kispetçi kısmet , 11/01/2013

    berrak bir türkçe, daha da gelişirse güzel olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir