Bizden Korkmaya Devam Edin!

Hem bizim tarihçilerimiz hem batılı tarihçiler tarikatların, siyasî ve sosyal hayattaki tezahürlerine dair tasvir edici, bilgilendirici kayıtlar verseler de bu konuda teorik bir çerçeve, bir analiz sunabilmiş değillerdir. Osmanlı Devleti’nin iktidar yapısını “bürokrasi-asker-ulema” üçlüsüyle izah eden yaygın yaklaşıma Alman tarihçi Franz Babinger, dördüncü bir taraf olarak ehl-i tariki de eklemek ister. Fakat bu çabasını, ne genel geçer bir kaideler manzumesiyle ne de bir siyaset analizinin üzerine bina eder. Bugün de tasavvufa sosyolojinin, antropolojinin, tarihin kritik usulleriyle yaklaşanlar bu konuda tatmin edici sonuçlara varamıyorlar.

Osmanlı Devleti, Memlüklerin Mısır hâkimiyetine son verip hilafeti uhdesine alınca özelde Sünniliğin, genel olarak da bütün müslümanların temsilciliğini üstlenmiş oldular. İstanbul beş asırlık hilafet merkezi olarak müslümanların ufkunda önemli bir yere sahip oldu. Gücü yeten hacılar, Mekke ve Medine ziyaretlerinin yanına hilafet merkezini de eklemeye başladılar. Tarihi hadiseler, ilmî faaliyetler de İstanbul’u özelde Hanefî-Mâturîdî genel Ehl-i sünnet’in mümessili olma yönünde tahkim etti. Safevî-Osmanlı çatışması siyasî ve coğrafî olarak sünnî-şiî mücadelesinin sınırlarını da tahkim etti. Burada tasavvufun da belirleyiciliği dikkat çeker. Tarikat edebinin terk edildiği, şeriattan taviz verildiği, nispetin kesildiği grupların Bâtınîliğe, Şiîliğe ve siyasî olarak da Safevîlere doğru meylettiği görülür. Burada teşhisi ve takibi zor bir dinamik vardır. Mesela Safevîlik de başta Ehl-i sünnet bir tarikatken daha sonra bozulmuş, Şiîlerin siyasî örgütlenmesi ve devleti için bir dayanak noktası teşkil etmiştir.

Prof. Dr. Bedri Gencer, büyük ve kuşatıcı eseri “İslam’da Modernleşme”nin üçüncü edisyonuna eklediği bölümlerle, tasavvufun sosyal ve siyasî tesirlerine önemli bir modelleme sunmuş oldu. Yukarıda sözünü ettiğimiz, Osmanlı topraklarında tasavvufun, sünnî-şiî ekseninde gelişen mücadelede belirleyici bir sosyal rol oynadığının ilk işaretini Halvetîlikte görürüz. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı, hem kesin bir çizgi çizdiği hem de sert bir başlangıç yaptığı Şiî mücadelesi 16. yüzyılın başına tekabül ediyor. Ne kadar manidardır ki Halvetîliğin yaygınlaşmaya başlaması da 16. yüzyıla denk gelir. Bedri Gencer, “İslam’da Modernleşme” kitabında Halvetîliği, Osmanlı Devleti’nin millî tarikatı olarak tavsif eder. Bir kimse Halvetî’yim demiş olmakla müslüman olduğunu, sünnî olduğunu ve İstanbul’daki hilafeti benimsediğini söylemiş olur. Meselenin bu noktasında, 17. asırda ortaya çıkan Sivasîler-Kadızadeler mücadelesini hatırlamak gerekir. Halvetiyye Şeyhi Abdülmecid Sivasî’nin takipçileri ile ulemadan Kadızade Mehmet Efendi’nin takipçileri arasında çatışmalara varan ve devlet idaresine sirayet eden bir mücadele görülmüştür. 17. asır, Osmanlı Devleti için büyük siyasî buhranların, savaşlarda alınan yenilgilerin, taşradan merkeze göç hareketlerinin olduğu çalkantılı bir devredir. Söz konusu mücadelenin bu yönünü hatırda tutup meselenin bu yazıyı ilgilendiren kısmına bakalım: Kadızade-Sivasî mücadelesi, nihayetinde, bu coğrafyanın karakterini bir kere daha tebarüz ettirmiş ve Şiîliğe karşı çekilen hat, aynı zamanda Kadızade hareketi gibi Selefî karakterdeki anlayışa karşı genişletilip tahkim edilmiştir.

Bedri Gencer, “İslam’da Modernleşme” kitabının üçüncü edisyonunda, Osmanlı’da Halvetîlik ile şekillenen çizginin daha sonra Nakşibendiliğe evrildiğini anlatır. Bilhassa 19. asırda artık coğrafyamızın karakterini ortaya koyan, millî tarikat Nakşibendilik olmuştur. Nakşibendiliğin Hâlidîlik kolu Kafkaslar, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkanlarda Mevlana Hâlid-i Bağdâdî’nin dört yüz halifesi ile yayılmıştır. Tarihi kökleri itibarıyla Nakşibendilik, Ehl-i sünnet’ten ve şeriattan taviz vermeyen tavrıyla bilinir. Safevî hükümdarı Şah İsmail, sadece batısındaki Osmanlı ile değil, aynı zamanda Türkistan ile de mücadeleye girişmiştir.

14. asırdan itibaren Türkistan coğrafyasının sosyal dokusuna hâkim olan Nakşibendilik, Şah İsmail’e karşı Türkistan hanlıklarında ve daha sonra güneyde, Hindistan’da teşekkül eden Babür İmparatorluğu’nda tesirli olmuştur. Bugün maalesef Türkistan hanlıkları ile Osmanlı münasebetleri tam olarak ortaya çıkartılmadığı için Şiîliğe karşı buradaki mücadelenin nasıl yürütüldüğü yaygın olarak bilinmiyor. Kendisi de Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın müridi olan Babür’ün Hindistan’daki imparatorluğunda daha sonra ortaya çıkan hem Şiî kaynaklı hem Hint mistisizminden esinlenmiş “şeriatsız tasavvuf” anlayışlarına karşı “ikinci bin yılın müceddidi” sıfatıyla maruf İmâm-ı Rabbânî’nin Nakşibendiyye-Müceddidiyye kolu çok tesirli bir mücadele vermiştir.

İmâm-ı Rabbânî’nin takipçileri burada hem Ehl-i sünnet’in müdafii hem de yaygın iftiraların aksine İngiliz sömürgeciliğinin karşıtı bir pozisyonda yer almışlardır. İşte bu tarihî misyonu da tevarüs eden ve kendisi de Hindistan’dan, Abdullah ed-Dihlevî’den hilafet alan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin açtığı çığır Osmanlı’da 19. asırda yeni ve önemli bir rol daha oynamıştır. İstanbul’daki hilafetin mümessili olduğu tavır, Şiîlik ve Selefîlik-Vehhâbîlik gibi iki tefrikayı dışarıda tutarken karşılaştığı yeni, Batı’dan gelen, modernistik, seküler ve sömürgeci akıma karşı İstanbul’un bir mevzi olarak tutunmasında önemli bir sosyal ve siyasî rol oynamıştır.

Nakşibendî-Hâlidiliğin bu akıma karşı gösterdiği çabayı iki yönüyle izah etmeden önce vurgulamamız gereken birkaç husus var. Osmanlı modernleşme sürecinin en önemli başlıklarından birisi devletin merkezîleşme hamlesidir. Bunun motivasyonunu, Batı esinli ulus-devlet modelinin tesiri kadar Osmanlı iktidar yapısının 17. ve 18. asırda otoriteyi korumak için gösterdiği reaksiyonların neticesinde de aramak gerekir. Bizim meselemizi alakadar eden, Yeniçeri Ocağı’nın tasfiye edildiği safhada ocağın bağlı olduğu ve en önemli örgütlenme motivasyonu olan Bektaşîliğin de tasfiye edilmesidir. Bu hadiseyi analiz ederken Batı menşeili okuma, devletin Bektaşîliğe mukabil Nakşibendîliği ikame ettiği yönündedir. Klasik kabul, Bektaşîliğin çürüdüğü ve tamamen temel/sünnî yapıdan ayrıştığı yönündedir. Hâlbuki Osmanlı toplum yapısı içerisinde tarikatlar arasındaki münasebet, geçişkenlik, irtibat böyle keskin ve kesin bir ayrışmanın olmadığına işaret ediyor. Daha 1824’e, yani Yeniçeri Ocağı’nın lağvedildiği 1826’dan iki sene öncesine kadar, Nakşî dergâhlarında Bektaşîlerin görüldüğü ve Bektaşîlerin kendi tekkelerindeki kitleye dair avamîleşme endişesi taşıdıkları kayıtlarda görülüyor. Burada Osmanlı merkezîleşme çabasıyla, Hâlidiliğin neşvünemâ bulmasının tetabuk etmesini iki toplum grubunun birbirine baskısı, birbiriyle çatışması olarak okumak yanlıştır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin, ahirete intikal tarihinin Yeniçeri Ocağı’nın tasfiyesinden bir yıl sonraya yani 1827’ye denk geldiğini de hatırlayalım.

Nakşibendî-Halidîliğin, inkıraz bulma tehdidiyle yüz yüze olan Osmanlı’nın modern Batı’yla olan mücadelesinde oynadığı rolü iki yönüyle ele alabiliriz. Batı’nın soykırımcı ve sömürgeci tabiatına mukabil, Anadolu’nun Müslümanlaşmasında ve Türkleşmesinde rol oynayan Horasan erenlerinin, Alperenlerin fütüvvet ve fetih ruhundan neşet aksiyon tekrar aktüelize edilmiştir. Ruslara karşı verdiği mücadele ile bilinen Şeyh Şamil, Mevlana Halid-i Bağdadi’nin halifesi Cemaleddin Kumukî’nin müridi ve damadıdır. 93 Harbi’nde ve öncesinde Ruslara karşı savaşanlar arasında Nakşî şeyhleri Muhammed Diyauddin, Abdurrahman Taği, Ahmet Ziyuddin Gümüşhanevî ve Ömer Dağıstanî gibi şeyhleri vardır. Bu şahsiyetler, gerek müritleriyle gerek münferit olarak birçok cephede cihat etmişler, bu yönüyle de müslümanlara örnek olmuşlardır. Ahmed’ül Haznevî, Ali Sezai Efendi gibi zatlar ise Fransızların işgallerine karşı direnmiş, milleti örgütlemiş isimlerden sadece birkaçıdır.

Modernleşme ve sekülerleşme karşısında, Halidîliğin takındığı tavrı Bedri Gencer şu satırlarla ifade eder: “Doğu-Batı karşılaşmasının en kritik zamanında Bağdadî, bütün İslâm dünyasını etkisi altına alan muazzam bir tecdit, ihyâ hareketine girişti. Onun büyüklüğü, temel İslâmî ilimlerde İslâm âleminin ‘Hâtimetü’l- (-in sonuncusu’ diye anılan büyük âlimleri irşadından anlaşılabilirdi. Hâtimetü’l-Fukahâ İbni ‘Âbidîn (1783-1836), Hâtimetü’l-Müfessirîn Şihâbeddin Mahmûd Âlûsî (1802-1854), Hâtimetü’l-Muhaddisîn Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî (1813-1893), onun doğrudan veya dolaylı müridleriydi. … Sünnetin tavizsiz bayraktarlığından dolayı Nakşibendilik, yöneticiler için ‘iki ucu keskin kılıç’ olarak işlemiştir. Sultan 2. Abdülhamid devrinde hızlanan modernleşme sürecinde ‘devlette ıslah, milette ihyâ’ formülü uygulanmıştı. Devlette ıslâh ise çoğunlukla bid’at-ı seyyie olarak modernleşmeye karşı bid’at-ı hasene sayılan yeniliklerin icrâsını gerektiriyordu. Bu yüzden yöneticiler, Nakşibendîleri millette ihyâda yanına alırken devlette ıslâhta karşılarında bulmuşlardır.” (İslâm’da Modernleşme, 3. baskı, İstanbul 2014, sy.423-424)

Yazının başından beri çizdiğimiz tablo bugünkü ahvâli düşündüğümüzde bizler için ne ifade ediyor? Burada bir anlamlandırmaya varabilmek için İngiliz istihbaratçı ve tarih felsefecisi Arnold Toynbee’nin bir analizini hatırlamak bize fayda sağlayabilir. Toynbee, Avrupa Medeniyeti idealinin temsilcilerinden biri olarak Avrupa’ya neyden sakınması, korkması gerektiğini İslâm dünyasına dair yaptığı bir tasnifle işaret ediyor. Ona göre Eşarî itikadına bağlı “Güney İslâm”ından çekinmeye gerek yok. Ama Semerkand-Buhara-İstanbul hattındaki Maturidî itikadının temsilcisi Kuzey İslâm’ından Avrupa’nın korkması gerekiyor. Çünkü Eşari’leri bir Arap kabile reisini satın alarak idare etmek mümkün ama bilimi ve aklı (!) dışlamayan Maturidîler başa belâ olabilir! Bu analiz, Avrupa’dan neş’et eden modern bilimi matah, aslî, gerçek belirleyici faktör sayan bir kabulün üzerine inşa edildiği için bizce düşük bir yorumdur. Fakat korkmaları yine de yersiz olmayacaktır. Sünnetten taviz vermeyen, Semerkand-Buhara-İstanbul hattını tutan Nakşibendilerden korkmaya devam etmelidirler.  Elbette Nakşibendîliğin bu tarihî rolünü hatırda tutanlardan korkmaya devam etmelidirler. Esir düşen müridi Şeyh Şâmil’e “Ne zamanki Hatme-i Hâcegân’ı terk ettin, otuz yıldır yendiğin Ruslara mağlup oldun.” diyen Cemâleddin Gazi-Kumukî’nin (k.s) ve Ruslarla savaşırken dahi medrese talebelerine çadırda eğitime devam eden Muhammed Diyaüddin’in (k.s) hassasiyetinden korkmaya devam etmelidir, bugün Türkiye’nin varlığından rahatsız olan herkes.

Mehmet Raşit Küçükkürtül

 

Not: Bu yazı, Mostar dergisinin Kasım 2015 sayısında “Bakış Açısı” bölümünde farklı bir serlevha ile neşredilmiştir.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir