Dirilişi Bekleyen Kelimeler: Ölüm

Feyza Yapıcı, bu sefer “ölüm”e ışık tuttu, ne kadar tutulabilirse…

***

“Ölüm” kelimesi, farklı mecralarda tartışılabilecek bir kelime. Mesela ölümü, mutasavvıfların da yaptığı ayrımı temel alarak zorunlu ölüm ve iradi ölüm olarak ayırabilir; zorunlu ölümle, biyolojik ölüm üzerine, iradi ölüm ile de insanın “nefsi” ile olan mücadelesi ve bunun daha da ilerisi üzerine konuşabiliriz, konuşacağız da. Lâkin şunu da hepimiz biliyoruz ki ölüm üzerine konuşmak epey zor. Hatta ölüm kelimesini telaffuz etmek dahi korkunç gelir çoğumuza. Özellikle modern insanın ölüm ile olan münasebetini düşündüğümüz zaman bu zorluk katbekat artar. Modern dünyada, ölüm hakkında konuşmak garip de aslında. Kim “ölü”, kim “yaşayan”; neye “ölüm” demeliyiz, neye “yaşam”… Her şey karmaşıklaşıyor. “Ölü” kelimesi artık başka bir şeyi ifade ediyor mesela. Nefes alan, damarlarında kan dolaşan insan “ölü”. Ve tam da şu dizelerin anlattığı gibi bir “ölü”:

“bir soğuk uzay
parıltısıyla anlıyorsun artık
kuru bir bilgisayar tıkırtısıyla
açıyorlar taç
yapraklarını ancak
bir alkol koması sırasında
senin yorgunluklarını
hastanelere makbuz yaptılar
çekingen duruşunu intihara karşı
kullanıyorlar koğuşlarda”

Evet, galiba buradan başlayabiliriz: Ölüm ve modern insan. Ölüm modern insanın zihninin neresindedir? Her devirde olduğu gibi bu devirde de insan öleceğini bilir. Fakat bu bilgiyi zihninin neresine koyar insan? Modern insanın kabirleri şehrin en dışına atma isteği gibi ölümü de zihninin en kuytu yerine atma isteği gayet nettir. Kabirleri şehrin dışına atma eğilimi modern aklın ölüm ile olan münasebetinin bir dışa vurumudur, dersek yanılmış olmayız sanırım. Emin olduğu bir bilgidir fakat zihninin uzak bir köşesine koyduğu aklına geldikçe müthiş bir korkuya kapıldığı dolayısı ile çoğunlukla hatırlamamaya çalıştığı bir şey “ölüm” modern insan için. Ama aynı zamanda bir insan için tartışmasız en önemli meseledir ölüm, ölecek olmak. İnsanın öleceğini bilmesi ve fakat bunu aklına dahi getirmemesi… Bu inanılmaz tuhaf bir hadise. İnsan öleceğini biliyor fakat bunu yaşamı boyunca çok da aklına getirmiyorsa zorunlu olarak burada “inanç” meselesi karşımıza çıkar. İnanç ve bilgi ikilisi… Ve yine bilmenin inanmaya yetmediği meselesi… İnsanın, genel anlamda inanç/inanmak konusundaki eksikliklerini, buhranlarını aynıyla inanç mevzusunun özel bir bölümü olarak niteleyebileceğimiz “ölüm” konusuna indirgeyerek tartışabiliriz. Modern sistemce kuşatılmış modern insan kalbi, zihni, ruhu bir türlü tüm kalbiyle, ruhuyla, zihniyle inanmıyor. Dolayısı ile modern insan “ölüm”e de işte tam da bu sebeplerle “inanamıyor” bence. Ölümün her defasında büyük bir hayretle karşılanması başka nasıl açıklanabilir ki? Biliyor, zira bilmeye alışık modern insan; ama inanmıyor, zira inanmaya alışık değil modern insan.

Modern insan için biyolojik anlamda ölü bir kelimedir ölüm, evet. Bir de iradi ölüm meselesi var demiştik en başında yazının. Pekiyi, iradi ölümün modern insanın zihnindeki yeri neresidir? Veya böyle bir yeri var mıdır? İradi ölüm yani insanın nefs ile olan mücadelesinin bir sonucu olarak ölüm. Bu meseleyi irdeleyince “ölü” ile “ölüm” kelimeleri arasındaki fark gittikçe belirginleşiyor, hatta bu iki kelime arasında bir zıtlık gözüme çarpıyor. İlginç ama bir zıtlık var sanki burada. Bir “ölü” ölemez, ölecek olan bir ancak “yaşayan”dır. Modern insan… Bir ölü hatta kaba tabirle bir “leş”. Onun “ölü”lüğü, kalbini, ruhunu kaybetmiş olmasından kaynaklanır. Oysa mutasavvıfların iradi ölümle kast ettikleri ve “Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifi ile anlatılan ölüm ancak “yaşayan” bir kalbi, ruhu olan insanlara hitap eder.

Ve varlık-yokluk bahsi… Modern insan, ölümü varlığın zıddı olarak yokluk ile bir tutar. Bu durum hem biyolojik ölüm için hem de “Ölmeden önce ölünüz” hadisi ile ifade edebileceğimiz iradi ölüm için böyledir. Biyolojik anlamda ölümde tamamıyla “yok” olunur. Bariz bir pozitivizm yansımasıdır bu. İkinci anlamda iradi ölüm olarak nitelenen ölüm için de durum böyledir zira bu dünyadan zevk almadığın, bu dünyanın konforunu tatmadığın sürece “yoksun”dur modern akıl için. Ölüm bir yokluktur, yoksunluktur. Bu noktada belki biyolojik ölüm ile bağlantılısını daha fazla kurabileceğimiz bir soru hakkında düşünebilir, modern insanın düşünce kodlarına pozitivizmin ne kadar köklü bir biçimde yerleştiğini görebiliriz. Cicero, bir genç ile tartışmasından ibaret bir kitap olan “Ölüme Övgü”sünde, ölümün bir yoksunluk olduğu ölünün yoksunluk içinde olduğunu söyleyen gence verdiği cevapta, şöyle der; “Var olmayan bir varlık için ‘yoksunluk içindedir’ demekle ona bir nitelik yüklüyor, onun varlığını kabul etmiş olmuyor musun?” buradan hareketle şu soruyu sorabilir miyiz? Yaşam ile ölüm arasında bir zıtlık kuran ölümü yokluk ile özdeşleştiren modern insan da Cicero’nun genci gibi ölüme bir yoksunluk niteliği yüklüyor ve bu nitelendirme ile aslında aslında ölümün de bir “varlık” olduğunu kabul etmiş olmuyor mu? Modern insanın ölümü yokluk ile bir tutma eğilimi, pozitivizmin her şeyde olduğu gibi burada da sadece görünürden ibaret, kof, işin arkası ile ilgilenmeyen söylemlerinden biri olmaz mı böylece?

Ölüm de “diriliş”i bekleyen kelimeler arasında modern çağda. Zira ölümü bir türlü anlamlandıramayan, ona hayretle bakan, onu hayatından dışlayan dolayısı ile hayatının hiçbir yerine onu dâhil etmeyen ve “ölüm”süz bir hayat yaşayan bir “akıl” ile karşı karşıyayız. Elbette şunun da farkındayım. Bu aklın ölümü hayatına dâhil etmesi kolay bir iş değildir. Salt “ölüm”ün hayata dâhili diye bir şey de mümkün değil. Evleviyetle hayata, kalbe, ruha dâhili gereken kelime/güç ise elbette “iman”dır.

Feyza Yapıcı

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir