Devlet’in Ayıklığında Uyumak!

XV. yüzyılın ikinci yarısının önemli bilginlerinden İzârî Çelebî, Sultan II. Bayezid’e sunduğu bir eserinin dibâcesinde, dönemi tasvir ederken şöyle bir deyim kullanır: “İnsanlar, devlet’inin ayıklığında uyurlar” [en-Nasu yenamune fi yaqazati devletihi]. Devlet’in ayıklığında uyumak ne demektir? Bu tümce üzerinde düşünürken, ister istemez Kanunî Sultan Süleyman döneminde cereyan ettiği söylenen bir hadiseyi hatırladım: Halka açık bir görüşmede yaşlı bir kadın, Sultan’a yaklaşarak, atalarından kalan, manevî değeri çok yüksek antika saatinin gece evine giren hırsız tarafından bizzat yatak odasından çalındığını söyler. Sultan, gece yarısı hırsızın evin en mahrem yerine, yatak odasına girerek saati çalmasını yadırgar ve “Ne derin bir uykunuz varmış ki, hırsızın eve girdiğini, yatak odanıza sızdığını ve saati çaldığını fark edememişsiniz! Böyle derin uyunur mu?” Yaşlı kadının yanıtı çarpıcıdır: “Biz devletimizi uyanık bildiğimiz için derin uyuyorduk Sultanım.” Evet, tekrar pahasına soralım: Devlet’in uyanıklığında uyumak ne demektir?

Evren’de olduğu gibi insanın da temel arayışı sükûnettir. Türkçemizde kullanmaya devam ettiğimiz, “sakin olmak”, “iskân etmek”, “mesken sahibi olmak”, “meskûn bölge” gibi deyişlerde geçen tüm sözcüklerin ortak kökü s-k-n’dir; amaç hareketten kurtulup sükûnete ermek, durulmaktır. Yine Türkçemizde kullanılan “yer tutmak”, “yurt tutmak”, “il tutmak” deyişlerinde geçen tut-mak da benzer bir çağrışıma sahiptir. Kişioğlu, tarihî kayıtlara göre, ancak ve ancak yaşama korkusu’ndan uzak bulunduğu yerde dikilir (ikâmet etmek), hareketten çekilir. İlk şehir devletlerinden itibaren, insanın amacı, maddî ve manevî gereksinimlerini azamî düzeyde karşılamak, maddî ve manevî emniyetini sağlamak, maddî korku ve manevî kaygıdan uzak durmaktır. Vücûdu/varlığı çığlık atan bir insan, onu susturmak için sükûneti (durulmayı) değil hareketi seçer ve vücûdunu susturmak için her türlü tehlikeyi (bulanıklığı) göze alır. Şimdiye değin söylenenler şöyle özetlenebilir: Bir yer’de ikâmet etmek/dikilmek o yerde sükûnete ermek demektir; dolayısıyla ancak mukim olan/dikilen, sakin’dir. Öyleyse hemen şu soru sorulabilir: İnsan ne zaman bir yerde mukim/sakin olur? Bu sorunun yanıtı açıktır: “Yarını ön-gördüğü zaman.” Başka bir deyişle, kişioğlu, maddî ve manevî açıdan hayatı ön-gördüğü yerde mukim olur, sakin kalır. Bu çıkarıma da bir soru sorabiliriz: Ön-görülebilirlik nasıl bir yerde ortaya çıkar ya da insan, nasıl bir ortamda hayatı ön-görebilir?

Ön-görülebilir bir hayat, tutarlı bir hukuk ile bu hukukun güçlü icra’sının bulunduğu yerde ortaya çıkar. Hukuk ve icrası uzun bir tarihî geçmişe, gelişime sahiptir. Bu nedenle, konuyu temellendirmek için tarihî bir gezinti yapmak zorundayız: Yer tutan, sakinleşen, dolayısıyla şehirleşen insanlar arasındaki ilişki üç temel kurum üzerinden yürümüştür. İlk kurum tapınak’tır. Tapınak, ilk şehir Uruk’ta görüldüğü üzere, hem hakikati hem siyaseti hem de ticareti elinde tutmuştur. Zamanla, değişik nedenlerle, konak ortaya çıkmış, siyasî irade tapınağın karşısında bağımsızlaşmıştır. Tapınak ile konak arasında, toplumun ürettiği artı-değer’in denetlenmesi ve dağıtılması hususunda bir çatışma baş göstermiş, pazar icat edilerek bu çatışma aşılmıştır.

Konuya devam etmeden çıkma kabilinden şu noktaya işaret edilmelidir: Yukarıdaki denklemdeki üç değişkenden herhangi birisine ağırlık vermek, toplumlar için farklı tarihî maceralar yaratmıştır. Örnek olarak, İbranîler, tarih boyunca tapınak ağırlıklı örgütlenen bir toplum olmuşlardır. M.Ö. 2000’lerde Ur’u terk eden Hz. İbrahim’in babası ya da amcası Azer’in bir tapınak rahibi olduğu dikkate alınırsa, İbranî kültüründeki tapınak (mabed) vurgusunun kökeni rahatlıkla tespit edilebilir. Bu nedenle, İbranîler büyük oranda din-adamı ağırlıklı, devletsiz, hanedansız bir tarihe sahiptirler. Nitekim tarihte bir hanedan yaratmaya kalkışmaları da bölünmelerine neden olmuştur. Günümüzde bile Kudüs’te Süleyman Mabedi’nin yeniden inşa çabası bu kültürel tarihî arka-planla ilgilidir. Büyük oranda siyasete ağırlık veren Türkler ise, İbranîlerin tersine hep devlet olmayı başarmış, ancak sürekliliği olan dinî ve ilmî bir önderlik geleneği inşa edememişlerdir. Fenikeliler ve Soğdlar gibi büyük oranda ticareti önceleyen toplumlar ise tarih içerisinde eriyip gitmişlerdir. Tarihe bakıldığında tapınağı önceleyen toplumların din adamı, siyaseti önceleyen toplumların asker-ordu, ticareti önceleyen toplumların ise aile ağırlıklı yapılar kurdukları görülecektir. Bu durum günümüzde de, elbette ayrıntılarda çok büyük farklılıklarla, devam etmektedir.

Tekrar konumuza dönersek: Tutarlı bir hukuk ile güçlü icrası, toplumu bir arada tutan, tapınak, konak ve pazar arasındaki ilişkilerin insan’a göre düzenlenmesiyle olanaklıdır. Bu ilişkiler, toplumu oluşturan bireylerin lehine, her üç kurumun arasında bir denge-durumu yaratacak şekilde düzenlenirse, ki buna adâlet diyoruz, ancak o zaman hukuk’tan bahsedilebilir. Günlük dilde sıkça kullandığımız adâlet, sanıldığı gibi, kavga eden iki kişiyi ayırmak ve haksız olanı cezalandırmak değildir; tersine adâlet, toplumun ürettiği, dinî, siyasî ve ticarî artı-değeri elinde tutan hâkim çevrelere, kişilere karşı toplumu korumaktır. Bu koruma, her şeye ve her kişiye yerini vermek demektir. Nitekim adâlet, bir şeyi doğal yerine koymak, zulüm ise bir şeyi doğal yerinden etmektir.

Şimdiye değin sorduğumuz soruları ve verdiğimiz yanıtları derleyip toparlarsak şöyle bir resim ortaya çıkacaktır: Ön-görülebilir bir hayat, ancak ve ancak tutarlı bir hukuk ile bu hukukun güçlü icra’sının bulunduğu bağlamda ortaya çıkar. Bu bağlamı da toplumun temel kurumları arasındaki ilişkilerin denge-durumu yaratır. Böyle bir bağlamda yaşayan kişi, sükûnetini ve ikâmetini sürdürülebilir kılar. İnsan ancak yarınını ön-gördüğü böyle bir yerde uyur. İşte, devlet’in ayıklığında/uyanıklığında uyumak demek budur. Böyle bir bağlamın yaratılması, her şeyden önce, toplumun ürettiği dinî, siyasî ve ticarî artı-değeri ellerinde tutan kişilerin yani iktidar sahiplerinin, hukuk bilincine sahip olması; toplumun da bu bilinci taşıyan ve icra eden bilginleri yetiştirmesiyle olanaklıdır.

İhsan Fazlıoğlu

Kaynak: Anlayış Dergisi, Sayı 51, Eylül 2007

DİĞER YAZILAR

23 Yorum

  • Tülay Kumaşçı , 16/09/2014

    Adnan hocam, bu konularda birbirine düşmesin gençler, bizim ekibe katılıp çiğ köfte yesinler, dedi.

  • dibace , 14/09/2014

    Sam amca sen kimsin? Ismail karayi oyle anladik zaten de maksat ismeti de ” öyle” anlamak ya da “öyle” anlamamak. Dogrusu her ne ise o.

    • sam , 14/09/2014

      bir müslüman için “müslüman değildir” cümlesini kurabilmek edepsizliktir ve böyle bir zırva tevil götürmez. bu işin öyle ya da böyle anlaması da olmaz. İbn Arabi’nin müslüman olduğuna, kemâlâtına dair koca koca İslâm ulemasının onlarca risalesi mevcut. neredeyse önde gelen bütün osmanlı ulemasının fikriyatına nüfuz etmiş bir zat için bu şekilde hadsiz ve edepsizce konuşmak, koca osmanlı’yı bir kalemde silip atan ve “hıyanet” içinde gören birisine yaraşırdı zaten. böyle birisini sadece bu sözüne bakarak silip atmak da, kolaycılık değil, ancak adaletle muamele zımnında mütalaa edilebilir…

    • Abdülbaki Gölpınarlı , 15/09/2014

      hey molla, hey! sen git necip fazıl kısakürek oku! tarih bilmezsin, sosyoloji görmemişsin, antropoloji’den nasiplenmemişsin; gelip burada ahkâm kesersin!

      yıkılmış sarayların, saltanatların cazgırlığını yapar, millete had bildiriyorum dersin; ilahiyat diploması, üç felsefe kitabıyla sen niye böyle hadsizlik edersin!

      bırakın osmanlı’yı islâm’ın kendisi görmeyi, bre gafiller, hey!

    • sam , 15/09/2014

      geçiniz bunları geçiniz, “sen git şunu oku, sen git bunu oku” filan, komik oluyorsunuz. böyle bir yaklaşım, ancak teşeyyü’ etmiş bir zatın müstearıyla mana bulurdu, cuk demiş oturmuş. tanımadığınız bir kimsenin ilmi müktesebatı hakkında kalem oynatmanız da pek yakışık almış…

      tarih, sosyoloji, antropoloji… antropolojiyle olmasa da merak etmeyiniz, diğerlerinden kifayetince nasiplendik, nasipleniyoruz…

      diğer yandan biz, ne kimsenin cazgırlığını yapar, ne on dört asırlık bir tarihin altı asrını kuşatan ve gözardı edilemeyecek bir ilmî inkişafın teşekküllüne zemin hazırlayan devleti birileri gibi bir kalemde silip atar, onu hıyanetle suçlar, ne de dini herhangi bir devlet, kişi veya kurumla özdeşleştiririz.

      mesele had bilmek erenler. herkes haddini bilecek, özellikle geçmişin ilmi birikimini kuşatmaktan aciz olduğu gibi kuşatanlara yan gözle bakan ve zihnini kiraya vermiş sözümona şair, yazar, edebiyatçı ve entelektüel güruhu…

    • Abdülbaki Gölpınarlı , 15/09/2014

      be hey molla, bakıyorum heyheylendin, pabucu pahalı buldun tabiî. devlete kapılanan bu molla takımından ne çekti bu millet!

      ismet özel’i gençliğinden bilirim, görüşmüşlüğümüz konuşmuşluğumuz vardır. ismet, 70’lerde fransızcadan, ingilizceden felsefe okurken, 60’larda farsça kursuna giderken sen nerelerdeydin bilmiyorum amma ve lâkin dünyadan da ismet özel’den de bîhaber olduğun besbelli. ismet özel mi zihnini kiraya vermiş yoksa sen mi osmanlı sarayı’na zihnini ipotek etmişsin, devlet devşirmeleri sizi!

      “ilmî birikimi kuşatmak” diye türkçe olmayan bir laf ediyorsun, nedir meramın bilirim ya… sana derim ki ismet özel, bildiği ingilizcenin, fransızcanın, ispanyolcanın, almancanın zekatını verirse hiç durma git, talip ol. istersen bir de tercüme ettiği kitapların listesine -bir zahmet- şöyle bir bakıver.

    • sam , 16/09/2014

      1. gülünç olma hususunda ısrarcısınız, anlaşıldı. beni tanıyanlar devlete kapılanmadığımı bilir, sizi bilmem. ve genelleştirmeler yanıltıcıdır, unutmayın.
      2. osmanlı sarayı’na zihnini ipotek etmet, devlet devşirmeleri… evet, beylik laflar bunlar. ebu yusuf da devlet devşirmesi size göre, birgivi mehmet efendi de, ebussuud da, ibn kemal paşazade de, ibrahim hakkı da, gelenbevi ismail efendi de, bunların her biri devşirme, bi sizin kerameti kendinden menkul özel müstakil, hür öyle mi? vâhâ… görüyorum ki kemmiyet takılıp kalmışsınız. lisan sayısı, eser sayısı vs. geçin bunları. Cum’a suresi 5. ayette tavsif edilenlen farkı yok özel ve şürekasının. o kadar.

    • Abdülbaki Gölpınarlı , 16/09/2014

      mihne günü, ahmed bin hanbel’den başka hanginiz vardı?

  • ismetçi , 13/09/2014

    ortalık karıştı sanırım: bir olgunun tarihi sizin yok demenizle yoklanmıyor. adlandırmayı kabul etmiyor olabilirsiniz. tarihi gerçekliği var ise vardır, adlandırmalar elbette ki bize göre arızi olabilir.tarihe yön veren fail ile alakalı bu mevzu. buradan konu o malum köprü tartışmasına döner.ol sebepten uzatmayalım. (biz gerçek manada tarihe yön verebilecek kuvvede olabilseydik zaten abd’nin işgali derdik. tarihe gerçekten yön veremesek de ben de işgal demeyi tercih ederim tabi. kendi çapımızda kendi tarih gündemimizi oluşturabiliriz en azından belki.)

    raşit bey’in sözünü sabahtan beri düşünüyorum: her şeyi anladım da cümleyi neden “evli erkek” sınırlandırması ile sınırlandırmak istemiş Allah bilir…

    tarih felsefesi eksikliği fazlaca hissedilen bir alan ülkemizde. mehmet niyazi amcamız sağolsun var, bir de sam amcamız ona eklenir belki çalışmaları ile…

  • ismetçi , 11/09/2014

    ona bakarsanız inkılap tarihi diye bir şey de yok ama var. tamam ?

    • Fyodor Mihayloviç Dostoyekski , 12/09/2014

      siz o zaman amerika keşfedildi demeye devam edin. biz “amerika işgal edildi” diyenler daha enayiliğimize ve marjinalliğimize doymadık. edebifikir yazarlarından mehmet raşit küçükkürtül demişti: “berlin duvarı yıkıldıktan sonra evlenen her erkek biraz amerikalılaşmakla imtihan olunuyor, başarılı olan ne kadar az!”

    • sam , 13/09/2014

      1. anlayış bisav ekibince çıkarılmaktaydı. şehir üniversitesi vs. sebeplerle yayını durdu.
      2. zihnim bana oyun oynamıyorsa, üstad’ın tabiriyle türk; “at sırtında önüne geleni yakıp yıkan ve düşünmeye ancak islâm’la başlayan millet…”
      3. bir şeyin “tarih”inin olup olmadığı ya da geçmişin hangi dilimini ihata ettiği hakkındaki kanaat, nasıl bir “tarih felsefesi” ile geçmişe baktığımızla alakalı olsa gerek…
      4. müslüman “marjinal” olmaz, olmamalı. bize ait olmayan ıstılahlarla konuşmayı bırakmalı; mutedil ve mütemekkin olmalı.

      and tell ’em, I’m back in the town, my dear mr. ceylan ;)

    • bombacı mülayim , 13/09/2014

      bu sam arkadaş uzun zamandır yazmıyordu.
      geri dönmesine vesile olacak elim vak’a nedir acep sayın editör?

    • Fyodor Mihayloviç Dostoyevski , 13/09/2014

      o üstad kimse yanılmış amerikalı sam amca.

    • Fyodor Mihayloviç Dostoyevski , 13/09/2014

      ayrıca “marjinal” kelimesine vize uygulama gayretinizi, oryantalistler eliyle oluşturulmuş herzeler yüzünden ortaya çıkan “islameyet’ten önce türk tarihi”, “inkılap tarihi” gibi tasnifler karşısında görmemek kalbimi incitti.

    • sam , 13/09/2014

      1. üstad dendiği vakit biz mutlak manada necip fazıl’ı anlıyan nesildeniz. “yanılmış”lığı hususundaki iddianızı, edebifikir’in necip fazıl müdafiilerine bırakıyorum…
      2. “marjinal” kelimesine her türlü vize uygulanır. tekrar ediyorum; mezkur tasniflerin doğru&yanlış olup olmadığı, usûl itibariyle tercih ettiğiniz tarih felsefesine göre değişir…

    • Fyodor Mihayloviç Dostoyevski , 13/09/2014

      ben de tam olarak onu söylüyorum sam amca, “marjinal” kelimesine izin vermeyen hayat felsefeniz neden bir “tarih felsefesi”ne dönüşüp de “inkılap tarihi”, “islâmiyet’ten önceki türk tarihi” gibi oryantalist bir zihin bezemesinden geçmiş kimselerin tasnifini reddetmiyor? işte kalbimi kıran budur, necip fazıl kısakürek’i üstad bellemiş bir sam amcasınız üstelik…

    • sam , 13/09/2014

      üstad, islâmiyet’ten önce bir türk tarihi olduğunu kabul eder, diyeyim sondan başlayarak. ismet özelyen bir telakki buna muarız, farkındayız. ancak ibn arabi için “müslüman değildir” diyen bir zatı dikkate alma gafletine düşmekten de şükür berîyiz.
      inkilâp ya da ihtilâl tarihi isimlendirmesi bâbında; “bizim inkilâp tarihimiz III. Selim’le başlar” cümlesi benim için ne kadar anlamlı ise, bir kemalist için o kadar anlamsız. peki bunun sebebi bizatihi tesmiye mi? elbette hayır. başa dönersek, tarihi okuma ve yorumlama biçimimizde ayrışırız ve islâm öncesi&islâm sonrası türk/kürt/arap tarihi şeklindeki tasnif de durduğum yerden çok da absürd gözükmüyor. bu tasnifi modern dönemlere hamlederek, “daha evvel bu yoğidi, gavur çıkardı bunu başımıza” demek de, zannımca kafayı kuma gömmek olur…

    • Fyodor Mihayloviç Dostoyevski , 14/09/2014

      kafayı kuma gömmek değil bayım, yetersizlik denir ona. ilmî yetersizlik, kifayetsizlik sebebiyle bir başkasının tanımlarına, tasniflerine ve kavramlarına mahkum olmak… sizinki de bu mahkumiyeti kabullenme, meşrulaştırma çabası.

      ismet özelyen ise benim tavrım, hiç gocunmam. caetani gibi olacağını, ismet özelyen olsun. ayrıca ismet özel’in “ibn arabi” ile ilgili söylediği şeyi ben okumadım bir yerde, gösterirseniz okuruz. ismail kara da “2. abdülhamid, ikinci gâvur padişahtır.” diyor, ne dersiniz onu da defterden silelim mi? yalnız silgiyi çıkarırsak elimizde bir şey kalmayacak…

    • sam , 14/09/2014

      gerek ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarının yazımındaki usûl ve gerekse h. VI. asırdan itibaren eserlerinde tarih felsefesine dair kalem oynatan ulemanın yazdıkları, bu hususta ilmî mesnetlere sahip olduğumuzu göstermekte; bu eserlere müracaat edip etmemek ise sizin elinizde.
      sayın editör’e sorunuz mezku iktibasın kaynağını, size söyleyecektir. ismail hoca’nın dizi dibinde üç sene geçirmiş biri olarak şunu söylemeliyim ki, hocanın o tavsifini, II. Mahmud’a hangi sebeple gavur padişah denilmişse, II. Abdülhamid de benzer işlere imza atması hasebiyle II. gavur padişahtır, şeklinde anlamanız gerekirdi. özel’i silmek için sebep çok da, Ibn Arabi’yi anlamadan onun bir sözünü nazara vererek hakkında söyledikleri diğer tüm sebeplerden sarf-ı nazar etmeye kafi…

    • Fyodor Mihayloviç Dostoyevski , 14/09/2014

      ismail kara hocanız olduğu için iltimas gösteriyorsunuz. fakat müslüman olduktan sonra içkiyi, zinayı kesin bir şekilde hayatından silip atan; islamcılığını paraya yahut makama çevirmeyen; devletçi olmayan ve hiçbir şekilde devletle uzlaşmayan; “mustafa kemal’in ilkeleri ve inkılapları üzerine yemin ettikten sonra kıldığım namaz olur mu?” diye milletvekilliğini reddeden; entelektüel bakımdan müslümanların neşriyâtının seviyesini yükselten ve ehl-i sünnetten asla taviz vermeyen bir müslümana, şaire, komüniste, dervişe yüz çevirmekte acele ediyorsunuz. hem de ikinci belki üçüncü ağızdan bir söz üzerine… ben sizin ilmî duyarlılığınızdan daha ciddi bir tavır beklerdim. hüküm vermekte acelecilik göstermemenizi beklerdim.

      beni okumaya gönderdiğiniz âlimlerin yazdıklarını okumak isterim. teftiş etmek için söylemiyorum: bana isim ve kitap söylerseniz ukalalık olarak da algılamam. üslûbunuza bakılırsa bu meselelere kafa yoran birisisiniz. hürmetler…

  • ismetçi , 07/09/2014

    Guzel bir yazi. Akademik gibi olmasina ragmen okutturuyor. Evet turklerin devlet kurma istiyaki anatomilerinde var. Boylar arasi mucadelelerde bile catismayi kaybeden boy boyunduruk altina girmiyor ve orayi terkediyordu; devlet kurma cabasindaydi bircok boy, budun. Dolayisiyla islamiyet oncesi turk tarihini incelemek zorlasiyor. Bir suru devletcik hem de farkli cografyalarda. Savasci bir milletmisiz. Simdi ise tam tersi olmusuz ki halk da uyuyor, devlet de…not: anlayis dergisi eskiden gayet guzeldi, guncel ve siyasi idi. Hala oyle mi ki ve kimindi?

    • Fyodor Mihayloviç Dostoyekski , 11/09/2014

      anlayış dergisi artık yok. bir de islâmiyetten önce türk tarihi diye bir şey yok.

ismetçi için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir