Solmaya Ramak Kala

“Ateş ancak yakabileceği her şeyi yaktıktan sonra söner.” (Oruç Aruoba)

 

Seslerini duyduğumuzda aklımızı başımızdan alanların kokusudur bu, şairin duyup da anlatamadığı yerde bağrımızı yakan.

Bir mavi vefasızlıkla çevrili bedestenlerimde ihanet tüccarlığına bürünmüş; yürürken, konuşurken ve dahi sağ yanım üzere yatarken birlikte olamadığımın şah damarım kadar yakınlığında, heybemde olmayan menkıbeleri pazarlarken, aynı mavilikleri “Su-i zan edip haklı çıkmaktansa, hüsn-ü zan edip yanılmak evladır.” prensibince sarı beyaz merhametin mübarek nazarlarına feda etmeye çalışmayı, bir eli tutmakla yükseldiğim nefs-i levvame mertebesinin en net tanımını hayatımın anlamına ortak kılmayı ve günlüğümün baş meselesi haline getirmeyi, her seferinde -farkında olarak veya olmayarak- en başına döndüğüm bu kısır döngünün hikâyesi olarak anlatmayı nihayetsiz çırpınışlar kitabına yazmak kaldı elimde, çaresiz.

Nazan Bekiroğlu’nun ‘Aşk ve Suretler’ adlı yazısında söylediği gibi “Gecenin sırrına vakıf olanlar mutlu uyuyanlar değil mutsuz uyanıklardır.” Yanı başında bir yudum su verecek kimsesi olmayan ve ateşler içinde yanan hastanın uyanıklığındaki mutsuzluğu ile aramayı bilmeyen ve bulduğunda anlamayacak olanın ateşi arasındaki tek fark sabah olunca kalabalıkların getirdiği şifadır.  Oysa ateşin birçok tanımı vardı. Öyle ki ateş bazen hayatın suretiydi. İman bir kor ateşti. Küfür ateşin kendisiydi. Aşk ateşten gömlekti. Ayrılık ateşten gözyaşı dökmekti. Kavuşmak yanan eli suya batırıp çıkarmaktı sonra daha çok yanacağını bile bile­. Karar vermek ateşe elini uzatmaktı ve kararsızlık ateşin içinde oturup kalmaktı. En nihayetinde ateş yakabileceği her şeyi yakacaktı ya… Hangi ateşi seçecektik abi? Zweig’in mi, Gazali’nin mi? Ya da?

Ateşin birçok tanımı vardı ya hani… Tanımı kadar görevi de olsa gerekti. Ancak ateş yeryüzüne düştüğü ilk günden beri hep aynı kıssayı anlatır bize; payımıza düşen hisseyi alabilmemiz için… Ateşin asıl görevi yakmak değildi; temizlemekti. Ateş rengini değiştirmekle yükümlüydü kurbanının. Önce beyaza, ardından kırmızıya en nihayetinde de zifiri karanlığa. Tâ ki gecenin karanlığında siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın hiçliğine ulaşıncaya dek. Tâ ki ondan tek haberdar olanda fena olana dek.

Olmadı. Seçemedik ve duyamadık ateşin ahını, anlayamadık fısıltılarına gizlediği manasını. Yenildik demişti ya; yenildik işte…

Hal böyleyken ve ey ateş! Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşa henüz galip gelmişken, yine aynı Fatih’in, Konstantiniyye’nin surlarından önce yaktığın yüreği gibi yak bizi. Ey ateşlerin en kutsalı! Gökyüzü dökülmeden, denizler böğürmeden ve diri diri gömülen kız çocuğuna ‘günahın neydi?’ diye sorulmadan küllerinin ardındaki aydınlığa götür bizi. O âşina olduğumuz kokuya kavuştur.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir