Üvey Vatandaşlar için Teselli Şarkıları

* Sokakta yatan, meczup, dilenen, evsiz bir adamın seni kendine hayran bırakan bir yeteneğini gördüğünde, hemen onun haklı ve elinde olmayan sebeplerden ötürü bu hallere geldiğini düşünüyorsun. Çünkü zihnin iyi bir evin içinde yaşamayı, son model bir araba sahibi olmayı ve düzenli para kazanabilmeyi bir yetenek olarak addediyor.

Sonra bir akşam, sulbünden bir çocuk peyda oluyor; o çocuk büyüyor, yürümeye başlıyor, belki bıyıkları terliyor. Sonra bir akşam, sen ve dört köşeli hayat arkadaşın şöminenin önünde ısınırken o çocuk biraz daha büyüyor, koşmaya başlıyor, belki sakalları çıkıyor. Altın kaplamalı alaturka gramofonunuzdan blues şarkılar dinleyerek rahatlamaya çalışıyorsunuz. Sonra o çocuk bir akşam üniversiteye gidiyor. Sonra, başka bir akşam okuldan çıkıp markete giderken evsiz bir meczubun nazarıyla yerle yeksan oluyor. İçinden şöyle geçiriyor çocuk: ‘’Eve dön!’’ Eve dönüyor o da. Sadece sokakta yatan evsizlerin anlayabileceği ‘’anlaşılmaz bir tını’’ kulaklarını sarsmaya başlıyor. Metruk mahzenlerin zulalarından patlattığı dinamit lokumlarını usulca evinin altına yerleştirip ateşlemeye başlıyor sonra. Sen, o muazzam sarsıntının ilk dalgasında ‘’kendine sarkıntılık etmek’’ ne demekmiş anlamaya başlıyorsun. Dilenciler, evsizler ve meczuplar ‘’Kendine dön!’’ diye seslenmeye başlıyorlar. Vakit daraldığından bir türlü kendine dönemiyorsun. ‘’İnsanların boğazlarındaki boğum eprimeye’’ başlıyor. Sıkıntı ve musibetten nasibini alan hayat arkadaşın ‘’Şarkıya dön!’’ diye haykırıyor sonra. Şarkıya dönemiyorsun, şarkıyı hafızandan silmeye başlıyorsun.

Öz evladın canevini gözünü kırpmadan kundaklıyor. Evin yangını şehrin evsizlerini ısıtmaya başlıyor, asıl yetenek neymiş, işte, o zaman anlıyorsun.

* Şiir yazarken harcanan kalori şiirin içindeki kaloriden daha fazladır. Dolayısıyla şiir yazmaya yeltenmek gayet akıl dışı ve mantıksız bir eylemdir.

* Yalnızlar ikiye ayrılırılar:

  1. Gerçekten yalnız olanlar: yapayalnızlar.
  2. Edebi neşveyle yalnız oldukları vehmine kapılanlar: (yapay)yalnızlar.

Yapayalnızlar da kendi içlerinde ikiye ayrılırlar:

  1. Yalnızlığı anlamlandırmaktan vazgeçenler.
  2. Dünya dillerini ve kedileri terk edenler.

* Gözyaşına, söze, yazıya falan gelmeyen bir duygu durumu var; alelacele bulaşığa, oyaya, boncuktan yapılmış kuşların kanatlarına uzatıveriyor kadınları. Mesela zil çalıyor bazen, annem ‘’Kim o?’’ diyor, tanıyamadığı bir ses ‘’Ben ben!’’ diye seslenince kapıyı açıveriyor hemen. İşte, hep bu yüzden.

* Melankolik kitapların afyon etkisi bir yana, pratik hayatın bir insicamı var. O aşağıladığımız rutin bazı insanları başka bir uzayda mukim kılabiliyor. Şöyle ki; 3. dünya savaşı da çıksa, Orta Doğu’nun göbeğinde hidrojen bombası da patlatılsa, devletlerin üzerine darbe üstüne darbe de indirilse, pirinçlerin içinden taş ayıklayan bazı kadınlar her zaman mutludurlar. Bu noktada bir kadın tahayyül edelim; velev ki bu kadın büyük bir hata yapsın. Velev ki bu kadın eşini aldattığından dolayı onulmaz bir melankoliye tutulsun ve vicdanıyla baş başa kalsın. İçinde kopan fırtınaları eşine belli etmemek adına alelacele pirinçlerin içindeki taşları ayıklamaya başlasın. Taş ayıklama işi bir noktadan sonra o kadar sıradanlaşır, o kadar aynîleşir ki ‘’taş ayıklama bilgisi’’ kadının zihninden silinmeye başlar. Taşın -recm olmanın-  sözde faşizan hükümranlığından azade olan kadın pirincin bilgisine sürüklenir. Dolayısıyla mükemmel bir dikkatle pirince odaklanır. Nihayet pirinçte yok olmaya başlar ve zamanla varlık kaydından silinir. Vicdanın üzerindeki hicap perdeleri kalınlaşmaya başlar, melankoli izole olur ve ferahlık baş gösterir. Pirincin bilgisine odaklanan kadın, henüz taş ayıklama işi bitmeden evvel pilavı ocaktan kaldırıp mükellef bir sofra hazırlayabilmiştir. Bu noktada kadın, salonda televizyon izleyen eşinin yanında değil, başka bir uzayda -mutfakta- mukim kılınmıştır. Mutludur, dolayısıyla histerik, nevrotik, hastalıklı ve aptaldır.

* Yaşı kemale ermiş bazı insanlar; yaşlı, hasta, düşkün ya da meczup bazı insanların bazı huzurlu anlarını ‘’aldanmak’’ diye adlandırıyorlar. Kemale ermek, dışarıdan içeriye doğru okunan ve özeti çıkarılamayan bir roman sanki. Yaşlılarsa ölümlü olduklarının farkında olan çocuklar. Öyle ki ‘’aldanmak’’ bir metafor olmaktan çıkıyor. Başka kelimelerin hüviyetine bürünüyor: oyalanmak, oynamak… Dünya da bir oyun parkı oluyor o vakit.

* Bir zebram olsun istiyorum, simsiyah derisinin üzerinde bembeyaz çizgiler olsun.

* Bir bütün halinde sıkılmak mümkün. Hatta bazen ‘’sıkılmak’’ fiilinin tüm imkânları işlevsel bir hale gelebiliyor. Biliyorum, çünkü masanın üzerine bırakılmış ve sıkılmayı bekleyen yapayalnız bir portakal gibi hissediyorum bazen. Evet, yapayalnız. Demek ki portakalın yazgısı henüz suyu nitelemeden insanın yazgısına ulaşabiliyor. Fakat, en az iki parça halinde.

* Susan Sontag’ın 1964-1980 yılları arasında kaleme aldığı günlüklerinden oluşan bir kitabı var: Bilinç Tene Kuşanınca. ‘’Bilinç tene kuşanınca’’ ne kadar güçlü bir ifade! Bilinç tene kuşanınca, bülbülü eti için kesmek mi lâzım, diyesi geliyor insanın.

* Yılanların kolları yok, takvimleri var. Kelebeklerin takvimleri yok, kanatları var. Bukalemunlarsa renk körü: ‘’Onlar ki hiçbir şeyleri yok, korkunca çılgın sevinince hüzünlü.’’

* Öpülepsi: Düğünlerde ve bayramlarda akrabaların ellerini öpmekten dolayı beyin hücrelerinin elektro-kimyasal boşalma yapmasıyla oluşan nörolojik rahatsızlık.

* Biri çıkıp da Fernando Pessoa’nın hayatını film yapsa ve ‘’gerçek bir hikâyeye dayanmaktadır’’ dese diye hayal kuruyorum. Sonra o yönetmene, Pessoa’ya ve kendime acıyorum. Sonra Huzursuzluğun Kitabı’ndan 224. pasajı okumaya başlıyorum, okuduğum paragrafın ortalarında bir yerlerde şöyle bir ifadeyle karşılaşıyorum: ‘’Eskiden, küçük ve mutluyken, bizim avluya bitişik evde alacalı bir papağanın sesi yaşardı. Yağmurlu günlerde bile aynı canlılıkla konuşur ve tabiî tuzu kuru olduğundan, etrafı saran hüzünde telaşlı bir gramafon sesi gibi salınan, kendine has, değişmez bir duyguyu dile getirirdi.’’

* Uyuduğunda niçin geçiyor biliyor musun? Çünkü ‘’ruhunu şehrin aynasından geçiriyorlar.’’ Sonra ki gün ‘’aynı özlem penceresinden’’ bakamıyorsun.

* Kendini bir ‘’şey’’ olmaklıkla tanımlıyorsun, istidadın var ve tüm ritüelleri gerçekleştiriyorsun. Nihayet teveccüh görüyorsun, ayağına bir taş çarpmıyor, eline bir kıymık batmıyor, her ne kadar ciğerinin filmini çekse de X Ray cihazından geçmeden devlet dairelerine girebiliyorsun, zemheri bir kış geliyor sahanlığa, sahanlığı geçip odana giriyor, hastalanmıyorsun, saatte 120 km hızla giderken tomruk taşıyan bir tırın altına yuvarlanıyorsun, burnun dahi kanamıyor. İşte, ölümsüz bir ‘’şey’’ oluyorsun. Hâlbuki bilmiyorsun, şeytan senden elini eteğini çekti diye senden vazgeçmiş olmuyor. Ne ki, dağlar kadar günaha da batsan Allah da kulundan vazgeçmiyor. Kendisinden vazgeçilmeyen kul umuda yol buluyor. Çünkü umut varsa hayat var. Hayatın olduğu yerde varlık, varlığın olduğu yerde yokluk, yokluğun olduğu yerde hiçlik var.

‘’Hiçbir şey’’ olabilenlere ne mutlu!

* Demek ki bir kelimem olsaydı, ister âriyet versinler ister geçimlik, o kelime ‘’tenakuz’’ olurdu.

 Bahadır Dadak

DİĞER YAZILAR

4 Yorum

  • boş insan , 20/08/2016

    Üşenmemiş oturmuş bunları düşünmüş. Yazmış. Utanmamış yazıyı tekrar okuyup düzenlemiş belki de… sıkılmamış ne kadar da insanların göremedikleri şeyleri görüyorum demiş. Ne boş insanlar var ya rabbi!.. beş dakikam gitti okurken. Beş dakika da yorum yazdım gitti yazık oldu…

  • Ömür Hanım , 18/08/2016

    Ah Bahadır! Sizlerden ne az var dünyada.

  • A.b , 18/08/2016

    Susmayı muska olarak taktı boynuna çocuk. Zira ayaklarının altında ki ‘şey’ her ne ise elemlerine katık. Katığı ise kemal’e gebe. Çocuk bilmiyor. Muskasıyla mündemiç…

    Muska: sukut.

  • Ferda , 18/08/2016

    ”Taşın -recm olmanın- sözde faşizan hükümranlığından azade olan kadın pirincin bilgisine sürüklenir.” Bu cümlenin geçtiği bölüm çok etkileyici gerçekten.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir