Yalnız ve Tedirgin Bir Ruh

Mücahit Emin Türk, hayatını Türk tefekkürüne adayan Cemil Meriç’in yalnızlığını anlattı.

***

“Benim yazılarım birer vasiyetname mahiyetindedir. 60 yaşındayım. Hiçbir parti taraftarı değilim. Rousseau gibi yalnızım. Tek başına bir adamım…”  Cemil Meriç

 

Hayatı boyunca düşünce dünyasının ufuklarında ardı arkası kesilmeyen fetihlere çıkan yalnız ve tedirgin bir ruhtu Cemil Meriç. Düşünce ufkunda fetihlerin bitmeyeceğine inanan Meriç, “Hepimiz bir Sisifos’uz” diyordu, diyalogun olmadığı bu ülkede. Türk aydını üzerine uzun uzun düşünen ve yazan Meriç, aydınlar ihanetinden çok mustaripti. Belki de kendi yalnızlığını ve tedirginliğini de buna bağlıyordu. Zira aynı çağı paylaştığı aydınlarla ortak bir zeminde, ortak bir düşünce üzerinde bir türlü bulaşamıyordu. Dertleri, tasaları onlardan çok farklıydı. Yazdıkları, konuştukları ve üzerine dikkatleri çekmeye çalıştığı tehlikeler çok başkaydı. Hayatı boyunca kendisini anlayan bir aydın ismi veremiyordu. Hepsinde bir eksiklik vardı. Kendisi de eksik ve yarım kalıyordu aslında. Diyalogsuz olma ve bir birinden kopuk olarak yaşama, düşünen insanları öldüren bir zehirdi belki de.

Zaman ilerledikçe yalnızlığı artan Cemil Meriç, kitapların dünyasına sığınıyor ve çağdaşlarıyla anlaşamadığı için geçmişin o büyük zekâlarıyla kitaplar aracılığıyla kurduğu dünyasında sohbet ediyordu. Türk aydınını bir hapishanede şarkılar söylemeye mecbur kalan mahkûma benzetiyordu. Bu berzahtan ne gün kurtulunacağı bir muammaydı. Bunun nasıl olacağı ise başlı başına ayrı bir sorundu. Hayatını Türk tefekkürüne adayan münzevi bir aydın olarak kendisini tanımlayan Meriç, tefekkürü bir arayış olarak açıklıyordu. Bu yüzden ömrü boyunca da hep bir arayış içindeydi. Batı düşünce tarihinden başlayıp Hint sularına kadar giden Meriç, sonunda “Batı, benim antitezimdir” sonucuna varıyordu. Ancak bu uzun ve meşakkatli yolculukta yine yalnızdı. İdeolojilerin öne çıktığı, kamplaşmaların ve düşmanlıkların belirleyici unsur olduğu bir ülkede düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığını haykırıyordu. Plato’nun Mağarası’ndaydı sanki. Mağaradan kaçmış ve dışımızdaki dünyada bin bir güzellikler keşfetmişti. Bıkmadan usanmadan anlatmaya çalıştı, kavganın ve düşmanlığın dışında nasıl bir dünya olduğunu. Anlatamadıkça ya da sesini duyuramadıkça yalnızlığı çoğaldı. Git gide tedirginliği artıyordu. Ülkesi için, insanları için kaygılar taşıyordu. Aydınları gördükçe umutsuzluğa kapılıyordu. Düşünce denen kıldan ince kılıçtan keskin köprünün üzerinden kalabalıkların geçemeyeceğini keşfetmişti.

Hayatı boyunca sağ-sol gibi sınıflandırmalara karşı çıktı. Hiçbir izm’in peşinden gitmedi. Her defasında bu sınıflandırmaların oluşturduğu tabuları yıkmaya çalıştı. Öğrenme ve öğretme en önemli şeydi onun için. Öğrendiği her güzel şeyi çağdaşı olan aydınlarla paylaşmak, tattığı zevkleri onlara da göstermek istemişti. Bu çabalarının sonuçsuz kalması, içine düştüğü yalnızlığın büyümesine neden oluyordu. Türk aydınını uyarmak için düşüncelerini dile getiren Meriç, zamanla üslubunu da sertleştirmeye başlıyordu. Tanzimat’tan günümüze bu ülkede bir aydın ihaneti olduğunu söylüyor ve batılılaşma düşüncesinin de bu ihanetin belgesi olduğunu belirtiyordu. Haykırdığı her hakikatle etrafında yer alan insanların sayısı azalıyor ve gün geçtikçe yalnızlığı daha da çoğalıyordu. Mukaddesi olmayan bir batı dünyasının varlığına şahit olmuştu ve bu cüzzamlı dünyanın bizi kendi kalıbına sokmak istediğini fark etmişti. Batı dünyası, bu hastalığı bize sadece aydın sınıfın ihanetiyle bulaştırabilirdi. İşte bunu bilen Cemil Meriç, Türk aydınlarını uyarıyordu. Ancak bu sese kulak vermeyenler onu da görmezden gelmeye hatta sesini bastırmaya çalışıyordu. Gittikçe sayhaya dönüşen sesi tedirginliğini çoğaltıyordu.

Gerçek bir münevverin, sesini her kesime duyurması gerektiğine inanıyordu. Sınırların ötesine kadar yükselip düşman düşüncelere karşı halkını ve ülkesini savunma gerekliliğinden bahsediyordu. Belli bir zümrenin sözcüsü ya da ideoloğu olmamak gerekliydi onun için. Bunu yapabilmek için okumak ve yazmak gerekliydi. Halkına yabancılaşan bir aydın ise bunları yapamazdı. Halkına ve kendisine yabancılaşan aydın hem okunmaz hem de anlaşılmaz bir duruma düşerdi. Yabancılaşma belki de modern bir yalnızlaşmaydı. Ancak Cemil Meriç’in yaşadığı daha farklı bir durumdu. O, görmezden gelinmiş, insanların dikkatlerinden kaçırılmış münzevi ve mütecessis bir münevverdi.

Aynı dili konuşamadığı zümrelere acıyarak bakar Meriç. Bir aydının yabancı dil bilmemesi ona göre sorun değildi. Çok kitap okuyup okumaması da problem teşkil etmezdi aslında. Ancak konuştuğu dili çok iyi derecede bilmesi gerekmekteydi. Eğer dilini en iyi şekilde bilirse tüm bu açıkları kapatabilirdi. Kelimelerin adilerini ve asillerini birbirinden ayırabilmeliydi aydınlar. Kuşaklar arasındaki uçurum ve anlaşılmazlık da ancak böyle aşılacaktı. Kendisi bunu başarsa da resmi ideolojinin dışladığı bir aydın olarak hep gözlerden uzak tutulmuş, kitapları gereken ilgiyi bir türlü görmemişti.

Yazdığı her kitabı aydınlara gönderirken kısa notlar düşmeyi de ihmal etmiyordu kitaplarına. Anlaşacak, uyuşacak bir isim, bir kişi arıyordu aslında. Belki de yalnızlığını kıracak, kapandığı fildişi kulesinden çıkacaktı. Ancak 71 yıllık ömründe bunu yapabildiğini söylemek zor. En güzel şarkılarını yalnız söyledi Cemil Meriç. Yalnız ve tedirgin bir ruhla…

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir