üniversiteye diploma almak için girilmez!

(iktibas defteri – 6)

37.

bizim hocalarımız âlimdi. biz araştırmacıyız. onlar meselenin bütününü bilirdi. bakın size bir şey söyleyeyim: tayyip gökbilgin vardı, allah rahmet eylesin, ayn ali efendi’nin osmanlı devlet teşkilatına dair bir kitabı vardır. onu neşredeceklerdi. hocaya bir önsöz yazın dediler. hoca hastanedeydi o zaman. hasta yatağında yatarak, eski yazıyla, hiçbir şeye bakmadan o istediğimiz önsözü yazdı. işte onlar âlimdi. eski usul böyle idi. onların şartları da farklıydı. insanlar hayatlarının mühim kısmını ilme ayırıyorlardı. şimdi her şey değişti. hayat değişti. yollarda günlük 2-3 saat harcanıyor. evlerde televizyon seyrediliyor. akraba ziyaretleri falan, filan… yani eskisi gibi bir hayat tarzı yok. batı’da da o eski âlimler artık yok. (sy. 65)

üniversiteye giren kişi bir şey olacağım diye girerdi. diploma alayım diye değil. vaktimizi de ona göre değerlendirirdik. ben haftada 3 gün fransız kültür merkezi’ne, fransızca kursuna giderdim. onu bitirdim. sonra alman goethe enstitüsü’nün almanca kursları vardı. 2 sene gittim dil kursuna. almanca, fransızca, ingilizce öğrendik. akşamları da hocalara giderdik; arapça, hadis, tefsir okurduk. bunların fakülte dersleriyle alakası yoktu. biz bunları öğrenmeliyiz, bir şeyler öğrenelim diye okuyorduk. sonradan onların ne kadar önemli olduğunu anladık. baktık ki bizim birçok meslektaşlarımız birçok basit şeyi bilmiyor. bizim hocalarımızdan birinin çevirdiği bir kitap vardı. tarihî bir metindi. orada bir yeniçeriyle başka birisi arasında bir konuşma geçiyor: “ne zamandan beri müslümansın?” diye soruyor. biz bu sorunun cevabını biliyoruz. bizim hoca bunu “kalaylı ali’den beri” diye okumuş. şimdi oradaki yazı bozuk olabilir. fakat biz onu görür görmez “kâlû belâdan beri” deriz. bizim bu çevrede bulunmaktan, yaşadığımız hayattan dolayı çok artılarımız oldu. (sy. 65)

ıfla’nın (ınternational federation of library associations) neşrettiği bir kitap var: uzakdoğu, ortadoğu’daki kütüphaneler hakkında, türkiye’ye çok az yer ayırmışlar… orada diyor ki, üniversite kütüphaneleri dâhil, bütün kitapların sayısı en fazla, muhtemelen, 5 milyon olabilir… bu, amerika’da bir üniversite kütüphanesindeki kadar bir rakam… bu bana çok dokundu; yani neticede biz geriyiz. dijital kütüphanecilik bir avantaj, ama onu biz değerlendiremedik. bir devlet politikası hâline getiremedik. artık bundan sonra basılı kitabın ve basılı kütüphaneciliğin ömrü kalmadı. sadece sanat eseri olan kütüphaneler, klasik, tarihi kaynaklar, şunlar, bunlar… yani modern kitapları, yeni çıkan kitapları alacak kütüphane olmaz. dünyada 5 milyon kitap çıkıyor. siz şimdi bu kadar kitabı alacaksınız, yani en azından 500 bin tanesini almanız lâzım… bizim isam’da yıllardır 400 bin kitabımız var. türkiye’de yılda 60-70 bin kitap çıkıyor. bunları alacak ne bina bulabilirsiniz, ne yer bulabilirsiniz. yani böyle bir dönemdeyiz. bu çağa birden bire atlayamıyoruz tabi… mesela biliyorsunuz; otomotiv sanayii geldiği zaman, batı’da çok gelişmiş, bizde bir şey yok. bizimkiler böyle korumacı bir mantıkla karşıladılar. anadol ürettiler… hâlbuki batı’da çok güzel arabalar vardı. onlardan bir tanesi gelebilirdi; biz anadol’la başladık ve öyle gittik. 80’lerden sonra açın kapıları, isteyen istediği arabayı getirsin dendi. şimdi dijital kütüphanecilikte de böyle olacak. bizim birdenbire dijital kütüphaneciliğe geçmemiz lâzım. yoksa sığdırmanız mümkün değil. (sy. 68)

kaynak: “üniversiteye diploma almak için girilmez!”, ismail erünsal ile röportaj, yedikıta dergisi, sayı: 70 haziran 2014

36.

ailece urfalıyızdır, 1967 ağustos’unda ptt memuru olan babamın tayini bursa’ya çıktı. altıparmak semtinde iki katlı bir ahşap ev bulduk. ev sahibimiz yanımızdaki yine bir ahşap evde oturuyor. ocak henüz tütmüyor. yanımızda biraz bulgur ve salça getirmişiz. annemle babam hemen çiğköfte yoğurdular, tabii komşuya göndermeden olmaz, ben de ev sahibimize bir tabak götürdüm. makbule geçecek sanırken rumeli kökenli olan ev sahibimiz, çiğ etle yapılan bu yiyecek ikramını kabul etmemişti. arkamızdan da bizi ‘yamyam’ gibi görmeye başladıklarına dair duyumlar(!) aldığımızı hatırlıyorum. oysa şimdi o evin etrafı çakma çiğköftecilerce kuşatılmış!

bu noktada aklıma 1930 ağrı isyanı sırasında “cumhuriyet” gazetesinde çıkan bir yazı geldi. kürt isyanı ile çiğköfte arasında kurulan bu muhteşem irtibata doğrusu hayran kalmamak mümkün değildi. şöyle yazıyordu 13 temmuz 1930 tarihli “cumhuriyet”:

“bunların (asilerin) alelade hayvanlar gibi basit sevk-i tabiilerle (içgüdülerle) işleyen his ve dimağlarının tezahürleri, ne kadar kaba, hatta aptalca düşündüklerini gösteriyor. çiğ eti biraz bulgurla karıştırıp öylece yiyen bu adamların afrika vahşilerinden ve yamyamlardan hiç farkı yoktur.”

22 haziran 2014 pazar, zaman gazetesi, mustafa armağan

35.

“sevmedikten sonra bir erkek her kadınla mutlu olabilir.” oscar wilde

“kadınlar okumaktan vazgeçtiklerinde roman ölecektir.” ıan mcewan (2009)

“teknoloji allah’ın rahmetidir.” necmettin erbakan

“erdoğan’ın dürüstlüğünü, yiğitliğini gördüm, gördükçe âşık oldum. doğrusu solculuk dönemimde mevlânâ ile şems’in arasındaki aşka anlam veremiyordum. tanıdıktan sonra gördüm ki böyle bir ilahî aşk iki erkek arasında olabiliyor.” ethem sancak

“açık söyleyeyim, rüyalarımda bazen gazali ile hegel ile tartıştığımı hatırlarım.” eski başbakan ahmet davutoğlu

“nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu?” r. tayyip erdoğan

“bölünmüş yollarla trafikte sollamayı bitirdik. hizmetlerimizle de türkiye’de solu bitirdik.” binali yıldırım

“ebola göründüğü kadar kötü değil, tabii ki, allah göstermesin, bulaşınca öldürüyor.” temel kotil

“televizyonun ne sizin ne de benim zamanımda bir önemi olacaktır.” rex lambert (1936)

34.

[mehmet fuat] köprülü, inkılapları yeni bir millî ülkü yaratacağı heyecanıyla benimsedi ama arap harflerinen terk edilerek latin harflerinin benimsenmesine karşı çıktı. bu konudaki ısrarı üzerine bir gece yarısı konağından alınarak meçhul bir yere götürüldü ve o günden sonra latin harflerinin savuncuları arasında yer aldı.

kaynak: #tarih dergisi, sayı: 1, haziran 2014, sy. 88

33.

ilkokuldan sınıf arkadaşım tarih profesörü. doktora tezi “japonya’da 19. yüzyılda köylü isyanı” yaşamının önemli bir kısmını tokyo’da geçirdi. onu ziyarete gittiğimde anlatmıştı. japon erkekleri aylık maaşlarını aldıklarında kendilerine eğlence vs. parası ayırdıktan sonra kalan kısmını evin masrafları için topluca karılarına teslim ediyor. âdet böyle. alışkanlıklarıdan biri de, erkeğin haftanın birkaç günü arkadaşlarıyla kafayı çekip zil zurna eve dönmesi. karısından beklenen, kocasının ayaklarını yıkamasına kadar ona ihtimam göstermesi, el pençe divan ona evlilik boyu hizmet etmesi. bu düzen 70’li yıllarda değişmeye başlamış. adam emekli olduğunda eski alışkanlıklarıyla toplu tazminatını karısına veriyor. yıllarca içinde öfkesini biriktiren kadınlar kocasını boşamaya başlıyor: erkekler perişan. karılarına bağımlılıklarından günlük yaşamlarını idame ettirmekten acizler. yemek pişirmesini de bilmiyorlar. erkeklerin konumu japon televizyoncuları seferber etmiş. akşam vakti yayına koydukları programda tek başına yaşayan emekli erkeklere nasıl yemek pişirecekleri öğretiliyor.

kaynak: televizyon (nesnelerle zaman yolculuğu), gündüz vassaf, ot dergisi, sayı 17, temmuz 2014

 32.

genellikle iranlılarda görülen, kendisini en basitinden teşrifat ve tören düşkünlüğü ile gösteren debdebe ve şatafat düşkünlüğünün nedenlerinden biri, bu aryan olma (ari ırktan olma) iddiasının-durumunun fazlasıyla önemsenmesinden kaynaklanıyor olsa gerek (kim önem vermiyor ki zaten!).  aryanlık meselesi iran popüler kültüründe o kadar yaygındır ki, ülkenin siyasi yaşamında ve uluslar arası ilişkiler diskurunda da kolayca başvurulan bir yedek kuvvettir ve bazen uluslararası ilişkilerdeki krizlerde, başvurulan son çarelerden biri haline gelebilir.

1992’de berlin’deki mykonos adlı yunan restoranında katledilen iranlı kürt liderler nedeniyle iran’ın başı almanya ile derde girip, alman mahkemesi, yargılanan biri iranlı ötekileri lübnanlı şii 3-4 kişiyi hapis cezalarına çarptırdığı kararında, iran liderlerini bu suikastlerin emrini vermekle suçlamıştı. bu iki ülke ilişkilerini gerip, elçiler geri çağrılıp, tahran’daki alman elçiliği iranlı aşırı muhafazakar sokak çeteleri tarafından abluka altına alınıp, iş iyice çığırından çıkınca, iran’ın güçlü adamı ve zamanın cumhurbaşkanı ali ekber haşimi rafsancani, kontrollü krizin yeterince tırmandırıldığına kanaat getirmiş olmalı ki, meşhur büyük manevralarından biri daha yapmaya karar vermişti. ırk esaslı bir siyasete karşı ümmet esaslı bir islamcılık temelinde kurulduğunu iddia eden ve bu iddiasını hâlâ devam ettiren bir rejimin mümtaz şahsiyetlerinin önde gideni olan dinadamı-siyasetçi rafsancani, tahran üniversitesi bahçesindeki sürekli cuma namazı alanında 1996 sonbaharı’nda cuma hutbesi’nde almanlara sitem ederken, “iki halkın da aryan soyundan geldiğini” belirterek, bir nevi “ayıp oluyor, aryan aryan’a bunu mu yapar?” demeye getirmişti.

(iran: “etnik faktör”ün popüler kültürdeki temelleri, sami oğuz,  4 ekim 2009, birikimdergisi.com)

 

 

derleyen: mehmet raşit küçükkürtül

DİĞER YAZILAR