Mesai

Sokağın başında bekliyorum. Bu ara fena halde paraya ihtiyacım var. Üç kişiyle paylaştığım dairenin üzerime düşen kirasını geçen ay veremedim. O yüzden bugün en az iki müşteri kabul etmeliyim. Ev arkadaşlarım, beni idare edebilecek insanlar değil. Şu kış günü onları sinirlendirmek, istediğim en son şey.

Durduğum yerde herhangi bir tabelam, camlı bir bölmem veya üzerinde “Açık” yazan bir levham yok. Vergi levham ise hiç yok. Yaptığım bu iş, şimdilik vergiye tâbi değil. Fakat çevrem tarafından ileri görüşlü olarak nitelendirildiğim üzere diyebilirim ki bu meslek, yakın bir geleceğin gözde mesleği.

İşte, yaşlıca bir kadın bana doğru yaklaşıyor. Muhtemelen bir tavsiye üzerine gelmeye karar vermiş. Aksi takdirde yerimi bilmesi mümkün olmazdı. Yüzünde tuhaf bir gerginlik, hal ve hareketlerinde belirgin bir tedirginlik okuyorum. Evet, bu benim müşteri tipim. Ancak deneyimsiz olanlarından. Çünkü genelde hüzünlü olurlar. Ne yapacağını, nasıl geçeceğini bilemeyen böylelerine hâkim olan bilinmezlik hissi, hüzünlerini gölgeler. Böylelerini iyi tanırım. Gururlu insanlardır. En sıkıcıları da bunlardır. Ruhsal gel gitleriyle başa çıkmak durumunda kalabildiğim cinslerdir çünkü. Özlerinde yalnızlıklarını ve zayıflıklarını itiraf etmeye asla yanaşmayan tiplerdir. Kendilerine dahi… Neyse ki bu teyze, iç dünyasında uzun uzadıya bir muhasebeden sonra bana gelmeye karar vermişe benziyor. En azından ben böyle umuyorum.

Tecrübeli bir çalışan olarak bazı olmazsa olmazlarım var. Müşterimle duygusal bir bağ kurmamak bunların başında geliyor. Sonra, işin doğal sürecinde baş gösteren müşteri kaynaklı bir takım acemilikleri görmezden gelmek… Tıpkı bu teyzenin derin bir nefes aldıktan sonra yanıma sokularak,

“Merhaba, bugün hava güzel, değil mi?” sorusundaki saçmalık gibi…

Normalde bu soru, benim gibi bir profesyonele yöneltilmemesi gereken bir soru. Bu, ancak amatör hayatta bir alışveriş merkezi veya kafede tanışmaya giriş sorusu olabilir. O yüzden bu durumun devamının gelmesini istemiyorum. Hem vakit öldürmemek hem de böyle şeylere gerek olmadığını anlaması için âdetim olduğu üzere şartlarımı sıralıyorum:

– Uzak mesafe yok.

– Saati 250 TL.

– Yemek vb. masraflar fiyata dâhil değil.

– İki kere tuvalete çıkma hakkın var. Bu kayıp süre zamana dâhil değil.

Cevap vermiyor. Öylece bakıyor. Her ne kadar dıştan belli etmesem de, inşallah vazgeçmez, diye düşünüyorum. Bir an önce o daldığı çukurdan çıkarıp onu kendine getirmeye yardımcı olmak için,

“Para peşin, ödemeyi iş öncesi alıyorum,” diyorum.

Böylesi, bağlayıcı bir sözleşme görünümü kazandırıyor çünkü. Kaldırımda ağır adımlarla ilerlerken yolundan sapmış bir bisikletin çarpmasıyla aniden irkilir gibi oluyor.

“Pardon, tabii, buyurun,” diyor.

Parayı sayıyorum. 10 TL eksik.

“10 TL eksik,” diyorum.

Çantasından takviye yapıyor. Demek cüzdanındakilerle sınırlı değil parası, diye düşünüyorum, kirli çıkı!

Parayı cebime sokuyorum. Yürümeye başlıyoruz.

“Elimi tutar mısın?” diyor yumuşak bir sesle.

Hiçbir şey demeden tutuyorum.

“Ben anneannenim. Sen de torunum Zeynel, tamam mı?” diye soruyor.

“Tamam,” diyorum.

“Kaç yaşındasın,” diyor.

Normalde şahsıma ait sorulara cevap vermek iş tanımım içerisinde yok. Ancak müşterimin yaşını ve fiziksel durumunu göz önüne aldığımda bunda bir sakınca görmüyorum.

“Yirmi beş,” diye karşılık veriyorum.

“Zeynel on üçündeydi,” diyor.

“On üç yaşındayım,” diyorum.

“Hayır,” diyor, “on üçüne bastığı gün öldü. Bugün ölmeni istemiyorum. Sen on bir yaşındaki zamanları ol. Hem o zamanlar yalnız da değildik. Eşim hayattaydı. Tek yakınım Zeynel değildi o yıllarda,” diyor.

“Tamam,” diyorum, “on bir yaşındayım.”

“Dondurma ister misin?” diye soruyor.

“Evet,” diyorum, “vanilyalı.”

“Zeynel kakaolu severdi. Ona çikolatalı, derdi,” diyor.

“Çikolatalı alayım,” diyorum.

Alıyor. Bir elimde dondurma, diğer elimde anneannemin eli, yürüyorum. Sağ elim, eriyen dondurma damlalarıyla yapış yapış oluyor. Sol elimse terden sırılsıklam. Dondurmayı yemiyorum. Çünkü kakao sevmiyorum.

Parka geçip bir banka oturuyoruz.

“Dizime başını koy da anlatayım sana senden sonra neler olduğunu, emi kuzum, güzel torunum,” diyor.

“Tamam,” diyorum.

Saçlarımı okşayarak anlatmaya başlıyor. O anlatıyor, ben bugünkü bulaşık yıkama sırasının kimde olduğunun hesabını yapıyorum. Bize bakıyorlar. Aldırmıyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Bir süre sonra omzumdan yavaşça dürtüldüğümü hissediyorum. İçim geçmiş.

“Ne güzel de uyudun dizlerimde, tıpkı eski günlerdeki gibi, güzel gözlü torunum benim,” diyor.

Saatime bakıyorum. 20 dakika kadar dalmışım.

“20 dakika daha kalabilirim,” diyorum.

“O kadar param yok,” diyor.

“Uyku, mesaiye dâhil değil. Uyumamam gerekirdi. Ücret istemez yani,” diyorum.

“Yok yok,” diyor, “torunum dizlerimde uyuyakalmış, daha ne isterim!”

“Tamam,” diyorum, “saatin dolmasına 5 dakika var.”

“Tamam,” diyor, “O arada seni biraz salıncakta sallayayım mı? Sonra gidersin…”

“Olur,” diyorum bu sefer. 

Küçük geldiğinden, kalçamı sığdırmaya çalışarak oturuyorum salıncağa. Sallıyor. Sallanıyorum. Ve paydos.

Bir çay molası. Ardından tekrar sokağın başındaki köşeme ilerliyorum. Bugün bereketli başladı, diye düşünüyorum, devamı gelir inşallah. Mesela lise yıllarından içerisinde kalmış bir tutkuyla unutamadığı platonik sevdalısına ilân-ı aşk ateşiyle yanıp tutuşan bir orta yaş erkeği hiç fena olmaz. Tabii bir mizansen de olsa cinsiyete takılmıyorsa. Böyle müşterilerim de olmadı değil. Bir oyuncu titizliğiyle rollerin ırk, din, cinsiyet ayrımlarını bir profesyonel olarak gözetmemeyi öğrendim ne de olsa. Neden mi bu tipleri önemsiyorum? Çünkü böyleleri zenginse söz konusu bir ilan-ı aşk için restorana, orta direktense en azından bir pastaneye falan götürür. Ya da mutsuz bir evlilikle imtihan edilen biri… Bunlar da oldukça cömert sayılırlar. Ah, bir de alkolik falan denk gelirse işte o zaman düğün bayram. Bu ayın kirasını dahi çıkarabilirim. Onları çekmesi hepsinden eziyetlidir ama kaşesi sağlam müşteri tipleridirler.

Eyvah, teyze tekrar yaklaşıyor. Kesin deminki 20 dakikalık hakkını talep edecek, diye düşünüyorum. Öf, en sevmediğim durum! Başka müşteri beklerken…

“Kusura bakmayın, ben bir saat daha kiralamak istiyordum. Müsait misiniz? Param tam değildi de çektim, geldim. Buyurun…”

Parayı sayıyorum. Bu defa eksik yok.

“İstersen 20 dakikalık hakkını para olarak verebilirim. Normalde yapmam bunu ama aynı gün içerisinde ikinci kere uğradığın için…” diyorum.

“Yok,” diyor boynunu bükerek, “rahmetli eşim paraya pek bir düşkündü, böyle şeyler yapmazdı.”

“Peki,” diyorum.

Yürümeye başlıyoruz.

“Koluna girebilir miyim Agâh Efendi,” diyor.

Bir şey dememden kolumu uzatıyorum. Hiçbir şey konuşmuyoruz. Üzerimde bir rahatlık var. Sebebi, bugün başka müşteri kabul etmesem de şimdilik maksadın hâsıl olduğunu düşünmem. Bir aylığı çıkarma planları yaparken neredeyse bu ayın da kirası denkleşliyor, diye düşünüyorum. Yağmur yağmaya başlıyor. Teyze, çantasından şemsiye çıkarıyor.

“Tutar mısın Agâh Efendi?” diye soruyor.

Tutuyorum.

“Biliyor musun, o kadar mutlu oluyorum ki seninle şu uzun yürüyüşlerde,” diyor.

“Ben de,” diye karşılık veriyorum.

Saatime bakıyorum. bir saatin dolmasına on sekiz dakika kalmış. Teyzeye bakıyorum, gözlerinden damlalar süzülüyor. Böylesi duygu boşalmalarını işim gereği normal karşıladığımdan aldırmıyorum. Sessiz sessiz ağlıyor. Sıkıştığımı fark ediyorum o an.  

“Tuvalet molası,” diyorum.

“Tamam, ben beklerim burada,” diyor.

“Tamam,” diyorum.

En yakın caminin tuvaletine giriyorum. Çıktığımda bulamıyorum teyzeyi. Bir iki dakika bekledikten sonra köşeme gidiyorum tekrar. Geleni geçeni seyrediyorum. Seyyar bir çekirdekçiden gazeteden yapılmış bir huninin içerisinde çekirdek alıyorum. Müşteri gelmiyor. Sıkılıyorum. Çekirdek çıtlatırken zaman geçirmek umuduyla elimdeki huniyi okumaya başlıyorum. Bir ilân dikkatimi çekiyor:

“24 saatliğine anlayışlı, sorumluluğunu bilen bir baba aranıyor. İlgilenenlerin aşağıdaki numara ile iletişime geçmelerini rica ediyoruz.”

Numarayı çeviriyorum. Kısa bir anlığına ne tuhaflıklar içerisinde olduğumu fark ediyorum ve kendime telkin ediyorum: Huni okunmaz, numara ile değil, kişiyle iletişime geçilir, numara çevrilmez, aranır. Ama bu, ancak birkaç saniye sürüyor. Dert değil, zaten numara meşgul. Başvuran çok kişi olmalı, diye düşünüyorum. Çekirdeğim bitiyor. Dördüncü aramamda hat düşünüyor. Kendimi tanıtıyorum, iş deneyimlerimden bahsediyorum. Randevu veriyorlar: 14 Şubat. Tarih, beni kuşkulandırıyor. Teyit etmek istiyorum:

“Çocuklar için, değil mi? Çünkü ayrıca bir sevgili karakteri ayrıca ücretlendirilir,” diyorum.

“Çocuklar için,” diyorlar.

“Olur,” diyorum.

Eve doğru ilerlerken teyzeyi görüyorum parkta. Salıncakta oturmuş, gözleri yerde, bu defa usulca kendini sallıyor. Yürümeye devam ederken düşüncelere dalıyorum:

“Acaba bugün bulaşık sırası kimdeydi?”

Cüneyt Dal

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • nedemekbu , 01/07/2023

    nasıl yani bulaşık sırası ertesi işini mi düşünüyor yani sonunu anlayamadım

  • Muhammed Ali Fırtına , 10/02/2021

    Çok güzel bir hikaye. Ehibba ile paylaşacağım. Tebrikler.

Muhammed Ali Fırtına için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir