His ve Kabul

 

Başlıktaki iki kelime, Yahya kemal’in siyaseti içselleştirme şeklini, kendi dünyasında siyasete nasıl yer vereceğini gösteren tabirlerdir. Buna, Yahya Kemal’in dünyasında hayatında siyasetin ne ölçüde yer tuttuğunu, belirgin bir siyasi tavrı olup olmadığını, siyasetin hayatını ne kertede yönlendirdiğini araştırırken Siyasî ve Edebî Portrelereserinde tesadüf ettiğim bir cümleyle kanaat ettim. Cümle şöyleydi:“Türkçülüğü his ve kabul etmiştim”  Bu cümleden, şairde, siyasetin şuur olarak    yer etmediğini anlıyorum. Siyasetin hayatını yönlendirmediğini, hayatının gidişatına göre siyasette yer aldığını bilmemiz şair konusunda bu yargıya varmamı kolaylaştırıyor. Ayrıca şunları da eklemek isterim; Y. Kemal, klasik kültürümüzü savunması bakımından muhafazakâr sayılabilir, esasen muhafazakârlıkta tam da böyle bir şeydir. Fakat Türkiye’de böyle bir “muhafazakâr”lık algısı olmadığı gibi bunun siyaseti hiçbir zaman olmamıştır. En güçlü bürokratik yapı olan asker sınıfı belli bir aristokrasi anlayışı oluşturmuşlardır ama bunun şuurlu bir siyasetini ortaya koyacak kadar gelişememişlerdir. Daha sonra ise sadece menfaatleri korumak için modernleşmeyi, Batılılaşmayı, Türklüğü elbise olarak kullanmışlardır ve klasik kültürümüzü reddetmişlerdir. Türkiye, altı yüz yıllık bir imparatorluğun bakiyesi bir ülke değilmiş gibi, sahih bir muhafazakâr siyasetin üretilemeyeceği ülkeymiş gibi bir tablo hâsıl olmuştur. Bu mesele sosyal ilimlerin mütehassısları tarafından yeterince işlenip aktarıldığı için tafsiline girmeyip söz konusu durumun Y. Kemal için bir siyaset zemininin yokluğuna sebep olarak işaret edilebileceğini belirtmem gerek.   Aslında bu giriş kısmı netice kabilinden bir bölüm, ben bu kısmı, bundan sonraki bölümleri bu kısımdaki görüşleri dikkate alarak okumak gerektiğini düşündüğüm için başa aldım.

Y.Kemal, Doktor Nazım’la arasında Paris yıllarında geçen bir konuşmayı şöyle aktarır: “Ben Sciens Polituques mektebinde okuyordum. Türkçülüğü his ve kabûl etmiştim. Fikrimi Nâzım’a açmıştım. Bu yeni fikir karşısında Nâzım birdenbire ayaklandı… Nâmık Kemâl Bey’in o müphem ve muğlak İslam ve Osmanlı milliyetperverliğinden bir adım öteye atamıyordu” (Siyasî ve Edebî Portreler, sy.116) Burada benim dikkatimi en çok celbeden husus Y. Kemal’in Türkçülüğünü beyan ederkenki temkinliliği; alıntıladığım bölümün ikinci cümlesinde durumunu “his ve kabul” kelimeleriyle tavsif ederken hemen arkasındaki cümlede arkadaşına fikir olarak açtığından söz ediyor. Y. Kemal durumunu kendine itirafta tamamıyla özgüvenli değil, içten içe bu temkinliliği, takıntıya dönüşmüş görünüyor, bu tespitimi güçlendirecek bir örneğimi diğer paragrafta vereceğim. Başka bir şey, Y. Kemal’in Türkçülüğe yakın durmasının gerekçesiyle ilgili şeyler de var burada; Türkçülük dışındaki öteki görüşleri ve o görüşlerin takipçilerini yeterli görmemesi. Paris’te o yıllarda firardakilerin Sultan Abdülhamit’e muhaliflikleri ve “hürriyetperver”likleri dışında belirgin bir müşterekleri bulunmuyor, müşterek olduklarını düşündükleri dünya görüşlerini benimseme gerekçelerinin de farklı olduğu anlaşılıyor. Y. Kemal’in görüşlerini olgun bulmadığı Namık Kemal’in arkadaşındaki etkisinden bu da anlaşılıyor. Paris’teki muhaliflerin yekpare bir topluluk olmamasının dışında bu toplulukların birbirinden bağımsız muhayyel bir hürriyet mefhumunun arzusunda, Mehlikâ Sultan meftunları olmaları incelenmeye değer ayrı bir konudur. Paris’ten döndükten sonra Darülfünun’da çalıştığı yıllarda Y.Kemal’in Ahmet Naim’le arasında Tevhid-i Efkâr’da çıkan bir yazısından ötürü münakaşa çıkar, meselenin tafsili Siyasî ve Edebî Portreler’de var. Ben buraya, Y.Kemal’in dönemin İslamcıları hakkında ne düşündüğünü ve bu görüşe yakın durmamasının sebeplerini açıklayabilecek örnekleri alacağım. Y. Kemal, İslamcılar konusunda Ahmed Naim’le ilgili yazısında bazı genellemelerde bulunur, onların karşısında kendi durumunu anlatır;  “Dârülfünûn’un Türkçü müderrislerinden biri olduğum için bu çok Sünnî ve Hanefî müderrissimizin fazla teveccühüne muntazır olamazdım… İslâm taassubu bertaraf edilirse Naim Bey’i rûhuma çok uzak görmemiştim.

(Tevhid-i Efkâr’da yazdığı daha sonra kitaplaşan yazılar için söylüyor) Bu nevi edebiyattan tam yerli olan Müslüman ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı, lâkin medresenin çok Sünnî yapılı kafaları zevk almazlardı, hattâ ürkerlerdi; irşâdın bu tarzından, putperestliğe bir gidiş görebilirlerdi

Evet  bu millet, İslâmiyet’i kendi mîzâcına göre kabûl etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever, onun uğrunda yalnız bu sebeplerle ölür.”  ( A,g.e., sy. 51-52-53) Yahya Kemal’in İslam’ı ve toplumdaki İslam’ın algısını tamamıyla kavrayamayan ve İslamcıları da ‘ulema’ kelimesiyle tavsif edip siyasi taraflarına pek bakmadığı bu ifadeler, onun Türkçülerden uzaklaştığı İslam motiflerine yaklaştığının ifadelerdir. Burada vurgulanması şart olan bir husus; Y. Kemal İslam’ı klasik bir şiir oluşturmak için motif değeri olarak almıştır. Şairde İslam şuur düzeyinde yer etmez, daha çok nostalji olarak görünüm alır. Bu, hem edebiyatı hem şahsi hayatı için böyledir. Bütün bunların yanında Y. Kemal’i diğer Türkçülerden ve Batıcılardan ayıran bir yön; geçmişe yeteri kadar değer verme, İslam’ı terk etmek yerine değer olarak almak olarak değerlendirebiliriz.

Buraya kadar şairi, Paris yıllarında Türkçülüğünü bütün temkinliliğine rağmen aşikâr, istekli beyan ettiğini ama Türkçülerden ayrıldığı yönler olduğunu, siyasete temkinli yaklaşmasının psikolojisinde bir takıntıya sebep olmuş olabileceğini, onu Türkçülerden ayıran hususların İslamcılara da yaklaşmasını engellediğini göstermiş olduk. Şimdi şairin sözünü ettiğimiz temkinlilikle ilgili takıntısını ve Türkçülük anlayışının ayrılan yönlerini,  Ziya Gökalp’le yaşadığı iki hadiseden yola çıkarak belirginleştirmek istiyorum. Biliyoruz ki Y. Kemal, Paris yıllarının sonunda, şekillenmek bakımından, artık nihayetini almaya başlayan estetik zevkiyle, dünya tasavvuruyla Türkçülerden ayrı görüşlerin sahibi haline gelmiştir. Zaten herhangi bir “siyasi manevranın” içinde de görünmeyen şair, iyiden iyiye müstakil bir duruş sergilemeye başlamıştır. Fakat bu ayrılık, Türkçülerden koparan bir ayrılık olmamıştır; hatta şairin Türkçülük nosyonu taşıyan eğilimlerle yakınlık kurmasını kolaylaştıran bir özellik olmuştur. Y.Kemal,  Ziya Gökalp’le tanıştırılmasını şöyle anlatır: “ Paris’te uzun süren gençlik hayatımı kapayıp da İstanbul’a döndüğüm zaman… Paris arkadaşım Doktor Nazım Bey’e tesâdüf ettim; yanında şişman, değirmi yüzlü, hâl ve şânı taşralı ve çocuk gibi mahcûb biri vardı… Doktor Nâzım Bey beni ona tanıttı… Ziya Bey pek ziyade sevindi… Ben artık doktor Nâzım Bey’in, Abdülhamid devrinde, Paris’teki mûhitimizde, tanıdığı müfrit Türkçü değildim, hayâlini Türkçülüğe ilk kaptıran her Türk’ün gördüğü Turan rüyâsından uyanmıştım, ırk birliği gibi ve saf menşe’lerimize rücû’ gibi ilk şedîd arzularımız bahsinde uslanmıştım, kendi vatanımızın o zamanki siyâsi hudûdları içinde bir Türklüğe râzı olmuştum… Ziya Bey’e benim uslanmış düşüncelerim dar ve tatsız göründü.” (A.g.e., sy.11-12)  Bu tatsız ilk görüşmeden sonra Darülfünun hocalığının, Adalar’da ikamet etmenin ve Yeni Mecmua dergisinin sebep olmasıyla uzunca bir arkadaşlığa başlanır. Bir akşam adada, yat kulübünde Y. Kemal, Ziya Gökalp ve Cafer Bey (kimliği tam verilmemiş) sohbet etmektedirler. Ziya Gökalp latife yollu bir bahis açar, fakat istenmeyen bir hava oluşur, sert bir konuşma meydana gelir. Y. Kemal bunu şöyle anlatır: “ Benim harb lehinde (1.Dünya Harbi’ni kast ediyor) yazı ve söz, her türlü tezahürden kendimi uzak tuttuğumdan bir bahis açarak, çok dostâne ve latîfe kılıklı: ‘Meselâ sen bu harb uğrunda, kendini halk nazarında yıpratır endişesiyle bir yazı yazmaktan korkarsın!’ dedi. Latîfe vâdisini aşan bir kelime ilâve ederek: ‘ Korkaksın! Meselâ Enver Paşa hakkında bir yazı yazmaktan çekinirsin!’ yollu bir cümle ilâve etti. \… \ …şiddetle: ‘Ziya Bey! Ya ben korkağım, yahut da siz korkaksınız! Bunu yarın tecrübe edelim. Ben bu akşam, odama kapanacağım, Enver hakkında ne düşünüyorsam aynen yazacağım. Türk milletini Enver Paşa’nın kendi hırsına nasıl feda ettiğini, Alman ittifakına eli kolu bağlı attığını, döğüşmesi katiyyen îcâp etmeyen cephelerde kırdırdığını…. Enver hakkında, arzu ettiğiniz gibi korkmıyarak fikrimi söyliyeceğim; yazacağım bu makaleyi yarın sabah size teslim edeceğim, siz bu makaaleyi …eğer neşretmezseniz korkaksınız!”  (A.g.e., sy. 59-60 )Bu son aktardığım olayla iki tarafta hayli müteessir ayrılırlar, şair kapanmayacak bir uçurumun açıldığını hisseder. Buradan şairin sözünü ettiğim temkinliliği daha çok ortaya çıkıyor, bu temkinliliğin meydana getirdiği psikoloji daha net ortaya çıkıyor. Şairin titizliliği, temkinliliği düşünülürse; fevri bir mizacı olmadığı hatırlanırsa bu gösterdiği reaksiyonun sözünü ettiğimiz psikolojinin işareti olduğu anlaşılacaktır.

Nihayetinde bilmemiz gerekir ki Y. Kemal’in siyasetin ortasında olmak istememektir, birinci emeli estetik ve şiirdir. Bunu tevkif edilmesi sebebiyle Cemal Paşa’yla arasında geçen görüşmede şu sözlerle ifade eder: “…Beyefendi, zât-ı âlînizi têmîn ederim ki ben vatanımı idâre etmeğe hâris değilim. Vatanımın başına geçirilmek teklîfine mâruz kalsam bile bu şerefi uhdeme almaktan istinkâf ederim. Yeryüzünde yegâne ihtirâsım milletimin lisânında istediğim gibi birkaç manzûme vücûda getirmektir; bu mısrâları ecnebî bir diyarda da söyleyebilirim…”   (A.g.e., sy.137)

Bu son yıllarda tarihe, tarih kitaplarına ve tarihi konu alan filmlere meyil arttı. Bu kadar tarihle haşır neşir olmaya başlamışken müşterek bir tarih şuuru oluşturma imkanı ile orta ve uzun vadede siyasi sosyal hayatımızın istikametini tespit edecek tarih perspektifi oluşturma imkanı, doğmuştur. Artık, Osmanlı Medeniyeti bizim için klasik bir kültür menşei olarak da anlaşılıyor, bu görüşü benimseyenler artıyor. Şehirleşme sorunlarından tutun, dil meselesine; kimlik problemlerinden estetik arayışlara pek çok konu da müşterek oluşturabiliriz bu yaklaşımla. Çünkü idrakine varmaya başladığımız imparatorluk insanlığın en son üniversal kurumudur, varılabilmiş en son birlikte yaşama modelidir. Y. Kemal’in bugün için sorunlu görülebilecek İslam ve Türklükle ilgili kanaatleri olsa da tarihimizi kavrayışında başka kimsenin yapamayacağı önemli tespitleri, tasavvurları vardır. Sözgelimi, döneminin Türkçüleri açısından tatsız bulunan Türklüğü 1071’den başlatması manidardır. Yukarıda öne sürdüğümüz Osmanlı kavrayışını ve medeniyet durumunu, 1071’le başlayan “İ’lâyı Kelimetullah” anlayışı meydana getirmiştir. Yine bu bağlamda, artık pek çok kişi kabul ediyor ki millet oluşumuzu temin eden amil tarih yapıcılığımızdır.  Toplumsal yozlaşmayı ve ülkenin bugünlerde yaşadığı siyasi krizleri düşünecek olursak Y. Kemal’in yapacağı siyaset henüz bitmemiştir; onun ortaya koyduğu estetik ve şiir yoluyla, muhtaç olduğumuz yaşam estetiğine klasik devrimizden sahici örnekler aktarabilir. Yine bu yolla tarih yapıcılığımızdaki sırrı uyandırarak siyasi krizlere şairin yaklaşımları ilaç olabilir.

 

(Yedi İklim Dergisi, 224. Sayı)

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir