“İnsan, bir şeyi çok beklediğinde, o beklediği zamana acıyıp da bekliyor. ‘Bu kadar bekledim, belki gelir’ diye. Gelmesi, artık çok düşük bir ihtimal olsa bile…”
Bir an gözlerim, bu cümleyi sarf eden dudakların kime ait olabileceğine dair etraftakilerin yüzünde gezindi. O kadar kalabalıktı ki durak… Hayret, bu sözleri onca sesin arasından nasıl da böylesine açık ve net bir şekilde duymuştum. Belki de on dakika içerisinde gelmesi gereken otobüsün kırk beş dakikadır ufukta görünmemesinden dolayı “beklemek” fiilinin farklı boyutlarına geçtiğimdendi bu algımdaki seçicilik. “Suuu, var mı su isteyen, suuu…”
Ses, bir kız sesiydi. Çok uzaklardan gelmediği de kesindi. Ancak yakınımda, duyduğum sesin sahibi olabilecek bir kız yoktu. Sigara içiyor olduğumdan, durağın oturulacak kısmının dışındaydım. Hemen önümde bir aile vardı. Bu klasik ailenin “direği” olduğu her halinden belli olan adam, durmadan bağırıp çağırıyordu. “Karısı” olduğuna hükmettiğim kadıncağız ne kadar ufak tefekse, adam o kadar iri yarıydı. Adam sesini yükselttikçe büyüyor, kadın sustukça küçülüyordu. Adamın, uzun paltosunu delip göğe uzanan kafası, kızgınlığının verdiği hararetle durmadan sağa sola dönüyordu. Sözleri, eskimiş mantosunun içerisine sinen kadına değildi sanki. İçine, bir kadının tepelemesine tıkıştırıldığı rengi solmuş bir mantoyaydı. Kadıncağız, adamın koltuğu altına rakibi tarafından sıkıştırılmış bir tavla gibi yerini biliyor, öylece duruyordu. Çünkü adam, ancak dişli, çenebaz bir rakibe yenilen tavla oyuncusu kadar öfkeliydi. Daha dikkatli baktığımdaysa kadının, çocuk arabasına uzanan ellerinin titrediğini gördüm. Hafif yan dönüp adama baktı bir müddet. Ağlıyordu. Adam, tavlayı tutup fırlatmış, tavla kırılmış, pulları etrafa saçılmıştı. “…Gafasuz garı, nolacak! Duttun, yânuş yerde indüdün bizi. Aha, aha gız, geliyo valla. Bu oraya geder ellâm! Goş gız, bari buna yetüşek. Bah, hala… Goşsana gız!”
Biraz ötede, iki kız birbiriyle konuşuyordu. İki feraceli kız… Yüzlerinde tebessüm, koltuk altlarında kitaplarla birbirlerine odaklanmış kaynatıyorlardı. “Kaynatmak” eylemine uygun bir şekildeydi mimikleri ve bu minvalde kıpırdıyordu dudakları. En ufak bir ses duyulmuyordu o taraftan. Sağdaki olabilir miydi beklemekle ilgili sözleri söyleyen? Olabilirdi. Çünkü sağdakinin yüzünde, o sözlere uygun silik bir hüzün de vardı. Ses tonlarından az çok bir tahmin yürütebilirdim ancak bu, mümkün görünmüyordu. Ağızlarından kelimeler, tesettürlü bir şekilde çıkıyordu sanki. “Suuu, var mı su isteyen, suuu!”
Kaynağı belirsiz bir hisle soluma baktım. Minyon tipli bir amca bitivermişti yamacımda. Öyle bir duruşu vardı ki beliriverdiği gibi bir anda yok olup gidecek zannettim. Bu güneşsiz havada gözlerindeki güneş gözlükleriyle ve katlanabilen özel bastonuyla bu sert yüz hatlarına sahip amca, kaos sancılı sesleri görmeye çalışıyor gibiydi. “Amca, hangi otobüsü bekliyorsun?” “Şey, ben… Ben Ortadağ’a gidecektim de… Orada Yunus Emre Camii durağı var. Orada ineceğim. Acaba oraya giden bir otobüs gördünüz mü?” “Gördüm amca, gördüm de o geçeli çok oldu. Yani ben diyim yirmi, sen de otuz dakika…” “Tüh, kaçırdık desenize… Neyse, bekleriz efendim. Onu da bekleriz.” “Ben de bekliyorum ne zamandır amca. Benimki de gelmek bilmedi. Yol çalışması mı vardır nedir? Belki de kaza oldu…” “Burası İstanbul efendim, her şey imkân dâhilinde…”
Adamın, yüz hatlarına şaşılacak derecede zıtlık teşkil eden ses tonundaki yumuşaklık ve diksiyonundaki imrenilesi düzgünlük, beni bağlayıvermişti. Kıyafetleri o kadar derli toplu ve temizdi ki… İster istemez bir kendi ayakkabılarıma baktım bir de onunkilere. Benimkiler toz toprak içindeydi. Adamın ayakkabıları ise az önce cilalanmışçasına parlıyordu. Bu haliyle nasıl beceriyor olabilirdi bu denli temiz ve düzenli olmayı? “Suuu, var mı su isteyen, suuu…” “Beyefendi, rica etsem bana bir su alır mısınız?” “Tabiî amca, hemen…” “Bir dakika, şuradan alınız, bir liradır muhtemelen.” “Yok amca, gerek yok, var bozuk.” “Lütfen, istirham ediyorum, alınız.” “Peki.”
Bir an, kitaplı kızların, artları sıra dalgalanan feracelerini görür gibi oldum. Yanılmamıştım. Bir otobüs duraklamış ve kalkmaya ramak kala yetişip binmişlerdi. İçimin, tuhaf bir şekilde ezildiğini hissettim. Neden bu denli dert etmiştim ki… “Çok bekleyeceğiz herhalde, değil mi efendim?” “Evet amca, öyle görünüyor. İnsan, bir şeyi çok beklediğinde, o beklediği zamana acıyıp da bekliyor bir müddet sonra.” “Af buyrunuz?” “Ne? Hah, şey, evet… Yani herhalde bekleyeceğiz biraz daha.” “Eh, ne yapalım, bekleyelim bakalım. Hep bekliyoruz zaten, çok bekliyoruz… Ne işle iştigal ediyorsunuz beyefendi?” “Ben mi? Ben, bir yayınevinde çalışıyorum amca. Yazı çizi işleri işte…” “Oh oh, pek âlâ… Ne hoş, okuyabilmek, yazabilmek…” “Siz ne işle meşguldünüz?” “Ben efendim, emekliyim. Edebiyat öğretmeniyim. Hay Allah, yıllar geçti, hâlâ alışamadım… Yani edebiyat öğretmeniydim.” “Ooo, siz hocamız sayılırsınız o vakit.” “Aman efendim, estağfirullah.” “Hah, geldi otobüsün amca. Hoop!” “Müteşekkirim efendim, memnun oldum.” “Durun, kaldırıma dikkat!” “Teşekkür ederim…”
Durak; bekleyenler, gidenler, gelenler ve kalanlarla dolup dolup boşalıyordu. Yol, akan bir seli; gürültü, boğan bir hengâmeyi andırıyordu. Tuhaf bir şekilde çınlıyordu kulağımda: “İnsan, bir şeyi çok beklediğinde, o beklediği zamana acıyıp da bekliyor. ‘Bu kadar bekledim, belki gelir’ diye. Gelmesi, artık çok düşük bir ihtimal olsa bile…” Bezmiş bir suratla etrafı izlemekten başka yaptığım bir şey yoktu. Kesin o kızlardan biriydi o kelimelerin sahibi. İyi de, olsa ne yazardı ki? Sanki gidip de tanışacaktım. “Tanışmak mı, ne münasebet? Öyle takıntılı sapıklar gibi… Ne diyecektim ki; az önceki sözler size mi aitti acaba? Güzel sözlerdi. En az sizin kadar zarif… Bu arada adım…” gibi düşünceler birbiri ardına dinmek bilmiyordu. Son sigaramı, “Murphy Kanunları’ndan bana ne!” diyerek yarıda yere attım. Beklemekten kanser olacaktım artık. Dilim damağım birbirine yapışmıştı. Bir su içsem fena olmazdı. Tam elimi havaya kaldırdım ki, tüm o iğrenilesi hantallığıyla otobüsün yaklaştığını gördüm. İçi balık istifiydi. Benimle birlikte en az on kişi hamle yaptı otobüse. Ancak ben, gençliğimin olanca kötü kalpliliğiyle aralarına daldım ve kapının önüne atılıverdim. Adımımı atmıştım ki o sözler, çağlamaya başladı gene kulaklarımda. Sanki tüm gürültüyü sindiriyor; koşuşturma ve telaşı tarumar ediyordu: “İnsan, bir şeyi çok beklediğinde, o beklediği zamana acıyıp da bekliyor. Gelmesi, artık çok düşük bir ihtimal olsa bile…” “Hadi yav, hadisene! Seni mi bekleyecek bu kadar millet?” Otobüse biner binmez kapanan kapının ardından öylece bakakaldım. Bir çift göz, bana bakıyordu. Bir çift sulu göz… Ve havaya kaldırdı elindeki iki şişe suyu. Kıpırdattı dudaklarını: “Suuu, var mı su isteyen, suuu…”
Cüneyt Dal
7 Yorum