Üvey Vatandaşlar için Teselli Şarkıları-VI: “Yüzü Çilli Bir Çocukluk”

* Yazmak için kalemi elime aldığımda yazamıyorum. Çizmek için paspartumun üzerine bir karton koyduğumda çizemiyorum. Hatları belirli kıstaslarla belirlenmiş, genel ahlaka uygun, toplum normlarına göre faydalı olarak addedilen derli toplu bir ürün ortaya çıkarmaya yeltenmem, bilincin en savunmasız anında patlayıveren o coşkulu hale ihanet etmişim hissi uyandırıyor.

Sanat ya da düşünce alanında üretmeye mecbur hissettiğimiz anlarda -ya bir lütuf ya bir ceza olarak- kurtarılmış zamanlarda kurtarılmış alanlar oluşturulduğunu düşünüyorum.

Evimde tütün yapraklarını ve kahve çekirdeklerini muhafaza ettiğim muhkem bir alan var; cam balkon. Ne üretiyorsam orada üretiyorum. Çünkü ne üretebiliyorsam orada üretebiliyorum. Evimin güneybatı cephesinde iki pencere var. Kapının dibindeki ilk pencere tüneğim. İzlek mahalli. Sırtımı mutfağa bakan cama yasladığım alan aynı zamanda çalışma masam oluyor. Portatif ve ergonomik bir illüzyon. Bir hikâyenin iskeleti, bir şiirin ilk dizesi yahut bir illüstrasyon fikri için hikaye kitaplarından, antoloji yığınlarından ve çizim tabletlerden en uzak alana konuşlanıyorum. Ters korelasyon. Üretme dürtüsü ikide bir zihnime saplanan bir sancı haline geldiğinde hemen pencereyi açıyorum. Yazmaya icbar hissettiğim alan yazamayacağımı bildiğim -en kaba tabirle özgür hissettiğim- yegâne kurtarılmış alan olduğundan, pencereyi açtığım an, çıkmaz araya bakan penceremin altında top koşturan çocuklar imdadıma yetişiveriyorlar. Yalandan bir penaltı öncesi birinin sol kaşında patlayan dirsek darbesinde o meşum şiirin ilk dizesi peyda oluveriyor. Çocuklardan biri topu elektrik direğine nişanladığı an öykünün iskeleti su yüzüne çıkıyor ve tam gol olacağı sırada çirkefleşen bir ağzın sol kıvrımında bir illüstrasyon fikri yeşeriveriyor.

Sırtımı mutfağa bakan cama yasladığım an, aslında top koşturan çocukları izlemediğimi fark ediyorum. O an çocuklardan biri ofsayt nedir diye sorsa, bilmiyorum çocuklar, gerçekten bilmiyorum,  Genç Werther çok acı çekti ama Oliver Twist kadar değil, derdim herhalde.

En sakin, en yalnız, en üretken, en duru anlarımdaki fotoğraf ne kadar acınası. Bir elinde kahve bir elinde sigara, gözleri bir yere dalmış pejmürde bir adam. Sözde bir üretim sürecinin yegâne mümessili. Oysa, ne içeriye girebilmiş ne dışarıya çıkabilmiş. Ne evin içerisinde muhkem bir alanda ne de dışarıda top oynayan çocukların yanında.

Keşke yazarak, çizerek, okuyarak rahatlamanın öğrenilmiş bir rehabilitasyon çeşidi olmadığını kendime kanıtlayabilseydim. O vakit hemen penaltıyı iptal eder ve çocukların yanına giderdim. Ofsaytın ne anlama geldiğini kitaplarda asla bulamayacaklarını onlara kanıtlayabilmek için.

* Tefe’ül Günlüğü Seri No:2, Marion Milner, Kendine Ait Bir Hayat:

Şeylerin kanunlarına dair bilgi değil deneyim sahibi olmak istiyorum; onları sadece gözlemlemek değil, onlara maruz kalmak istiyorum. Karşılaştığım şeylere istinaden idrak etmek istiyorum – varlıklarının gereklilikleri neler, onları oldukları şey yapan değişmez kanun ne, fizikleri, kimyaları, gerçeklikleri nedir hissetmek istiyorum. Bir şeyin önemini hissetmedikçe bilmenin manası yok. Belki bu sevgidir; varlığın onun bir parçası olur ve kendini ona verirsin. Kim bilir?

* Ya Diyojen’in mesken tuttuğu yer fıçı görünümlü ahşap bir malikâne idiyse. Ya Büyük İskender’le Diyojen saman altından su yürütmüşlerse. Ya ikisi anlaşıp ömür boyu yetecek kadar kırmızı şarap karşılığında fakir halkın gözünde garibanlığı meşru kılmışlarsa. Anlamıyorum, adam ismiyle müsemma koskoca bir komutan bir kere; Büyük İskender! Ulan herif Doğu ile Batı’yı cem etme derdine düşmüş, işi gücü yok Diyojen’in şarap fıçısının dibine gelecek de “Dile benden ne dilersen Diyojen’ciğim?” diye soracak. Üstelik onun ne kadar zeki, hazır cevap ve kibirli biri olduğunu bildiği halde. Neymiş efendim, Diyojen hayatta altta kalamazmış, hemen lafı koyuverirmiş. İskender Bey gölge etmesin imiş başka ihsan istemez imiş. Kıl imiş yün imiş… Neymiş efendim, Sokrates’çi Kiniklerin (Köpeksi) savunucuları, kendilerine özgü çilecilik ve töretanımazlık anlayışıyla her türlü uygarlık değerini yok saydıklarından, yaşama biçimleri de doğal ve sade olana yönelikmiş. Falan imiş filan imiş… Ey Diyojen! Hiç yoktan kıçını sokacak bir fıçın var be! ABD Konut ve Kentsel Gelişim Bakanlığının verilerine göre ABD’de ortalama 550 bin evsiz bulunuyor ve bu insanların bir şarap fıçısı dahi olsa barınacak mülkleri yok.

Bu rakam günümüz itibariyle Sinop ilimizde yaşayan insanların neredeyse 6 katına tekabül ediyor ve daha da acısı üstad Diyojen’in aslen Sinoplu olması.

Filozoflar hakkında sathi bir yorumda bulunarak Antik Yunan Medeniyetinin kaymağını yemek niyetinde değilim ama felsefe tarihinde Diyojen kadar kolpacı birine daha rastlamadım. Nerede bizim kadim geleneğimizin rind cengâverleri, kendilerini hiç yoktan hiç sayan hiciv ustaları; Eşrefler, Neyzen Tevfikler, Sakallı Celaller, nerede bu iktidar kriptosu müptezeller.

* Paul Celan ve İngeborg Bachmann. Bunlar bir türlü kavuşamayan iki âşık. 20. yüzyılın en önemli şair ve yazarları arasında gösteriliyorlar. Biri boğularak, diğeri yanarak ölüyor.

* Evime takriben 50 metre uzaklıkta 25-30 araçlık bir otopark var. Otoparkın hemen sol çaprazına konuşlanmış, ara başına aynı mesafede bir buçuk iki metrekarelik prefabrik yapıda gece bekçisi her gece televizyon izliyor. Her sabah saat 06.00 sularında kapı önüne çıkıp volta atıyor ve gündüz vardiyasında görevi teslim edeceği bekçiyi beklerken bir sigara yakıyor. Her iki bekçi de birbirlerini ve emanet altına aldıkları arabaları bekliyorlar. Arabaların sahipleri her sabah saat 07.00 sularında telefon alarmlarının çalmasını ve bekçinin otopark kapısını açmasını bekliyorlar. Ben her gece saat 01.00 sularında gece bekçisini izlerken göz kapaklarımın gevşemesini ve her sabah saat 08.00 sularında gündüz bekçisinin vereceğim selamı -hiç konuşmadan başını hafifçe öne eğerek- almasını bekliyorum.

Ne garip, hepimizi birleştiren şey aktif bilincimizin, eylemlerimizin, hayatı karşılama usullerimizin, teknik becerilerimizin, dürtülerimizin, sezgilerimizin, zaman mefhumunu kavrayış şekillerimizin, tüm bu yapıp etmelerimizin çok dışında ve fakat onunla gelişip serpilen, onun vesilesiyle hayat bulan, dirilen ve güzelleşen, nispeten en pasif eylem: uyku.

* İktibas Günlüğü Seri No: 3, Jean-Paul Sartre, Bulantı:

Kişi her zaman öykü anlatan bir yaratıktır, öykülerle, başkalarının öyküleriyle çevrilmiş olarak yaşar, tüm başına gelenleri öyküler biçiminde görür ve hayatını, bir öykü, hayat öyküsü anlatıyormuş gibi yaşamak ister.

Ama ikisinden birini seçmek gerekir, yaşamak ya da anlatmak.

* İşten çıktım, eve gidiyorum. Moralim bozuk. Karnım aç. Karnım öylesine aç ki zar zor yürüyorum. Böyle anlarda insan ruhu latifleşiyor. Bedenimin takatsizliğine rağmen zihnim çıfıt çarşısı gibi rengârenk. Hissediyorum, sanki biraz sonra bir şeyler olacak ve açlığımın diyetini mutlu olmakla ödeyeceğim.

Evime ulaşan üç sokaktan en uzun olanı seçiyorum.

Telefoncular Çarşısı tabir edilen sokağın sonunda, yaya kaldırımını boylu boyuna işgal ettikleri karton kutuların ardında onları görüyorum. Kutlugün Sokağı Çetesi! Matruşkalar gibi yan yana dizilmişler. Her gün yeni bir komplo teorisi için argüman topluyorlar. Bazen yardım ve yataklık ediyorum onlara.

90’ların sonuna yetişen müteşebbis ruhlu gençler bilirler; büyük marketlerin arka kapılarından cofcofladığımız karton kutuları ters çevirir, üzerlerine boncuk, klips demiri ve misinadan imal ettiğimiz bileklikleri, kolyeleri, çiçekli yüzükleri dizer ve gelen geçene satmaya çalışırdık. Bizim Kutlugün Sokağı Çetesinin esaslı delikanlıları da Z kuşağının oksimoronluklarına tepki olarak böyle bir eylem planını hayata geçirmişler. Lâkin bir farkla; biraz evvel bahsettiğim ve kendi imalatları olan takıların yanına her renkten telefon kılıfı da koymuşlar. Köylü pazarındaymışçasına bağır çağır satış yapmaya çalışıyorlar.

Elebaşlarının yardakçısı olan kara oğlana usulca yaklaşıp soruyorum:

“Dostum, hasılat ne kadar?”

“Hasılat satmıyoruz, kolyeler bir lira, kılıfların simli olanları beş lira, diğerleri üç lira”

“Tamam dostum eyvallah. Mahalleye sahip çıkıyor musunuz? Hepimizin anası bacısı var, size emanet…”

“Evet, sahip çıkıyoruz mahalleye.”

“Hadi hayırlı akşamlar.”

“Hadi hayırlı akşamlar.”

Açlığıma ve karamsarlığıma rağmen evime ulaşan üç sokaktan en uzun olanı seçtiğim için kendimle gurur duyuyorum.

* “Evin yansın!”

Eşyanın bütününü tek kalemde cem etmeye yeltenen ne ağır bir itham. Hem yalnız bireyi, hem konu komşuyu, hem maddeyi hem manayı, ezcümle, kamu âlemi kendi kor saçan çeperleri içine hapseden ne ağır bir beddua.

Anadolu irfanına hayranım.

* Misafirlikteyim. Bir bebek, iki buçuk üç yaşlarında. Cin gibi. Gözleri masmavi. Fıldır fıldır. Hemen yanı başında aynı yaşlarda başka bir bebek. O mazlum. Sadece olan biteni izliyor. Gözleri hepimizin gözleri gibi ela rengi. Etrafına bakıyor ve gülümsüyor. Mavi gözlü bebek bir hışımda ela gözlü bebeğin elinde tuttuğu android telefonu kapıveriyor. Diğeri sakin, lâkin bu kez ne gülümsüyor ne somurtuyor. Sadece olan biteni izliyor. Mavi gözlü bebek, her mavi gözlü bebek gibi imkânsızı başarıyor ve Youtube kanalından “Harika Kanatlar”ın 10. bölümünü açıp kendi kendini hipnotize etmeye başlıyor. Ela gözlü bebek ağlamaya çalışıyor. Annesi karnının acıktığını, o yüzden huysuzlandığını söylüyor. Kısa koşu bir telaşe başlıyor evin içinde. Pembe mavi biberona doldurulan sütle sükûn buluyor çocuk. Diğerine bakıp gülümsüyor yine. Sonra sadece benim sezebildiğim harika bir şey gerçekleşiyor. Harika Kanatlar’ın 10. bölümü sona ermeden telefonun şarjı bitiyor ve mavi gözlü bebek ne yapacağını bilmez halde evvela telefonun siyah ekranına sonra da etrafına bakmaya başlıyor. Odada bulunan herhangi birinin çaresizliğini fark etmesi için tekrar etrafa bakıyor ama kimse onu fark etmiyor. Küçük, küçücük bir merhamet ışıltısı görse yaygarayı basacak. Sağa yatıyor, sola yatıyor, kızarıyor, bozarıyor, yarım yamalak bir iki kelime dökülüyor ağzından ama nafile.

Kimse onu fark etmiyor.

Mavi gözlü bebek, ela gözlü bebek ve ben; üçümüz hariç, odada bulunan diğer herkes aynı odada ve burun buruna olmalarına rağmen, olabildiğince yüksek sesle iletişim kurmaya çalışıyorlar. Televizyonda boynuna koyu yeşil kornişon hıyarları asılı, yarım dönümlük ağzından tükürükler saçarak kahkahalar atan sarı saçlı bir kadın, gâvurdağı salatası yapmanın inceliklerinden bahsediyor. Kadın kahkaha attıkça odadakiler seslerini daha da yükseltiyorlar. Bunun dinlemekle değil anlatmakla, muhatap aldıklarıyla değil bizzat kendileriyle alâkalı olduğunu hiç birine anlatamam. O yüzden bebekleri izlemeye devam ediyorum.

Mavi gözlü bebek şahadet ve orta parmağını birleştirip boğazına sokuyor ve ela gözlü bebeğin üzerine kusmaya çalışıyor. Doğal seleksiyonu gözlemlemek adına olaya müdahil olmuyorum. Ela gözlü bebek pembe mavi biberonuyla mutlu ya da mutsuz değil, sadece besleniyor ve gülümsüyor. Ikınmaktan gözleri kan çanağına dönen mavi gözlü bebek sonunda amacına ulaşıyor ve midesinde ne varsa ela gözlü bebeğin üzerine boşaltıveriyor. Kısa ama etkili bir enjeksiyon. Annesi, sadece karnının acıktığını ve o yüzden huysuzlandığını söylemekle kalmıyor, mavi gözlü bebek bugünlerde bir huy edinmiş; ne vakit canı fırınlanmış şarapnel hamurlarından imal edilen kuskus makarnasından istese kuskus kelimesini telaffuz edemediğinden kusmaya yelteniyormuş. Kadın sesini olabildiğince yükselterek mavi gözlü bebeğin şirinliğini odada bulunanlara kanıksatmaya çalışıyor. Nitekim başarıyor, cümbür cemaat kahkahalarla gülüyorlar bu garipliğe. Doğal seleksiyonu bozmamak adına ben de gülümsüyorum. Çaktırmadan bakıyorum, ela gözlü bebek ağlamaya başlıyor. Annesinden kolonyalı mendil isteyip üzerini temizliyorum ve telefonumu ona veriyorum. Diğeri hemen dudağını büküveriyor. Her ikisini de kucağıma oturtup Harika Kanatlar’ın 11. bölümünü açıyorum.

Gülümsüyorlar.

Ben de gülümsüyorum. Mutlu değilim oysa. Hüzünlü de değilim. Dünya hakkında, ebeveynler hakkında, pedagoji hakkında, Mormonlar yahut Amişler hakkında, yasak meye, haram nazar yahut helal lokma hakkında, insan olmanın zavallılığı hakkında, bir şey ya da bir kimse hakkında menfi yahut müspet bir kanıya varmıyorum, diğer yedi milyar gibi eleğimsağma desenli ekrana bakıp gülümsüyorum sadece.

Neden sonra Hasan Ali Toptaş’ın Heba romanından şu aşağıya doğru yuvarlanan cümleleri dökülüveriyor içime:

Yüzü çilli bir çocukluk. Efil efil tüten pişmanlık. Hiç işte, hiçbir şey olmadı. “Şikâyetçi misin?” “Değilim komutanım!” Kolonya, limontozu ve su. Bakma öyle karanlıkta Mensur. Aynalı kahve, güzel Nefise. Kim o uzakta ki adam? Tufana emanet bir dünya.

Her kötülük bir iyiliğin içine akıyor işte…

Bahadır Dadak

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Spinoza , 30/08/2018

    Edebifikirde bir grup var. Bunlar iki üç kişiler. Moralleri bozulunca, canları sıkılınca müstear isimlerle yazıların altına yorum yazıyorlar. Yazarların düşünürlerin isimlerini değiştirerek sözde komiklik yapıyorlar. Emeğe saygı gösterilsin lütfen. Edebifikir alelade bir blog ya da liseli ergenlerin ekşi sözlük panosu değil.

  • şarık tuğra , 30/08/2018

    evlendikten sonra, yazarın ciddi bir edebi kayba uğradığı, metin inşaasında zorlandığı görülüyor. Allah şifa versin.

  • mehmet raşit küçükkürtül , 30/08/2018

    teselli şarkıları kıvamını buldu, yazarın eline sağlık.

Spinoza için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir