Üvey Vatandaşlar İçin Teselli Şarkıları-IV: “Ah Yalan Dünya!”

* Bir süredir bir kitapçıda çalışıyorum. Okul öncesi kitapları, okul sonrası kitapları, okula devam edenlerin kitapları, okulla uzaktan yakından alakası olmayanların kitapları, kişisel gelişim ve sağlık kitapları, Türk ve dünya tarihi kitapları, çağdaş dünya edebiyatı kitapları, çocuk edebiyatı kitapları, yemek kitapları, siyaset ve aktüel kitapları, test ve kültür kitapları… Hâsılı, matbu olarak piyasaya sürülen ve piyasa tanımının gereği olarak, cari fiyatlar düzeyinde herhangi bir nakdi değere taalluk eden her türlü neşriyatın satıldığı bir dükkân hayal edin. Taban alanı takribi 400 metrekare ve mukim bulunduğum üst katın üçte biri kafe işletmesi olarak hizmet veriyor. Kafe kısmı dâhil gözün alabildiği her yer kitap.

Sanırım üç ay kadar olacak, kafe kısmının kuzey yakasına konuşlanmış, tek şat tabir edilen ve tohum köklerinin Anglosakson ırkına dayandığını tahmin ettiğim Americano’mu fondiplerken, ekmek teknemizin gediklilerinden olmaya aday, garip bir çiftin şenşakrak hareketleri oldukça dikkatimi çekti. Oğlan, yirmili yaşların henüz başında, muhtemelen çiçeği burnunda bir üniversiteli. Tatil için memleketine gelmiş. Kız da olsun olsun 17 yaşında bir lise talebesi. Her ikisinin de ucundan kıyısından kitap ve kültürle ilgili, zeki çocuklar oldukları anlaşılıyor. Aralarında, ancak dikkatli bir gözün algılayabileceği -ki ben ileri derece hipermetropum- ve muhtemelen her ikisinin de birbirlerine itiraf edemedikleri -ihtimal ki en az birinin kendine bile itiraf edemediği- doludizgin, arsız, genetiğiyle oynanmış bir cereyan söz konusu. Her iki tarafın da endorfin seviyesi oldukça yüksek ve bu durum yüz kaslarının tamamında kendini belli ediyor. Gelgelelim, bir çeşit denge ve kur politikasının sağladığı güven duygusunun itkisiyle, temkini de elden bırakmıyorlar.

Kızın, arada bir işmar edip iletişimi lehine çevirme teşebbüsleri, oğlanın kendisine sorulan sorulara ihtiyatlı cevaplar vererek kızarıp bozardığını saklama gayreti, kızın pervasız çıkışlarına karşın oğlanın makul tutumu ve sabrı, aralarında duygusal bir etkileşim olduğunun kanıtları.

Aslına bakılırsa mesele gayet basit, oğlan kıza fena halde yanık ve bu durumla sadece aklını kullanarak baş edebileceğini zannediyor. Oğlan, yangın tüpünü kıza vermiş ve kullanma talimatını okumasını bekliyor. Hâlbuki dünya yansa kızın umurunda değil. İşte, olan biten bu. Oğlan, mental anlamda kızdan üstün olduğunun, daha zeki ve kültürlü olduğunun da farkında. Kız da türdeşlerinin yüksek çoğunluğuna nispetle ezici bir güzelliğinin olduğunun farkında.

Aslında hepimiz olan bitenin pekâlâ farkındayız.

Ben, bir yandan Americano’mu yudumlayıp diğer yandan -çağdaş dünya edebiyatı- rafını düzenlerken, onlar da kahveme görünmezlik iksiri atıldığını hayal ediyorlar. Hepimiz görünmez olduğumuzun farkındayız. Lâkin, sonu gelmez bir distopyanın içine doğru sürüklendiğimizi henüz bilmiyoruz.

Aslında, en başından beri hepimiz bir oyun oynuyoruz. Ben, mesai saatimi doldurmak için rafları düzenliyor gibi yaparak kahve içme oyunu oynuyorum. Onlarsa, kendiliğinden gelişen bir sürecin mümessili olma gayretindeler, fakat kurmak istedikleri düzeni bir türlü rayına oturtamıyorlar. Evvela biri, raflarda gördüğü ve diğerinin onu bilmediğinden emin olduğu -ya da öyle zannettiği- bir kitabı seçerek, bir an evvel kitabı bulup kendisine getirmesini istiyor. Aynı anda diğeri, farklı bir kitabın aynı şekilde kendisine getirilmesini istiyor ve bunu neden yaptığını kendisi bile bilmiyor. Nihayetinde ortaya, etrafta deli gibi koşturan iki gencin resmedildiği kaotik bir tablodan fazlası çıkmıyor. Ezkaza kitabı biri bulursa yarışmayı baştan alıyorlar. Kitabı getiren artı bir sayı kazanmıyor. Ödül yok. Saygı, statü göstergesi, tebrik ya da ceza yok. Kızın diğer müşterileri rahatsız eden çığlıklarını saymazsak, ortaya müthiş bir devinim, sevecenlik, endorfin, şehvet ve ahmaklık dalgası yayılıyor.

Sonunda, oğlanın -bulunduğu konum gereği- üzerinde gayet eğreti duran mutaassıp tavrına ve kızın çığlıklarına dayanamadığımdan ötürü her ikisini de yanıma çağırıyorum. Oyunu yarıda kesip utana sıkıla yanıma geliyorlar. Onlara bunun böyle yürümeyeceğini, oyunu sistematize etmeleri gerektiğini söylüyorum. Sesimin oktavını bir tık aşağıya çekerek takındığım muştu, onların zihninde radikal bir tavrın dışavurumu olarak algılanıyor olmalı ki, en azından biraz daha sessiz hareket etmeleri gerektiğini idrak edebiliyorlar.

“Öncelikle süre koymalıyız.” diyorum.

“Sonra birbirinizle yarışabilmeniz için rakip olmalısınız, bu yüzden ikinizin de bilmediği, yalnızca benim bildiğim bir kitabı aramalısınız. Size üç dakika süre veriyorum. Kitabı ilk önce bulan kazanır. Velev ki bu süre içinde kitabı bulabilirseniz, arzu ettiğiniz herhangi bir kitabı yarı fiyatına size satabilirim.”

Oğlan ketum bir yeni gelin gibi, sol kaşını hafifçe yukarı kaldırıp, usulca kızın bakışlarını süzdükten sonra “Bana uyar” diyor. Kız sürenin azlığından şikâyet ediyor.

“Tamam, beş dakika olsun” diyorum.

Sonra ne olduysa, hava birden bozuyor. Kız resmen put kesiliyor. Oğlanın, vakarını koruma gayretine rağmen, şimşek çakan gözlerinin içinden neler geçtiğini okuyabiliyorum. Buna rağmen sevecen tavrını sürdürmeye devam ediyor. Kız tırnaklarını yemeye başlıyor ve gözlerini öylesine belertiyor ki, konuyla alakalı tek bir ayrıntıyı gözden kaçırmak istemediğinden bütün dikkatini bana yöneltiyor. Ne heyecan, ne kaygı, ne de mutluluk, en ufak bir yaşam belirtisi kalmıyor kızın yüzünde. Sadece beklenti. Emir, komuta, kurallar, ritüeller, strateji ve potansiyel bir yenilgiye karşı savunma. Kazanma dürtüsünün hırs mekanizmasını ateşleyen dişlileri kitap raflarının çarklarına oturmaya başlıyor. Kız, bir yandan oğlana bakarken diğer yandan kitap raflarını süzmeye devam ediyor. Neden sonra, “Ona dar gelen bana bol gelir” deyiveriyor birden.

“Peki öyleyse” diyorum, “Yerli mi yabancı mı?”

“Yerli olsun” diyor her ikisi de. “Hazırsanız söylüyorum.” Heyecandan yerlerinde duramıyorlar, “Kitabın ismi Ölü Zaman Gezginleri, an itibariyle süreniz başlamıştır.”

Palas pandıras işe koyuluyorlar hemen. Kız, evvela ‘Felsefe ve Düşünce’ rafına yöneliyor. Göz ve el senkronizasyonunu öylesine müthiş ayarlıyor ki, gerçekten istediği bir işi başaramamasının imkânsız olduğunu düşünüyorum. O raftan ayrılıp hemen yana, ‘Fantazya ve Bestseller’ rafına yöneliyor. En üst rafın sağ üst köşesinden başlayarak sola doğru, her kitaba tek tek dokunarak ilerlemeye devam ediyor. Biraz evvel, yanı başında hidrojen bombası patlatılsa neşesini kaybetmeyeceğini düşündüğüm kızın, nasıl oluyor da böylesine ciddileşebildiğini bir türlü anlayamıyorum.

Oğlan, kızın tam aksine dükkânın kuzeybatısında yer alan ‘Klasik Türk Edebiyatı’ rafına yöneliyor ve kızdan aşağı kalmayacak bir çeviklikle kitapların sırt kısımlarında yazan isimleri okumaya çalışıyor. Sonra sola, aynı isimli rafın yekdiğerine yöneliyor ve muazzam bir hızla kitapların sırt kısımlarını sağa doğru aktarmaya devam ediyor.

Sadece iki dakikalarının kaldığını haber veriyorum.

Kız bir yandan zamanın darlığından şikâyet ederken, diğer yandan kopya vermem için ricada bulunuyor. Tek kelime etmiyorum. Olanca hızlarıyla aramaya devam ediyorlar.

Bir dakika otuz saniyelerinin kaldığını söylüyorum.

89, 88, 87, 86, 85…”

“Haksızlık!” diye bağırıyor kız, “Binlerce kitap var!”

Aradıkları kitabın Hasan Ali Toptaş‘ın bir öykü kitabı olduğunu ve Everest Yayınları’ndan çıktığını söylüyorum. Kız tam kitabın olduğu rafa doğru yaklaştığında birden duruyor ve “Son bir şey!” diyor.

Kahkaha atmamak için kendimi zor tutuyorum.

“37, 36, 35, 34, 33…”

Ağlamaklı bir ses tonuyla “Lütfen!” diyor kız, “Hiç yoktan kapağını tarif edin!”

Artık kendimi tutmakta zorlanıyorum.

Neden sonra kız, bulunduğu raftan ayrılıp doğruca oğlanın yöneldiği ilk rafa doğru koşmaya başlıyor. Oğlan kan ter içinde kalmasına rağmen tek kelime etmeden sola, kızın biraz evvel terk ettiği rafa doğru ilerlemeye devam ediyor.

Yirmi beş saniyelerinin kaldığını söylüyorum ve artık kendimi tutamadığımdan basıyorum kahkahayı.

Oğlan bir dakika daha ek süre vermem için ricada bulunuyor. Kız öylesine seri hareket ediyor ki ellerini görmekte zorlanıyorum.  Sadece on saniyelerinin kaldığını söylüyorum. Oğlan birden yön değiştiriyor ve biraz önce geride bıraktığı rafa doğru seri bir hamle yapıyor. Aynı raf dizisinin önüne geldiklerinde hafifçe birbirlerine çarpıyorlar. Sonra oğlan birden irkiliyor ve uzun boyunun da avantajıyla, sanki daha evvel kitabı görmüş gibi raftan çekip çıkarıyor.

“Buldum!” diyor nefes nefese kalmış bir halde. Kitabı aldığı gibi, kızın sol omzu üzerinden sert bir manevrayla havaya doğru kaldırıp sallamaya başlıyor.

Kız resmen taş kesiliyor. Tek kelime etmeden kasaya doğru yaklaşıp, gayriihtiyarî sevincini paylaştığım oğlanı baştan ayağa süzmeye başlıyor. İçimden, sevincini daha fazla abartmaması gerektiğini, yoksa kızı her an ağlatabileceğini düşünüyorum. Neyse ki oğlan tadında bırakıyor ve kızın gönlünü almak için, aslında onun da iyi yarıştığını, fakat şansının yaver gitmediğini falan söylemeye çalışıyor.

O an ben, oğlan, kafe kısmında Frappe bardaklarını temizleyen garson kız ve müşterilerin tamamı birer obje haline geliyoruz. Dondurulup duvara asılmış av hayvanları. Mavi yaldızlı, peluş, oyuncak ayılar ya da bir kısmı traşlanmadan bırakılmış sürreal biblolar haline geliyoruz. Ben, Pulp Fiction Kültünü çevreleyen, yaldızlı çerçevenin sol köşesine çakılmış küflü bir çivi oluyorum o an. Oğlan 1967 marka bir masa lambası oluyor. O andan itibaren altın oran kızın mukim bulunduğu konuma göre hesaplanmaya başlıyor. Dünyanın çekim gücü yön değiştiriyor ve kızın bulunduğu konuma doğru yüksek voltajlı bir dalgalanma başlıyor. Etna ve sönmüş yanardağlar alevlerini püskürtmeye başlıyorlar. Magma tabakası tekrar harekete geçiyor ve birden buzullar erimeye başlıyor…

Oğlana hangi kitabı istediğini, arzu ederse elinde tuttuğu kitabı ona yarı fiyatından satabileceğimi hatırlatıyorum. Kıza bakıyor hemen. Neyi, ne zaman ve nasıl yapması gerektiğini soran bakışlarla ondan yardım istiyor.

Mahçup bir ses tonuyla “Teşekkür ederiz” diyor oğlan. “Aslında biz bir şeyler içmeye gelmiştik, belki daha sonra…” Bir yandan kızın gözlerinin içine bakmaya devam ediyor. “Tamam gel, Allah benim belamı versin, elim kırılaydı da bulamayaydım! Gel! Neyi nasıl istiyorsan öyle yapalım! Yeter ki susma! Yeter ki bir şeyler söyle!” der gibi bakıyor.

Muhakkak bir kitap almaları gerektiği konusunda ısrar ediyorum. Oğlan tekrar teşekkür ediyor ve vakitlerinin sınırlı olduğunu, birer çay içip gitmeleri gerektiğini söylüyor. İçimden, -vaktin- zaten sınırlı olmakla tanımlanabileceğini geçiriyorum.

O sırada telefonundan dünyayı ve komşu gezegenleri yöneten kız, kafasını hızlıca kaldırarak, çay içmek için hiç vaktinin kalmadığını ve bir an evvel gitmeleri gerektiğini söylüyor.

“Peki ya kitap, kitap ne olacak? Lütfen bir kitap seçin, tamam sizden para da istemiyorum ama buradan bir kitap almadan çıkıp giderseniz gerçekten çok üzüleceğim” kabilinden Bill Cosby tarzı birkaç gönül alma girişiminde bulunuyorum. Oğlan, ‘Öne Çıkanlar’ kısmından kızın okumaktan hoşlanacağını tahmin ettiği bir kitap seçip, anlaştığımız gibi yarı fiyatına alıp kıza hediye etmek istiyor.

İlk yardım.

Suni solunum.

Elektroşok!

Hepsi nafile. Kız tedaviye yanıt vermiyor.

Sonunda imdadına küçük, rezil, kokuşmuş dünyamızı ve çevre gezegenleri yönettiği elma damgalı telefonu yetişiveriyor. Bir yandan çalan telefona cevap vermeye yeltenirken, diğer yandan oğlana dönüp, “İstersen sen kalabilirsin ama benim acilen çıkmam lâzım” diyor ve koşar adım dükkandan uzaklaşıyor. Oğlan yüzüme bile bakmadan kızın ardı sıra gidip kitabı kollarıma bırakıveriyor. Oracıkta, şaşkın, yapayalnız kalıveriyorum.

Frappe bardaklarını servanta dolduran garson kız, “Aptal!” diyor. “Kızın kitabı bulmasına müsaade edecekti ya da kendisi de bulmayacaktı. Kadın ruhundan hiç anlamıyorsunuz, hepiniz aynısınız!”

“Haklısın” diyorum ve iki saattir elimde duran kahve bardağını ona uzatıp, müsait olduğunda bir tane daha getirip getiremeyeceğini soruyorum. Tek kelime etmeden yanımdan geçip gidiyor. Altmış-altmış beş yaşlarında bir kadın nefes nefese yanıma geliyor sonra, “Evladım…” diyor.

“Korkmayın teyze” diyorum. “Deprem falan olmadı, bulunduğumuz kat çekme kat. Caddeye yakın olduğumuz için yoldan geçen ağır araçların basıncı çelik halatları esnetiyor ve siz deprem olduğunu sanıyorsunuz. Sıkıntı yok, rahat olun lütfen.”

“Hay Allah!” diyor teyze. “Gerçekten zelzele oldu sanmıştım…”

Kahve bardağını servanta koymaya giderken, oğlanın bulduğu kitabın İletişim Yayınlar‘ından çıkan son baskı olduğunu farkediyorum.

Bahadır Dadak

DİĞER YAZILAR

8 Yorum

  • Fatma , 17/08/2017

    Kitabı kızın bulduğunu hayal ettim bir süre.Bu kadar güzel bitmezdi sonu ;)

  • sinan önel , 17/08/2017

    keyifle okudum.yeni kelimeler öğrendim ellerine sağlık.

  • haşmet , 16/08/2017

    Başarılı bir anlatım. Gündelik bir olaydan hikayeyi güzel bir biçimde devşirmişsin. Kelimeleri seçmedeki titizliğin de dikkate şayan.

    Teşekkürler.

  • a.b , 15/08/2017

    Neyseki kız henüz tabiatını kaybetmemiş.

    • Kesin kızdır , 16/08/2017

      Aman efendim her kızın tabiatı kaprisli değildir. Yanlış olmasın

    • a.b , 16/08/2017

      Aman efendim bu gibi hususlarda katiyyen cidal olmasın. Kadın taifesinin tabiatı kaprislidir. Ama az ama çok. Bazılarının tabiatı ise ifsad olmuştur. Yazıdaki hadise gibi bir olayla karşı karşıya gelirseniz şayet ve oradaki kız kapris yapmıyor gayet vakur bir eda ile mukabele ediyorsa oğlana sıkıntı var demektir.

  • binali yıldırım , 15/08/2017

    başkanlık sistemi gelirse artık kızlar kapris yapma gereği duymayacak…

  • Çaylak Hekim , 15/08/2017

    Tebrikler, Allah yardımcınız olsun.

binali yıldırım için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir