Bu Kırgınlığı Ben Doğurmadım

Alnımda biriken ter damlalarıyla sırada bekliyorum. Duvara montelenmiş numaratörden birkaç dakika aralıklarla çınlamalar yükseliyor. Soğuk ve katı. Her sesin ardından birisi heyecanla görevli memura doğru koşar adımlarla gidip elindeki küçük kâğıdı uzatıyor. Her umudun ilk diyeti kendin olduğunu ispat etmek… Önümde yirmi yedi kişi var. Güçlü bir ses vicdanımı zorluyor: “Ben özürlüyüm, önce beni almanız lâzım…” Gözüm iş umuduyla bebeğini bu kalabalıkta emzirmeye katlanan kadına takılıyor. Hayır diyorum, herkesin özrü var.

Vakit ilerledikçe oda küçülmeye başlıyor. Buranın kasveti rutubetinden değil; başka bir rahatsızlık var sarımtırak duvarların arasında. Sürekli büyüyen uğultu küçük gelecek umutlarına karışıyor.  İnsanların yüzleri olabildiğince asık… Arada bir hırsız bakışları atıyorlar özrüme. Sözüm ona belli etmemeye çalışıyorlar. Alışığım oysa. Kaçamak bakışlar, arada bir fısıltıyla vah vahlamalar, ardından eli kulağa götürüp tahtaya vurmalar… Bana üzülmüyorlar, hatta müteşekkirler bile dünyadaki özürlülük oranında onlara düşen payı yüklendiğim için. Dahası birkaç iyi niyetli yaklaşım haricinde yardımları bile bu minnettarlığın teşekkürü. “Bizim yerimize sakat olduğun için…” Televizyon karşısında yardım programları izlerken hissettiklerinden fazlası değil bana bakışları. Dünyadaki fakirliği yüklendikleri için bir teşekkür de onlara… Ardından vicdanlarını rahatlatmak için bir küçük sms. Son hamle ise yoksulluğun sürekliliğini sağlamak. Onlar gibi olmayanlar, onlar gibi olmadıkları yerde kalmalılar. Uzakta. Bir seyir mesafesinde fakat dokunmaya müsaade etmeyecek kadar uzak bir yakınlıkta… Böylece, merhamet değil; acıma duyguları onları diri tutacak, hayata bağlayacak. Oysa içinde bulundukları vicdan yoksunu çukurun farkında değiller ve bu yüzden onlara acımıyor, merhamet ediyorum.

“Üç yüz doksan ikiiii!” Yorgun ve tahammülsüz bir sesle kendime geliyorum. Zihnimin numaratör seslerini görmezden gelmesi az daha sıramı kaçırmama sebep olacak. Sesin geldiği yöne ilerliyorum. Fakat ben farklıyım, diğerlerindeki o heyecan beni kollarımdan tutup memurun bej rengi masasına doğru fırlatamıyor. Ağır aksak ilerlerken uğultu kesiliyor bir anlığına, insanlar bana bakıyor. Böyle durumları bilir misiniz? Zaman uzar, ne yolculuk biter ne bakışlar. Odadaki yoğun acıma kokusu genzimi yakıp geçiyor, fakat alışığım. Kahverengi kravatlı memurun sağ kaşı aşağı düşüyor tekerlekli sandalyemi görünce. Bir günlük sakal tıraşı, katlanmış gömlek manşetleri, terini silerken alnında kalmış peçete parçaları… Karşımda baştan aşağı bıkkınlık duruyor. “Neden bekledin bacım?” diyor. Bacım? Siz bilmezsiniz, bedeninizdeki özür karşınızdakine özgüven verir. Çünkü yarım olan benim ve kusursuz olan onlar. Bu özgüvenin en masum maskesi ise samimiyet… Sağlam ayaklarıyla karşısında duran bir kadına ‘Bacım’ demenin hiçbir gerekçesi olamayacağını o da biliyor. Yüzümde beliren ‘Hay Allah’ım ya!’ ifadesini görmezden geliyor. “Neden bekledin bacım? Senin önceliğin var?” Hangi önceliğim diye soramıyorum. Bir buçuk saat önce iki tur beklediğim asansör sırası geçip gidiyor gözlerimin önünden. Asansör kapısı kapanırken benimle göz göze gelmemek için önüne bakan telaşlı insanlar sıralanıyor. “Gerek yok, teşekkür ederim” diyerek geçiştiriyorum. Alışığım belki ama bu sefer nedense bir iz bırakıyor yüreğimde. Beni almazlar korkusundan mı bu metanetli duruş çabası? Kendimden emin olamıyorum. Belki uzun zamandır ilk kez bir acziyet sarmalıyor benliğimi. Anlamaktan korktuğum gerçekler bulandırıyor gözlerimi. Fakat sırası değil şimdi. “İş başvurusu için gelmiştim.” Kimliğimi istiyor babacan bir tavırla. Her hareketinde ‘Sana yardımcı olacağım, sen özelsin’ tavrı var. Ben özel olmak istemiyorum, sıradan bir insanım diye bağırmak arzusu doluyor içime. Kaç kez tıkanmış vicdanları çözecek kadar derin haykırışlar düğümlendi boğazımda, bilemiyorum. Çekmeceden bir form çıkarıyor. Herkesin kendi başına doldurması gereken formu benim için bizzat doldurma nezaketi gösteriyor, eksik olmasın. Fakat gözlerim görüyor benim, ellerim de sağlıklı. Ama hayır, yarımım ben. Sağolsun, soruyor tek tek. Önünde duran nüfus cüzdanımdan bakıp yazması vicdanına yeterli gelmiyor. Soruyor: Doğum tarihi, doğum yeri, kimlik numarası… Bir soruda duraksıyor biraz. “Özür oranı?” Bu soruyu sorduğunda kaç ay ömrümün kaldığını sormuş sayıyor kendini, üzüntüsünü belli ediyor duraksayarak, sesini kısarak. Gür bir sesle cevaplıyorum. Beni nüfus cüzdanıma yazdığı bir numarayla tanıyan devlet, en doğal hakkım olan çalışma özgürlüğümü de yine rakamlara bağlıyor. Kimlik numarasıyla bütünleşiyor özür oranım. Yüzde kaç özürlü olduğumu söylemeden bir kez daha eksik kalıyorum devlet nezdinde. Fakat utanmıyorum bu numaradan. Gür bir sesle söylüyorum. Diğer detaylara geliyor sıra. Sorular uzadıkça insanları beklettiğim için rahatsız oluyorum. Fakat insanlar görmüyor bile beni. Normalde bir dakika uzayan bir işlem için saatlerdir orada beklediğini bağıran insanlar ben yokmuşum gibi davranıyor. Asansörde yere bakanlar vicdanlarını temizliyor bu sessizlikle. İçim doluyor gittikçe. “Ben buradayım ve sıradan bir insanım, sizler gibiyim!” Bir kez daha yutkunuyorum. Sorular peşi sıra gelmeye devam ediyor. Hangi kurum ve hangi pozisyon? Gittikçe tükenen sesimi kontrol etmekte zorlanarak cevaplıyorum. “Fakat sizin için bu kurum uygun olmayabilir.” Biliyorum. Benim için hiçbir yer uygun değil. Engelli rampası olmayan binalar, bozuk metrobüs asansörleri, kaldırım rampalarına park etmiş araçlar, yola kadar uzanan manav tezgâhları… “Hiçbir yer uygun değil fakat bununla yaşamak zorundayım, anlıyor musun?” diye bağıramıyorum, yutkunuyorum. Her şeyin yolunda olduğunu gösteren yapay bir tebessümle makyajlıyorum yüzümü. “Yine de başvurmak istiyorum.” Peki, ben bilirmişim. Yani benim iyiliğim için söylüyormuş, en azından engelliler için daha uygun binaları olan kurumlar da varmış fakat tercih benimmiş. Bu kadar ayrıcalığım var en azından. Uzatmıyor şükür. Biraz daha uzatsa evime en yakın yerin burası olduğunu, en azından bir vasıtayla gidebileceğimi anlatacaktım. Biraz daha diretse baştan sona yalnız geçen hayatımdan bahsedecektim. Çocukluğumdan başlayacaktım mesela. Sokakta beni görüp “Anne bu neden böyle?” diye soran çocuklara, “Annesinin sözünü dinlememiş de ondan!” diye cevap veren anneleri anlatacaktım. Beni hiçbir buluşmaya çağırmayan lise arkadaşlarımı anlatacaktım mesela. Bana hep ‘Katlanılması gereken’ gözüyle bakan kardeşlerimden de biraz söz edebilirdim. Ya da üniversite yurdunda herkesin içinde giyinmek zorunda olduğumdan, tutmayan bacaklarımı gördükçe dudakları üzüntü ve acıma karışımı bir duyguyla büzüşen oda arkadaşlarımdan bahsedebilirdim. Hiç sevgilim olmayışına da değinebilirdim belki bir ara. Bu ülkede özürlülerin cinsiyeti olmadığından, kimsenin bizlere ‘karşı cins’ gözüyle bakmadığından özellikle. Yüksek ortalamayla mezun olmama rağmen her işte çalışamadığımı söylememe gerek yoktu sanırım. Üniversite referansıyla bulduğum işteyse çalışma arkadaşlarımın beni kabullenmeyişini dinlemek ister miydi acaba? Her şeyiyle yalnız geçen ömrümü kaç dakika dinlemeye tahammül edebilirdi? Sağ olsun, uzatmadı. Son birkaç işlem kalmıştı dediğine göre. Forma ağır hareketlerle bir şeyler yazarken bir yandan da işini bölüp bilgilendirme yapıyordu. En kısa zamanda geri dönüş yapacaklarmış. Benim başvurumu öncelikli dosyalar arasına alacakmış. Zaten devletimiz gittikçe bu konuya ayrı bir özen gösteriyormuş, yani bana iyilik yapmıyormuş da görevi buymuş.

Girdiğim her ortamda olduğu gibi yine bir tiyatronun tam ortasındaydım. Fakat benim kaderim, başrolü olduğum bu oyunu izlemekten ibaretti. Perdeler kapanınca herkes, mutlu mesut sıradan hayatına dönüyordu. Çoğunda bir engelliye yardım etmiş olmanın verdiği büyük huzur vardı spot ışıklardan gizledikleri. Ruhumda biten yaşam sevinci, çiçeklerini çiğnemeden geçmelerine olanak yoktu, zaten görmezlerdi. Kusursuzlardı çünkü. Bir gözbebeğinde parıldayan hayata tutunma arzusunu görme ihtiyaçları yoktu.

Son imzayı da atınca teşekkür ettim nezaketen. En azından kaba davranmadığı için. Özel muamele gösterip engelimi gözüme sokmasını, kaba davranıp ruhumu incitmesine tercih edebilirdim en azından. Sadece bunun için teşekkür ettim. “Ne demek?” dedi birden canlanmışçasına. Bu adamda değil belki; ama çok kez bir engelliye yardım ettiği için âdeta bir kahraman edasıyla çevresindekileri selamlayan insanlar gördüm. Vaktiyle görmezden gelmeye çaba sarf ettiğim her bakış, her söz böyle anlarda uzaklardan gelip kalbim saplanıyor ve o an yine kalbim sıkışıyordu. Mümkün olan en seri hareketlerle uzaklaşmaya çalıştım kalabalıktan. Engelli tuvaleti olmadığı için gizlenip iki damla gözyaşı dökeceğim bir yer yoktu. Göğsüm dolu dolu çıktım dışarı. İnsanlar bana bakıyordu kaçamak bakışlarla. ‘Cık cık’lamalar, ‘vah vah…’lar peşim sıra yürüyordu caddede. Engelli olmanın en zor tarafı buydu belki de. Bir özrün olunca diğerlerini de belli zamanlarda yok etme arzusu duyuyorsun. Kimseyi görmeme ve duymama iştiyakı…

Giriş kat stüdyo daireme girip kapıyı kapattığımda ağlama arzum da kaybolmuştu artık. Sıradan hayatıma, özrümün olmadığı yere kavuşmuştum nihayet. Biraz abartıyor muydum gerçekten? İnsanlara fazla mı haksızlık ediyordum? Hayır, sıradan biri olmak tek isteğim. Kolaylığı insanlardan değil; yönetenlerden görmek istiyorum sadece. Beni özel değil; herkes gibi sıradan kılan bir devlet istiyorum. Bu kırgınlığı ve kızgınlığı ben doğurmadım! Evet, kompleksim olabilir fakat bu kadarına hakkım olduğunu hangi psikanaliz kitabı inkâr edebilir?

İbrahim Halil Aslan

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • nazif , 03/05/2017

    lisede çok yakın bir arkadaşım vardı. ailesiyle kaza geçirdi bir bacağını kaybetti. bir daha eski arkadaşım olmadı. bu yazılanları çok yakından gördüm. insanlar ona baktıkça o kendi içine kapandı. sonra en yakınındakileri bizi bile uzaklaştırdı. böyle durumlarda özel davranmak gerçekten ters tepiyor. sadece hayatlarını zorlaştırmayın yeter, fazlasına gerek yok.

  • Özür dilerim , 03/05/2017

    Bu kısım gözlerimi yaşarttı gerçekten.
    -Sokakta beni görüp “Anne bu neden böyle?” diye soran çocuklara, “Annesinin sözünü dinlememiş de ondan!” diye cevap veren anneleri anlatacaktım.-

nazif için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir