Sarsıntılar II

1

Telefon elimde; niyetim, ne zamandır aklımda olan bir şarkıyı dinlemek… Açıyorum Youtube’u ve iç dünyamı şarkının duygu durumuna hazırlıyorum. Hemen başlamasını umuyorum; ancak başlamıyor. Reklam! Fakat sıradan bir reklam olmadığı kesin. Önce sadece gözleri görünen çarşaflı bir kadın çıkıyor. Arka fonda acıklı bir müzik… Video İngilizce. Dikkat kesiliyorum. Anlatıma eşlik eden yazılar, görüntüdeki kızın başka bir hayata ait olmak istediğini söylüyor. İşte, oryantalist bir vakıa daha, diye düşünüyorum. İslâm’a hakaret! Bir kadının örtünmek zorunda olmasını acı bir sömürü, kadın hakları ihlâli gören ve gösteren bir zihniyet. Feminist propaganda! İslamofobi’nin en bariz yansıması… Parmaklarım, hazır kıta reklama eleştiri için tetikte bekliyor. Kafamda, yazacağım cümleleri kurmaya başlıyorum bile. Derken, video ilerliyor ve aslında konunun bambaşka bir şey, İslâm ülkelerinden birindeki savaş sebebiyle mağdur olan sivil halkın dramı olduğunu görüyorum. Haaa, diyorum, tamam, İslâm’a hareket edilmiyormuş, konu savaş, sorun yok… Gayet sıradan bir olay; ölümler, açlık, göç vesaire. Basıyorum hemen: Reklamı Atla! Telefonu koyuyorum kenara ve şarkıya eşlik edercesine tütünümü ateşliyorum.

2

Hatırlıyorum da çocukluğumuzdaki eğitim sürecinin birer parçası olarak görülen spor müsabakaları, okul takımları vb. organizasyon ve oluşumlar, tâ o dönemden tarafgirlik, fanatizm ve izansız eleştiri kavramlarını beslemiş içimizde. O dönemlerimizi hatırlarız; karşı tarafa hakareti meşru sayar, aşağılamayı bir marifet bilirdik. Ait olduğumuz grupta kabul görmek, takdir edilmek şehvetiyle tutkulu bir şekilde öne çıkmak için yapardık bunu. İşte bu süreçten geçmiş çocuklar olarak büyüdüğümüzde, bir partinin, takımın, grup ve cemaatin üyesi olduğumuzda, yine aynı tutumlarımızı sergiliyoruz. Mücadele, nefreti; yarış ve rekabet, ötekileştirmeyi doğuruyor böylelikle. “Ey insanlar! …birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.”hakikati ıskalanıyor. “Mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var fakat yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur,” sözünün derinliği kavranamıyor ne yazık ki.

3

Tarih 30.05.2020. ABD’de tarihte ilk defa özel bir şirket, uzaya insan yollamak için roket fırlattı. SpaceX, Kennedy Uzay Merkezi’nden Başkan Trump’ın da katıldığı bu başarılı fırlatma ile uzaya ilk defa insanlı uçuş gerçekleştirirken, tarihte ilk kez özel bir şirket, uzaya insan yollamış oldu.Aynı gün içerisinde “I can’t breath” protestolarının uzantısı olarak Beyaz Saray önünde siyahî vatandaşların hakları için eylemler yapan kalabalık ile ilgili olarak Trump, twitter hesabından şu paylaşımda bulundu: “Eğer içeriye girselerdi şimdiye kadar görülmüş en vahşi köpekler ve en uğursuz silahlarla karşılaşacaklardı.”

4

Alman Romantizminin büyük şairi Novalis der ki;

“İmgelem, geleceğin dünyasını ya yükseklere çıkarır, ya derinlere yerleştirir ya da bizimle bağlantılı olarak bir ruh göçüne sürükler. Uzayda yolculukların düşünü kurarız – oysa uzay, bizim içimizde değil mi? Ruhumuzun derinliklerini tanımıyoruz. – Gizemli olan, yolunu iç dünyamıza doğru sürdürmekte. Sonsuzluk, bütün dünyalarıyla, geçmişle ve gelecekle, sadece içimizdedir, başka hiçbir yerde değildir. Dış dünya, sadece bir gölgeler dünyasıdır – gölgelerini ışığın dünyasına yansıtır. Şimdi içimiz, bize doğal olarak çok karanlık, yalnız, biçimden yoksun görünüyor. – Ama bu kararma geçtiğinde ve gölge cisim kayıp gittiğinde, bize ne kadar farklı gelecek. – O zaman her zamankinden çok daha fazla haz alacağız; çünkü ruhumuz yokluk çekti.”

5

Zamanı okumak, üzerine düşünmek, düşünenlere kulak vermek; kabul edelim etmeyelim, “haritada” kaybolmamak için yapılabilecek en zahmetli fakat aynı zamanda en gerekli yol. Bu, insana aklî bir sancı veya ruhî bir bunalım sunsa da… Konuyla ilgili günümüz Fransız sosyologlarından Michel Maffesoli’ye İlker Kocael çevirisi yardımıyla kulak vermekte fayda var:

Köklü değişikliklerin yaşandığı bir geçiş döneminde olduğumuzu söyleyebiliriz. Öyle ki Kierkegaard’ın da dediği gibi bu değişimi “korku ve titreme” içinde yaşıyoruz. İçerisinde bulunduğumuz dönem, modern çağı terk ettiğimiz bir dönemdir. 17. yy’da başlayan, 20. yy’ın ortasında son bulan bir çağ bu. Şu anda biz, henüz adını koyamadığımız bir çağa giriyoruz… Şunu hatırlatayım: 1848’e kadar moderniteden söz etmiyorduk. Bu kelimeyi ilk kullanan Baudelaire’di. Ortaçağ sonrası çağ (Post-Ortaçağ) deniyordu bu döneme. Bir şey ancak yerli yerine oturursa ona bir isim verilebilir. Rönesans, Ortaçağ gibi… Bugün elimizde daha iyi bir kavram olmadığından postmodernite kelimesini kullanıyoruz. Büyük bir değişim ânında olduğumuzu anlatmak için… Kurumlarımızın temel değerlerinin; hatta bireysel anlamda referans aldığımız temel değerlerin çöktüğü bir an bu. Aslında bunu daha basit bir şekilde ifade edebiliriz: Kriz!

Modernitenin üç sütunu var. Yani artık geride kalan üç yüz yıla baktığımızda gördüğümüz şey, ilk olarak bireyciliğin ortaya çıkışı… Büyük Kartezyen fikir: “Düşünüyorum öyleyse varım.” Bu gerçek bir devrimdi. Bu fikir Aydınlanma felsefesiyle daha da gelişti. Özellikle Rousseau ile tabii. 19. yüzyılın büyük toplumsal sistemlerinde önde gelen bireydi. Şunu hatırlatayım: Örneğin daha önce Ortaçağ’da birey diye bir şey yoktu. Birey, ancak toplumla var olabilen bir şeydi. Dolayısıyla üç sütundan biri, bireyin icadıdır. İkinci sütun; yani daha önce olmayan ve sonsuza kadar var olmayacak unsur akılcılık. Aydınlanma Felsefesi… Esasında Max Weber, Protestan ahlakından söz ederken, meşhur “dünyanın büyüsünün bozulması”ndan söz ederken, bu büyüyü bozan şeyin, varoluşun büyülü tarafının üzerinden silindir gibi geçen akılcılık olduğunu gösterir. Üçüncü sütun ise geleceğe, ilerlemeye yönelik inanç. Michel Foucault’nun da gösterdiği gibi 19. yüzyılda tüm kurumlar, bu üç sütunun üzerinde yükselmiştir; aile, eğitim, siyasî partiler, çalışma hayatı vesaire. Yaklaşık 40 yıldır söylediğim şey şu: bu üç sütun, yerini başka bir şeye bırakıyor. Benim savım şu: topluluk geri dönüyor! Buna “kabileler çağı” diyorum. Bir şey değil, “biz”. Heidegger bu durumu öngörmüştü, “ben” alanı yerini “biz” alanına bırakıyor, diyerek. Birinci unsur bu. İkinci unsur, o harika modern toplumu yaratan akılcılık. Ancak “duygusal” olanın dönüşünü yaşıyoruz. Duyguların geri dönüşü! Orada da “duygusal akılcılık” dedim. Yalnızca akıl değil; duygular da dikkate değer bir önem arz ediyor. Üçüncü unsur, “Yarın değil, gelecek değil, bugün!” gördüğünüz gibi; birey, akıl, ilerleme bir tarafta, “biz” yani topluluk, duygu ve şimdi diğer tarafta. İşte bana göre olan biteni bunlar üzerinden okuyabiliriz.

Tekrar ediyorum, bunun ıstırap verici bir yanı var; neyi terk ettiğimizi görüyoruz ve nihayetinde bunu idare etmeyi de biliyorduk. Büyük düşünür Hannah Arendt, 19. yüzyılda demokratik idealin nasıl şekillendiğini gösterirken; yani akılcı bireylerin gelecek ideali çerçevesinde bir araya gelmesini tarif ederken bu idealin şekillenmesinin zaman aldığını gösterir. Bu çetin bir süreçtir. Bugün de aynı şeyi yaşıyoruz. Bu topluluklar; yani “kabileler” birbirlerine nasıl uyum sağlayacak? Ortak deneyimlerimize duyguları nasıl entegre edeceğiz? Genç kuşağın sahiplendiği şekliyle “şimdi”nin geleceğe yönelmemesi karşısında ne yapacağız? Gördüğünüz gibi, bu kolay bir şey değil. Ama başka önemli kültürel dönüm noktaları da oldu, o dönemlerde de topluluk üstün çıktı. Ya da duygunun öne çıktığı dönemler, “şimdi”nin baskın olduğu zamanlar da vardı. Bu dönem, tam olarak Rönesans’tı. Çağımıza yakın bir çağ olduğu için bu örneği verdim, başka çağlar da var tabii. Örneğin dönemin dünya şehri Floransa. Carpediem’in (anı yaşamak) egemen olduğu bir dönemdi bu. Gelecekteki bir projeye odaklanan bir şey değildi. Sanatçıların şehir hayatına katıldığı bir dönemdi. Duygular önemliydi dolayısıyla. Duyguların önemli olması da ancak topluluğa dayalı bir yaşamla mümkün olabilir. Tabii burada topluluğun ne olduğu önemli değil; dinî, siyasî ya da başka türlü olabilir. Fark etmez.

Post-modern değerler, modernlik karşıtı değildir. Açıkça söyleyeyim, ben klasik akılcı; hatta neredeyse ilerlemeye inanan bir küçük burjuvayım. Burada kendi değerlerimi ele almıyorum. Sadece şunu söylüyorum, ortaya çıkanla birlikte yaşamak zorundayız. Sürekli eski güzel günleri, geride bıraktıklarımızı anıp sızlanmanın bir anlamı yok. Hayır, daha basitçe söylersem, bardağın hep boş tarafını görüyoruz. Ben de diyorum ki neden biraz da dolu tarafına bakmayalım? Bir korku var… Doğmakta olana duyulan bir korku… Bu korkuyu duyanlar öncelikle “resmi toplumun” mensupları. Resmî toplum derken, söyleme ve yapma gücü olanlardan bahsediyorum; entelijansiya, gazeteciler, siyasetçiler, (bir nevi suyun başını tutanlar) üniversite hocaları da tabii, meslektaşlarım, uzmanlar… Bana kalırsa bu insanların hepsi çağ dışı kaldılar. Peki neden? Çünkü bu insanlar, terk etmekte olduğumuz bu büyük değerlere tutunmaya devam ediyorlar. Çocukluktaki güvene benziyor bu. Yani geride bırakmakta olduğumuz değerlerin yarattığı güvene sarılan ergenleriz. Gayri resmî toplum ise dikkatli konuşmaya çalışacağım, çünkü yaptığım şey kâhinlik gibi bir şey olacak, sokaklarda gezdiğimiz zaman, barlara gittiğimiz zaman, gençlerde bir canlılık olduğunu görüyoruz. Yani kötümserlik ya da endişeye rastladığımız söylenemez. Dolayısıyla şöyle bir ayrım olduğunu söyleyeceğim: Terk etmekte olduğumuz değerlere takıntılı resmî toplum ile benim gayri resmî toplum dediğim ve isteyelim ya da istemeyelim müthiş bir canlılığa sahip genç kuşak (tabii hangi terimi kullandığımızın bir önemi yok). Bizim kuşağımız iş bulma, kalacak yer bulma vesaire gibi meseleleri hiç dert etmedi. Bunlar neredeyse garanti şeylerdi. Bugün biliyoruz ki iş bulmak zor bir şey. Kalacak yer bulmak zor bir şey. Gelileo’nun söylediği gibi: Eppur si muove (Yine de dünya dönüyor). Hayat da devam ediyor.  Bu, genç kuşaklar için de öyle. O yüzden bu canlılığa dikkat kesilmemiz gerektiğini söylüyorum.”

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • muallim taci , 09/06/2020

    Sarsıcıydı.

    Bundan sonraki yazılarınız da “titreyişler” ve “ürperişler” olsa keşke.

muallim taci için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir