İçimdeki Ben

Abdo’ya…

Akşamüzeri… Yaz mevsiminin kavuran güneşi, yerini yıldızlara bırakmak üzere. Takkeli Dağ’dan gelen hafif bir esinti… Gıdıklıyor, gün boyu terleyen insanın içini. Şehirde iş çıkışı yoğunluğu hissettiriyor kendini. Konya trafiği bu vakitlerde çekilmez oluyor. İnsanlar sabırsız, bir an önce eve gidip sıcak çorbaya kaşık sallama isteği var her birinde. Herkes haklı, ev gibisi yok elbette. Benim gibi olanlar var bir de. Telaşsız, bir yere yetişme telaşı olmayanlar… Oysa kolumdaki saat hiç benim gibi düşünmüyor. “Vakit yaklaşıyor” diyor, fısıldayarak kulağıma. Hızlanıyor adımlarım. Şehir merkezindeki oyalanmam yeter, doğru minibüs son duraklarına. Yürümek iyi geliyor insana. “Ayakların açılır, yürü!” derdi, rahmetli babam. Yürürken farklı simalar çarpıyor gözüme. Elindeki mor ve sarı ağırlıklı buketiyle yürüyen gencin heyecanı yüzüne yansımış. Acaba, sevdiğini ilk buluşmada çok mu bekletti? Ya torununun çekiştirmelerine maruz kalan siyah başörtülü nineye ne demeli? Yüzünden düşen bin parça, “Neden bu çocukla dışarı çıktım” der gibi bakıyor etrafa. Üniformalı çocuklar yine asmış okulu sanırım… Annelerinin inanacağı tarifsiz bir yalanı düşünüyorlar muhtemelen. Göz göze geliyoruz, o gençlerden biriyle. Biraz önce hemen yanından geçen kızı süzerken yakalanan gözleri, “Kötü niyetim yok!” dercesine, gözlerime bakıyor.

Nihayet dolmuş durağına ulaşıyorum. Tıp fakültesi minibüsü gelir gelmez içine atlıyorum. Kirli sakalıyla tesbih sallayan şoföre parayı uzatarak, “Bir kişi alır mısınız?” diyorum. Koltuklar dolmadan yer bulmam gerekiyor. Cam kenarı olsa iyi olacak. Minibüsün en arkasına geçip dörtlü koltuğun sağ tarafına kuruluyorum. Koku var sanki! Böyle burnumdan mideme inen cinsten kötü bir koku. Camı aralıyorum, dışarının iyi olmayan havası doluyor içeriye. Olsun! En azından kötü kokuyu alıp götürüyor. Sonra elimdeki poşetleri inceliyorum. Bir kilo muz, küçüğünden kavun ve birkaç çeşit bisküvi… Her şey tamam!

Gömleğime takılıyor gözlerim. Onun yanına giderken mavi gömleğimi giymeye özen gösteriyorum. Kolları bordo çizgilerle bezenmiş, ütüsü jilet gibi, uzun kollu puantiyeli gömleğim. Her ne kadar son haftalarda dar gelse de vazgeçemiyorum sivri yakalıdan. Beni maviler içinde görünce mutlu oluyor. Ben de onu mutlu görünce… Gömleği üzerimde ne vakit görse, “İçim açıldı” diyor, mavi rengin insanı bilinmez limanlara götürdüğünden bahsediyor uzun uzun. Eee bir edebiyat öğretmenine yakışır şekilde konuşuyor, kısa ve yalın cümlelerle… Bazen şiirler okuyor, bazen de şairlerin hayatından kısa kesitler sunuyor. Bayılıyor, ufak detaylara büyük anlam yüklemeye. Seyyar satıcıdan yirmi liraya alınan mavi gömlek, onun için başka diyarlarda farklı insanlarla tanışmak demek. Bakış açımı değiştirmem gerektiğini söylüyor, hep bana. “Her insanın baktığı pencereden bakmayacaksın. Hayat monotonlaşıyor. Sonra sıkılıyorsun. Tat almıyorsun yaşamdan. İnsanları sevemiyorsun.” O konuşuyor, ben susuyorum. O konuşuyor, ben hayranlıkla onu dinliyorum. Onu dinlerken yüreğim ferahlıyor, sıcakta kalmış bir insanın suyu bulunca kana kana içmesi gibi. Oysa bu günlere öyle kolayca geldiğimizi düşünenler ne de çok yanılıyor.

***

Ömür boyu aynı yastıkta kocamak için “Evet!” demelerinin üzerinden on iki yıl geçmesinin ardından Allah yüzlerine gülmüştü, Pekmezci çiftinin. Çok istedikleri çocukları tüp bebek vesilesiyle dünyaya gelmişti. Kızını ilk kucağına aldığındaki heyecanı görülmeye değerdi. Işıl ışıl olmuştu o çekik gözleri. Çocuklar gibi zıplamıştı doğum hastanesinin önünde. Canından çok sevmişti; yanakları gamzeli, burnundaki ben ile dünyalar tatlısı hale bürünen kızını. Hep “Prensesim!” diyerek sevmişti. İlgilenmeyi, onunla vakit geçirmeyi, oyunlar oynamayı seven fedakâr bir baba olmuştu. Kızını her şeyden sakınmıştı. İstememişti, katiyen üzülmesini. Annesinin bazen, “Şımartma o kadar!” çıkışına, “Şımarsın benim biricik kızım” cevabını veriyordu. Hayatın kanunu bu, insanlar doğduktan sonra büyür. Kızı Dilruba da büyümüş ve okullu olmuştu. En güzel kalemleri alındı, en şık okul üniformaları, lüks sırt çantalar ve elbette dışı prenses resimleriyle kaplı defterler… Ne istiyorsa almıştı babası kızına. Birinci sınıf, ikinci sınıf ve üçüncü sınıf… Başarıyla geçmişti, kızının o yılları. Zaman su gibi akıp gidiyordu. Dilruba her geçen sene biraz daha büyüyor, babasının ona olan bağımlığı da artıyordu. O kadar mutluydular, o kadar birbirlerine bağlıydılar ki, herkes elle gösteriyordu baba ve kızını. Bütün güzellikler, ağaç yapraklarının şehrin sokaklarına yayıldığı bir perşembe günü tepetaklak oluvermişti. 2015’in Ekim’i… Hava pusluydu, böyle ha yağdı yağacak der gibi. Dersi yoktu o saat. Öğretmenler odasında oturmuş, önündeki gazeteye bakınıyordu. Çalan cep telefonunu açınca feryadı yayılmıştı, okulun koridorlarına. Hem de nasıl bir feryat? Bütün okul irkilmişti, onun ağlamaklı bağırmasıyla. Duvarlar önünde eğilmiş, kalemler acı hikâyeleri çoktan yazmaya başlamıştı kara tahtalara. Kimse ne yapacağını bilememişti, dünyanın en sakin adamının delirmesi karşısında. “Neden ben?” diye soruyordu, yukarıya bakarak. O anın bir rüyadan kesit olabileceğini düşünmüş, kendine arkası bitmeyen tokatlar atmıştı. Ne yazık ki acı rüyalardan ibaret değildi. O, “Ciğerim! Canım kızım!” diye ağlamış, eşlik etmişti herkes gözyaşlarına. O gün, hayatının karardığı gün olmuştu.

Milletle irtibatını kesti. Arkadaşları, dostları, meslektaşları… Etrafında kimseyi istememişti. Münzevi bir hayat tercih ediyordu. Ücretsiz izne ayrıldığında, akıcı konuşmasıyla kendini dinleten bir öğretmenden ayrı kalacak olan öğrencileri üzülmüştü. Bir telefon insanın hayatını nasıl etkilemişti böyle? Selvi boylu, yakışıklı edebiyat öğretmeni gitmiş, yerine başını yerden kaldırmayan bir mecnun gelmişti. Lal oldu, bülbül gibi şakıyan dilleri. Ölümü bekleyen yoğun bakım hastasıymış gibiydi. Sadece kalp atışları duyuluyordu uzaktan. Büyümüştü içindeki dert. Kart topu çığ olmuştu. Karısının ısrarı üzerine gittiği hastanede doktor, net konuşmuştu: “Hepimiz yetişkin insanlarız. Açık konuşacağım. İlk tetkikler sonucu bağırsak kanseri teşhisi var. Hemen tedaviye başlamamız gerekiyor. Daha geniş incelemeler sonunda bağırsağın bir bölümünü alabiliriz.”

Ameliyat olduktan sonra bir nebze kendine gelmeye başladı. Doktorların gayreti onu hayata döndürmeye yetti. Eskisi kadar değil ama yine de yaptığı şakalar ortamı ısıtmaya başlamıştı. Bağırsağının üçte ikisinin alındığını öğrendiğinde ilk sözü “Kendimi kuş gibi hafif hissediyorum” olmuş, doktoru ve karısını kahkahaya boğmuştu. Sonra kaldırmıştı iznini ve döndü okuluna. Öğrencileri onu okulun büyük kapısında karşılarken duygusunu gizleyememiş, gözlerinden yaşlar akmıştı. Kim, “Nasılsın?” diye sorsa, “İyiyim fakat bu kadar yetmez. Daha iyi olacağım” diyordu. Ölmek üzere olan birine yapılan suni teneffüstü sanki olup bitenler. İyi olacağını düşünme hayali kurarken, bir sabah uyandığında kalçasındaki ağrı beynini zonklatıyordu. Acı gerçeği doktor kontrolünde öğrendi. Yine kendini göstermişti, tümör belası. Bu kez karaciğerindeydi. Sil baştan bütün tedaviler yeniden başlamış, aldığı ilaçların dozu daha da artmıştı. Tekrar kan tahlilleri, tomografiler falan derken kendini tıp fakültesi hastanesinin onkoloji bölümünde yatarken bulmuştu. Kemoterapi almaya başladı, iki haftada bir. İki gün süren ilaçlarda hastanede kendi başına kalmayı tercih ediyordu. Kızının acısı sonrası perişan olan karısının da bu hastalıktan etkilenmesini istememişti.

***

Yalnız başına olduğu bir gün tanımıştım onun. Kallavi kelimelerle süslediği cümleler eşliğinde başlamıştı anlatmaya. Hem de bütün hikâyesini… O kadar güzel anlatmıştı ki, karşısında kelam etmek neredeyse imkânsızdı. Bir de lakap bulmuştu bana. “Abdo!” diyordu, bütün içtenliğiyle. “Bir sen varsın. Yüreğime iyi gelen bir sen varsın dostum. Senden başka kimse beni anlamıyor. Beni yalnız bırakma olur mu Abdo?”

Geçmişe dalmış düşünürken, şoförün tok sesiyle irkildim. “Hastanede inecek var mı?” İndim minibüsten ve onkoloji bölümü binasına geldim. Binaya girdiğimde doğru hemşire odasına… Bu kez 2666 numaralı odada kalacağımı söylediler. Asansörle ikinci kata çıktım. Kalacağım odanın içerisinde sesler geliyor. Bekledim ve gelen sese kulak kabartıyorum, tedirgin gözlerle. Bir müddet sonra dayanamıyor, kapı aralığından içeriyi seyrediyorum. Kolları bordo çizgilerle bezenmiş, ütüsü jilet gibi, uzun kollu ve mavi renkli puantiyeli gömleğini askıya asıyor, uzun boylu adam. Pijaması üzerinde. Poşetten çıkardığı küçük kavunu, muzu odadaki mini buzdolabına yerleştiriyor, büyük bir titizlikle. İşi tamamladıktan sonra atıştırmaya başlıyor, elindeki bisküvilerden. Sonra pencereye doğru yöneliyor ve kısık sesiyle konuşmaya başlıyor: “Abdo! Yine geldim hastane köşelerine. Beni özledin mi? Ben seni çok özledim. Anlatacaklarım var. Biliyor musun, bu hastalığı yenmeye karar verdim. Hayır hayır! Kendim için değil, karım için yenmem gerekiyor Abdo!”

Abdullah Uluyurt

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Yazman , 27/02/2019

    Yaşanılmış yılları zihnimde yeniden canlandırdı bu yazı. Adeta onkoloji servislerindeki hastaların durumu beliriverdi gözümün önünde. Kalemine kuvvet yazar kardeşim.

  • Hülya , 27/02/2019

    Çok güzel bi yazı olmuş 👍🏻

  • Numan KARA , 25/02/2019

    Okurken o kadar kaptırdım ki kendimi size anlatamam. Çok etkileyiciydi. Lütfen devamı gelsin.

Numan KARA için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir