Üvey Vatandaşlar İçin Teselli Şarkıları – VIII: Malumun İlamından İmgenin Kanatlarına

İşyerinde bir arkadaşımla sohbet ediyordum. Laf arasında, genel itibariyle hayatta mutlu olup olmadığımı sordu. “Bilmiyorum, hayat bir şekilde devam ediyor” dedim. “Hayat su gibi akıyor” diye mukabelede bulundu. Şair “Suyun rengi akmaktır demiş, biliyor muydun?” dedim. Durdu, sessizleşti, yere baktı, doğru söylemiş dedi. Başımı onaylarcasına iki yana salladım ve gülümsedim.

Bu doğru ya da yanlış değil, pratik hayatta akışa ait bir imgelemin karşılığını asla bulamayız. Pratik hayat, söz konusu hayal kırıklığı olduğunda teselli, akışa ait imgeler biçimini aldığında tecelli biçiminde zuhur eder, diyemedim tabiî ki. Zihni tekâmülü en muhayyel, en kurtarılmış anlarda bozulan, parçalanan, matlubuyla buluşamayınca yıpranıp içe-doğru bükülen her insan gibi kaskatı dünyama geri dönmek zorunda kaldım. Açıkçası sonra ne yaptığımı hatırlamıyorum. İşlerin beni avutmadığıyla yüzleşmeye çalışmışımdır muhtemelen. Lâkin oturup gerçeklik, salt gerçeklik ve muhayyel zamanlara ait imgeler üzerine düşündüğümü hatırlıyorum.

Bu bağlamda gerçekliği yorumlayan iki sınıf insan olduğunu düşünüyorum. İlk sınıf kavramları şerh ederek, ikinci sınıf olayları te’vil ederek hayatı kendilerine göre yorumluyorlar. Şerh eden sınıfa dâhil olanlar, hayata ve insanlara dair tanımlamalar yapıyorlar. İstiyorlar ki, özenle ördükleri istinat duvarları yıkılmasın. Korunaklı bölgelerinde rahatça ikamet etmeye devam etsinler. Te’vil eden sınıfa dâhil olanlar istinat duvarlarından sızan suya bakıyorlar sadece. Bir çiçeğin kırılgan dünyası onları heyecanlandırmıyor. Sermayeden ne kadarı kaçıyor diye merak ediyorlar. Karanlıkta kalmayı karamsarlık zanneden muhibbanlarıyla, kara çalınan ne kadar duvar varsa aklamaya çalışıyorlar.

Her iki sınıf da, duvardan sızan suyun aksine bakmaya cesaret edebilseler, sanki, dışarıdan tebarüz eden içeriyi görebilecekler. Yegâne gerçeği, kendilerini. Göremiyorlar.

Muhayyel bir zümre daha var. Bunlar her iki sınıfı da idare ediyorlar. Hepimizi, cümle mahlûkatı… İnsanlara merhaba diyorlar. Selam size!

Bir ovanın düz oluşu onları heyecanlandırmaya yetiyor.

*

“Gün içinde girdiğimiz küçük cehennemler” diyor şarkı söyler gibi, gün içinde girdiğimiz küçük cehennemler, dilimizle gelen musibetin diyetidir. Artık, şarkılar bizi alıp bir yere götürmüyorlar bu yüzden, gittiğimiz yerden dinliyoruz onları.

*

Çirkin ütopya yoktur, bakımsız devlet vardır.

*

Hayat pınarı hüzünden neşet eder. Gerçekse, söylene geldiği gibi her zaman acıya tekabül etmez, gerçek, özü gereği neyse ona tekâbül eder. Bahusus, gerçeği kabul edemeyen muhalif zihin onunla alay etme eğilimine girer. Bu önermeye göre çaresiz bırakılmış muhalif zihin = mizah, bu toplu önermeye göre ise:

‘hüzün = mizah’ diyebiliriz.

*

Gerçekliği bükme teşebbüsleri nezaketten ve merhametten nasibini alamadığı takdirde pornografik bir hal alır. İşte bu noktada, çaresiz bırakılmış muhalif zihin modern anlamda seküler mizahı oluşturur.

1930’lu yılların başından 1990’ların sonuna kadar Türkiye’de mizah olanca çirkefliğine ve toplumsal normları iyileştirici hassasiyetine rağmen bir kimlik sahibiydi. Sağcılar, solcular, İslamcılar, Kürtçüler, liberaller, sosyalistler, hatta 1930’lu yılların normlarında faşistler bile kendi düşünce dünyaları içinde bulundukları sınıfı temsil ve müdafaa ediyorlardı. Rahmetli babamın hatıralarından dinlediğim kadarıyla, hangi ideolojiden olursa olsun, 1970 ve onu takip eden çeyrek asır boyunca insanlar, Gırgır ve Fırt gibi mizah dergilerinin çatısı altında toplanıp ortak bir değer yahut siyasal, toplumsal bir çürüme karşısında tavır takınabiliyorlardı.

Otuz yaşımı aştım, son çeyrek yüzyılın toplumsal ve siyasal kırılmalarının birazını kitaplardan okumuş, birazını da nispeten yaşamış ve sol tandans mizah dergileriyle büyümüş biri olarak, muhafazakar tosunların despotluğu ve basiretsiz muhaliflerin kekreliği yüzünden Türkiye’de mizahın günümüzdeki kadar kimliksiz bir üretim sürecine girdiğini hatırlamıyorum.

Felaket tellallığı yapmak istemem, hayata karşı umutsuz da değilim, aslına bakarsanız ne mizahla doğru dürüst bir ünsiyetim kaldı, ne de dünyanın saplandığı cüruf çukurlarından kurtulması için derin kaygılar içindeyim. Belki, diğer herkes gibiyim.

Sadece hüzünlüyüm, artık komik değil trajik, hüzünlü değil kahırlı olduğumuz için.

*

Ne kadar ilginç değil mi, tüm dünyada muhatapları tarafından iletişimi sağlayan tek bir “dil” var, o da konuşma yetisi olmayanların ukdesinde.

Aklıma Arthur Schopenhauer’un Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar kitabının kapağını süsleyen o müthiş pasaj geldi:

“Görüş, etki ve temas alanımız ne kadar darsa, o kadar mutluyuzdur: Bunlar ne kadar genişse, o kadar ıstırap çekeriz. Çünkü bu alanla birlikte kaygılar, arzular ve korkular da çoğalır ve büyür. Bu yüzden körler bize ilk bakışta göründüğü kadar mutsuz değildir…”

*

Bazen, sırf onlar gibi aptal bir zümreye dâhil olmamak, bir aptal gibi hissetmemek adına okumak zorunda olduğumu hissediyorum. Onları -kimse onlar- lümpen, haz merkezci, cahil bir sınıfa dahil ettiğim an kendi körlüğüm başlıyor hâlbuki.

Yani ilk sayfadan…

*

“Cehalet erdemdir” deyip hayatta sadeliği önermek için evvela düşüncenin diyetini ödemek gerekiyor. Şekersiz çaya alışmak için bile belli bir disipline girmesi gerekiyor insanın. Bu yüzden, artık neredeyse her türlü tanımlamanın, sınırların geçişkenliğini kolaylaştıran konforlu alanlar oluşturduğunu düşünüyorum. Evet, cehalet erdemdir. Ama Fârâbî’nin yahut İbn Hazm’ın geçtiği patikalardan geçerken ayakkabılarını çıkarabilecek kadar cesur ve cüretkâr insanlar için erdemdir.

Gerçekten “İlim bir nokta idi…”

Softalıkla sadeliği ayıran çizginin sınırlarını belirleyen üç noktadan ilkiydi ilim. Geriye tanımlanması gereken iki nokta kaldı. Şehir ve insan… Her ikisi de insan zihninde konforlu alanların aksine bozulmaya, huzursuzluğa ve kavgaya denk geldiğinden; günümüz insanı şehirden ve insandan uzaklaşarak arınacağını zannediyor. Bu yüzden, sadeliğin insan zihnindeki taayyünü hep kaçış yönünde.

*

İktibas Günlüğü Seri No:4, Babis Makridis’in ‘’Pity/Zavallı’’ filmi tanıtım metni:

”Film, yalnızca mutsuz olduğunda mutlu olabilen, üzüntü bağımlısı, birilerinin ona acımasına muhtaç, hatta kendine acısınlar diye her şeyi yapmaya hazır, yeterince zalim olmayan bir dünyada yaşadığını düşünen bir adamın hikâyesini anlatıyor.”

*

Şimdi göğsünde bir çıban, deşildikçe oğul veriyor. Evvela derinin üzerinde, başlarda sıvı halde, yoğunlaştıkça ağırlaşıyor ve dibe çöküyor, sonra altta, yaranın yara olduğu yerde, kalbinde kabuk bağlıyor. Sabit-kalem.

Şimdilik buna ‘’ruminasyon’’ diyeceğiz. Yahut araf: intihara meyilli bir cankurtaran.

Kaskatı, tatsız ve gerçek.

‘’Ruminasyon, insanın geçmişe takılarak, sorunlarını çözmek adına harekete geçmeksizin, içinde bulunduğu duygu durumunu, olası sebep ve sonuçlarını tekrar tekrar düşünmesi’’ olarak tanımlanmaktadır.

Oysa kimse daha önce görmediği bir sahil kasabasını tanımlayamaz.

Düşünme o zaman. İllaki düşüneceksen, geniş sahilleri düşün, ayak basılmamış. Mavinin cümle mahlukatta huy olduğu kıyı kentlerini düşün. Akılların almadığı, gözlerin görmediği mercan resiflerini. Nice meyveleri düşün tadına bakılmamış, koklanmamış. Kim bilir nerede panayır yerlerini, mustang cinsi atlıkarıncaları, küstümçiçeklerini. Denizin berrak, insanı boğmayan kimyasını düşün.

Alnının teri, küstüğün hikayen, tekrarların tekrarına dönüşen hayatın, kuşkunun haymesine düşen umut, burnundan göğsüne, göğsünden kalbine akan ve orada kabuk bağlayan irinli kan. Oraya damlıyor, malumun ilamından imgenin kanatlarına.

Şimdilik dünya diyeceğiz buna: kaygıların cenneti.

Mücerret, tatlı ve muhayyel.

Bahadır Dadak

 

DİĞER YAZILAR

6 Yorum

  • Hacı Hasan Emmi'nin Torunu , 05/10/2019

    Merhaba, Dadak’ın bir yazısının altında münakaşa çıkmıştı o nerede bulamıyorum :(

    • Dilaver bey , 06/10/2019

      Dadak, suya sabuna dokunmaz. Memur adam. Bir tartışma çıkması imkan dahilinde değildir, yanlış anlamışsınızdır.

  • Ahmed Rasim B. , 04/09/2019

    Elinize sağlık, çok güzel olmuş

  • fiyador vihaylovinski domestos , 03/09/2019

    “bir çiçeğin kırılgan dünyası onları heyecanlandırmıyor.” her seferinde diyorum ki kütüphanemde durup duran, haklarında mübalağa edilmiş reklam soslu bir kaç eleştiri metni olmasaydı muhtemelen yazıldıkları kasabaların sınırlarında mukîm kalacak olan, derinliği kendine bile yol göstermeyen ufak batılı ülkelerin ufak batılı edebikleri gitsin, yerine bahadır dadak imzalı bir kitap gelsin. kaç sefer okudum bilmiyorum bazılarını. dedim ki bu cümleler nasıl olur? insan neresinden tutarsa böyle yazar, ya da neresinden düşerse böyle düşünebilir? bazen de kendini tekrar eden düşüncelerin yazarı sıktığını hatta aynı yerde durup durmaktan, aynı bunalıma farklı kelimeler giydirmekten huzursuzlandığını hissediyorum. itidali kaçırınca hele ki şiirlerde okuyucuyu da sıkıyor. fakat çokları bu metinler, kendince yer değiştirememekten kaybolan bu kelimeler, örüntünün estetiğiyle insanda inanılmaz bir lezzet bırakıyor. bir mahallenin tüm kapılarının önünden geçen, tüm haneleri kollayan, tüm ayrıksı yaşamakları saymak isteyen, içerdekilerin hayallerini merak edip duran bazıları için, duvardaki çatlağın ötesiyle kafayı sıyıranlar ve dünyanın belki ki de birinin uykuya daldığında gördüğü rüya olduğunu varsayanlar için kıymetli bir metin. kalemine sağlık bahadır dadak. bi şiyler yap artık bunları

  • zeynep k. , 02/09/2019

    Henüz yazıyı okumadım ama başlığı görünce bile heyecanlandım. Uzun zamandır bekliyordum teselli şarkılarını. Bahadır abiiii, hoş geldin!

    • yeşil eylül , 03/09/2019

      Bir kişiye, kalemi iyi olan bir kişiye edilebilecek en üst iltifat “kitap yaz” olsa gerek. :)

      Yazıyı okurken durup durup, düşünerek okuyor insan. En çok yazının giriş kısmı düşündürdü. Arkadaşının mutlu musun, sorusuna ” “Bilmiyorum” diye cevap vermesi yazarın, bir insanın “nasılsın” sorusuna ” bilmiyorum” demesi gibi tuhaf..

      ben de yazıyı bu “bilmiyorum” ikileminde okudum her nedense ?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir