O Kimse Tavana Bir İp Atsın

 

“Yaşamak istiyorum!” dedi ve astı kendini hayatın ipine.

Şöyle bir etrafına bakındı. Yeni bir bahar olur da ben görebilir miyim diye derin bir düşünceye daldı? Yüzündeki çizgilere gizledi acısını. Son bir kez daha baktı etrafına. Her şey ne kadar güzel başlamıştı oysa. Peki, neden böyle olmuştu o güzelim düşlerin sonu?

Renk cümbüşü vardı etrafında. Her şey bu kadar kötü olmamalıydı diye kederlendi. Belki de hiçbir şey bu kadar kötü değildi, sadece ona öyle görünüyordu. İnsan ruhu bir kere düşmeye görsün, onu düştüğü yerden kaldıracak babayiğit nerede bulunur ki!

“Biliyorum!” diye öfkeyle haykırdı: “Biliyorum, eğer şimdi vaz geçersem, kısa bir zaman sonra her şey aynı olacak. Yine her şey kötüye gidecek.” dedi. Yılgınlık cesedinden ruhuna doğru yayılmıştı artık. Öfkeden kudurmak üzereydi. Boynundaki ipten önce, içindeki öfke onu boğacaktı. Ağzından köpükler gelerek haykırmaya başladı. İçindeki isyan boyunu aşmıştı. Nedense bugün çok öfkeliydi. Baktığı her yerden cehennem çıkarıyordu. Gül bahçesinde ateşi icat edecek kadar karamsar ve öfkeliydi. Ağzından köpükler çıkıyordu ve belli belirsiz birisine, bir şeye kızıyor, bağırıyor, hakaretlerde bulunuyordu. Sonra acılı ve sanrılı bir halde kendisi bile sesini duyamayacak bir şekilde söyleniyordu. Sövüyor muydu? Küfür mü ediyordu? Pişman olup af mı diliyordu? Belki de utanıyor ve geç kalmış bazı itiraflarda bulunuyordu. Kim bilir!

Sesi gittikçe kesilmeye başlamış artık konuşmaktan ziyade sayıklama ve hırlamaya dönmüştü. Ne dediğinden o bile emin değildi sanki. Kararsızca konuşan bir insan tavrı vardı halinde. Bir tezadı taşıyordu içinde. Hâli, görenleri korkutacak cinstendi.

Neydi onu bu hâle sokan şey? Neden bu kadar öfkeliydi ve kime kızmıştı? Kimdi bu şiddete meyyal öfkenin muhatabı? Neyi yakmak istiyordu? Hangi gemileri batıracak, hangi denize kıyısı olan ülkeleri, şehirleri tusunami gibi vuracaktı? Bu kadar büyük bir gazaba kapılarak kime özenmeye çalışıyordu? Ya da kimden nefret ediyordu?

Öfkesi yeri göğü kaplıyordu ona soracak olsanız. Ağzını, burnunu sildi titreyen elleriyle, son bir gayret göstererek. Akli melekelerini tam olarak kullanamadığını anlamak için Freud olmaya gerek yoktu.

Ağzından akan salyaları silerek, yavaş yavaş mırıldanmaya başladı. İlkin ne dediği hiç anlaşılmıyordu. Biraz önceki halini tersten yaşamaya başlamıştı ve hırıltıyı andıran sesi yavaş yavaş netleşiyordu. Ama yine öfke yine kin vardı cümlelerinde. Birisine veya bir şeye kızıyordu.

İyiden iyiye meraklanmıştım. Bir insanı kim, nasıl ve neden bu kadar kızdırırdı? Bunu nasıl başarırdı bir insanoğlu?  Hâli içimi yakmıştı. Acıyordum ona.  Belli belirsiz bir merhamet duygusu kaplamıştı içimi. Keşke konuşa bilsem, bir şeyler söylesem diye düşündüm. Hayat insanın açılarını daraltınca kendine başka bir köşe başı bulmalısın ama bu kadar çaresiz kalmamalısın demek istedim.

Hâlâ hırlıyor, hâlâ öfkeyle ağzına gelen cümleleri bir birine karıştırıp anlaşılmayan bir şeyler söylüyordu. Sonra, bir anda yüzü donuklaştı. Sanki son anda bir şey fark etmiş ya da bir şey hatırlamış gibiydi. Telaşlı telaşlı etrafına bakındı. Ne arıyordu acaba? Halden hâle giriyor, bir ağlayıp, bir gülüyordu. Deli mi ne diye düşündüm. Hem neden onu izliyordum ki! Elimden bir şey de gelmez. Tanımıyorum etmiyorum neticede dedim. Ama içimdeki merak olgusuna yenildim ve olanları izlemeye devam ettim.

Yardım etmek mi? Peki, ama ne adına? Kim olarak?

İpi boğazına iyice yaklaştırdı, sıktı… sıktı… sıktı… Gözlerini önce tavana dikti ve bir dakika boyunca öyle baktı. Sonra ayaklarının altındaki sandalyeye gözlerini çevirdi. Yerdeki döşemelere dikkat kesildi. Sanki bu izbe ve ucuz odayı zihnine kazıyordu. Gözlerini yumdu. Belki korkudan, belki de öfkeden… Vücudu titriyordu.

Ellerini havaya kaldırdı ve mırıldanmaya başladı. Dua mı ediyordu yoksa? İyiden iyiye afalladım. Bu nasıl bir hâldi böyle? Burada neler oluyordu Allah’ım!

Ne dediğini tam olarak anlamamıştım. Bazısını duyuyor, bazısını duyamıyordum. Birisine kızıyordu. Birisinden yardım istiyordu. Ama öfkesi tuhaf bir hal almıştı. Bir diniyor, bir şaha kalkıyordu.

“Yetişir! Kurtar beni, lütfen! Etim kemiğim acıyor artık. Görmek için göz kapaklarımı her araladığımda gözlerim yanıyor, gözlerim kanıyor.”

Belirsizce konuşmaya devam etti bir süre daha. Kafasına koyduğu şeyi yapmaya kararlı olduğu her halinden belliydi. Önce şöyle bir iki defa ileri geri sallandı sandalyede. Sanki deneme yapıyor gibiydi. Bu arada dudaklarına bakınca mırıldandığı fark ediliyordu. Dua mı okuyordu? Yoksa birisine bir şeyler mi söylüyordu?

Bir ayağıyla iskemleyi yokladı. Hafif dokunuşlarla sanki sağlamlığını kontrol etmek ister gibiydi. Bir an gözlerini yumdu sıkıca. Birkaç damla yaş yanaklarından aşağıya doğru süzüldü.

Ardından yutkundu. Terlemişti. Bu yüzden de saçları ıslanmıştı ve ter damlaları boynundan aşağıya doğru akıyordu.

Anlamsız gibi görünse de bir veda havasında olduğu belliydi. Çaresizlik, korku, ellerin titremesi, gereğinden fazla terlemeler, azalan ve artan dengesiz isyanlar… Anlamsız gibi görünen vedaya işaretti.

Sona yaklaşmanın verdiği bir ruh dinginliğine bürünmeye başlamıştı. Derken ellerindeki titreme kayboldu. Artık daha önceden ezberlenmiş bir cümle ya da bir dua okur gibi dudakları hareket ediyordu. Kapadığı gözlerini son kez açtı. Önce tam karşısına ardından da sağına ve soluna dönüp baktı. Bir tek arkasına bakmıyordu. Orada her ne bıraktıysa, arkasına dönüp bakmadı. Hatta buna yeltenmedi bile.

Acaba neden dedim kendi kendime? Neden arkasına bakmıyor? Geride el kol sallayacak birisi de mi yok? Ardında bıraktığı bir kişi, bir isim, bir tebessüm de mi yok muydu? Belki de arkada bıraktığı her hangi bir şey ya da her hangi birisi için –benim açımdan her hangi birisi- bugün bu anlamsız işi yapıyordu.

Artık rahatlamıştı. Belli ki kararı kesindi ve hemen şimdi bunu uygulayacaktı. Veda havasını tamamladı. Her tarafı, dört bir yanı kolaçan etti. Hatta hayata karşı alaylı bir tebessüm savurmayı da ihmal etmedi. Ne kadar tebessüm de etse, o kısa tebessümün içine sığdırdığı elemi, efkârı, derdi, gamı yakalamamak elde değildi. Bir an ahh etti. Öyle derinden ahh etti ki! İçimde tuhaf ama yabancı olmayan bir acı hissettim.

Odaya son kez göz gezdirirken, gözleri bir yere takılı kaldı. Bir anda beti benzi attı. Sarardığını, solduğunu fark ettim. Ne tarafa baktığını kestirmeye çalışıp aynı yöne doğru bakışlarımı çevirdim. Odanın köşesinde kalan pencerenin hemen kenarında bir masa vardı. Masanın üzerinde iç içe girmiş kitaplar, defterler, sağa sola saçılmış kalemler duruyordu.

Nerdeyse boğazına kadar dolmuş hatta taşmak üzere bir kül tablası, yanında ağzı tamamen açılmış bir sigara paketi… Etrafta sigara külleri… Oda sahibinin ruh dağınıklığını yansıtan bir manzaraydı bu aslında. En az bu masa kadar dağınık bir adamdı. Yıkanmamış bardaklar… Bir önceki günden, belki de bir önceki haftadan kalan yarısı içilmemiş bir çay… Manzara tek kelimeyle felaketti. Bu kadar dağınıklık arasında hala deli gibi bir hayretle nereye bakıyordu bu adam?

Şaşkınlığım giderek artmaya başlamıştı. Önce boynundaki ipi gevşetti yavaş hareketlerle. Gözlerindeki o şaşkın bakışları ve yüzündeki o sararmış ifadeyi hala taşıyordu.

İpi çözdü. Sandalyeden usulca indi. Yavaş adımlarla masaya doğru yürümeye başladı. İki elini masaya dayadı ve başını göğsüne eğerek içli içli ağlamaya başladı. Birkaç dakika böyle kaldı. Hala ağlıyordu ama halinde bir tuhaflık vardı. Bir saat önceki adam o değildi sanki. Şimdi de ağlıyordu ama bu kez küfretmiyordu, etrafa saldırgan bakışlar fırlatmıyordu ve gözlerinde de nefret taşımıyordu.

Kirden rengi seçilemeyen bardağın içindeki suyu avucuna döktü. Ellerini kendince bir iki ovuşturup yıkadı. Sonra yüzüne sürdü. Bardakta kalan suyun diğer kısmını da avucuna döktükten sonra yine yüzüne vurdu, saçlarını sıvazladı. Sonra masaya daha dikkatli bir şekilde, sanki daha saygıyla eğildi. Eline, masanın üzerinde açık olarak duran kitabı aldı. Şimdi daha çok ağlıyordu ve durmadan aynı yeri, aynı sayfayı okuyordu.

 

“Her kim, Allah’ın, dünya ve ahirette ona (Resul’üne) asla yardım etmeyeceğini zannetmekte ise, artık o kimse tavana bir ip atsın (boğazına geçirsin); sonra da (ayağını yerden) kessin! Şimdi bu kimse baksın! Acaba hilesi (bu yaptığı), öfke duyduğu şeyi (Allah’ın Peygamber’e yardımını) gerçekten engelleyecek mi?” Hacc: 15.

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Veceddü , 07/12/2020

    Her okuduğumda aynı derecede etkileniyorum müthiş bir yazı.

  • HicOlmayanBiri , 06/10/2014

    Nutkum tutuldu, hakim olamıyorum …

HicOlmayanBiri için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir