

Üç ay boyunca, “Okumadan, yazmadan yaşamak” mottosuyla günlerimi geçirmeye çalıştım. Sabahı ve evi ardımda bırakıp kapıdan çıkarken, her daim içinde iki kitap taşıdığım, eskimeye yüz tutmuş çantamı yanıma almadım. Not defterime ve kalemime iyice yabancılaştım. Kitapçıların kapılarını daha seyrek araladım. Günlerce, “Neler yapıyorsun, kimleri okuyorsun, yeni bir yazı var mı?” sorusuna verdiğim cevap tekti: “Hiçbir şey.” Ehibbâdan Ali Söyler’in tabiriyle, “Hiçbir şey yapmamak ‘bir şey’ olsaydı, sen o hiçbir şeyi de yapmamaya başlardın.” Evet, bu söz usta bir terzinin göz kararı kestiği elbise gibi üzerime oturmuş ve bana yakışmıştı.
Günler değişti. Aylar değişti. Mevsim değişti. Ben değiştim. Okumamanın verdiği boşluk içimde biteviye büyüdü. Daha miskin, daha dağınık, daha hissiz bir adam olmaya başladım. Kalabalıklardan ve koşuşturmacadan kaçıp kendimi özgür hissettiğim tek yer olan evim de bana bir hücreyi andırmaya başladı. Hangi odaya geçsem duvarlar, zihnimi ve kalbimi kemiren dev farelere dönüşüyordu.
Yeni tanıştığım bir hafızlık hocası beni kursuna davet etmişti. Erinmedim ve davetine icabet ettim. Hocanın hoş sohbeti, mütebessim çehresi ve çocukların bir arı uğultusunu andıran sesleri arasında kendimi mistik arayışlar içine girmiş bir Batılı gibi hissettim. İşte bu, kalbin ve ruhun öleyazmasıydı.
Okumama kararını sürdürmek kendi boynunu giyotine uzatmak gibi bir şeydi. Direnmedim. Yine, yeniden okumaya başladım. Hem de eskisinden daha seçkin, daha kararlı bir şekilde.
Ya yazmak?
İyi bir gözlem yeteneğine sahip değilim. Kurgu bir metin yazmak ise benim için hayli müşkül bir iş. Muhayyilemdeki projeleri bir türlü kâğıda dökemiyorum. Fikir konusunda da yetkin bir müktesebatım yok. Geriye yazmak için pek bir sebep bulamıyorum.
Üzerine sayfalarca yazılar yazılabilecek, sosyolojik ve psikolojik olarak tezler hazırlanabilecek iki hadiseye şahit oldum. Bunları teğet geçmek bile bir kişinin henüz yazar olamadığının alâmetidir.
İlki, minibüsteyim. Beş-altı yaşlarında bir kız çocuğu dur durak bilmeden yaramazlık yapıyor. Annesi bir iki kez ikaz etmesine rağmen kendisini tehlikeye atacak ve etrafındakileri rahatsız edecek hareketler yapmaya devam ediyordu. Annesi dayanamadı ve uslu durmazsa babasına söylemekle tehdit etti. Kızın cevabı ise beni dumura uğrattı. “Sen söylemezsin. Çünkü sen iyi bir insansın!” İmam-ı Gazâlî hazretlerine göre, bir insanın karakteri yedi yaşına kadar oturur. Muhtemelen bu çocuk okulda, sosyal hayatında, işyerinde arkadaşlarının, evlendiğinde kocasının ve ileride de doğan çocuklarının iyiliğini istismar edecektir. Yeni neslin bu ve buna benzer hastalıkları öncelikle ebeveynler tarafından fark edilmeli ve çözüm yolları çare aranmalı.
İkincisi ise, Edirnekapı’da abdest almak için şadırvana girdiğimde karşılaştığım olaydı. Çoraplarımı çıkarırken uzun boylu, zayıf bir adamın tuhaf davranışları dikkatimi çekti. Tuvalete girip çıkıyor ve yüzünde mutluluk okunuyordu. Ben hiçbir şey sormadım. Birden bana döndü ve konuşmaya başladı: “Abi, buranın tuvaletleri çok iyi ya. Girip çıkıyorum kimse para almıyor. Şirinevler’de bir buçuk lira. Abi, düşünsene iki ekmek parası. Ben hiç bir buçuk lira vermedim ama. Elli kuruş atıp kaçıyorum. Adam kızıyor ama bende çocuklarımın ekmek parasını tuvalete verecek göz var mı?” Adam nutkunu bitirdi ve hızla uzaklaştı.
Bu kadar okuyan, düşünen bir adam olmama rağmen bir kez olsun bu mesele üzerine kafa yormamıştım. Bu ve bunun gibi konular üzerine kalem oynatamamak beni kısırlaştırıyor ve hiçbir şey yazamıyorum. Hem yazarlık edebiyata ve okura saygı duymak, edebiyata ve okura yeni bir şeyler katmak değildir de nedir?
Peki, bu yazı edebiyata ve okuyana ne katar?
Celal Kuru
Son Yorumlar