
Onur Peyk, hayatın içinden konuşuyor.
***
Üsküdar İskelesi’nde oturuyordum. Şehrin ışıkları Boğaz’ın karanlığına karışmış, hava soğuktu. Şehir adeta kaskatı kesilmişti. Kuşkonmaz Cami kendi kubbesine sığınmış, Üsküdar Çeşmesi eteklerini toplamıştı. Ağaçlar büyük bir derde gark olmuş da başlarını sallıyor gibiydiler.
Vapurlar iskeleye yanaştıkça önümden adeta insan yığını akıyordu. Şehir her zamanki gibi insan kusuyordu. Ama umarsızdı. O kadar insan üzerinden geçiyordu da bana mısın demiyordu. Belki de kusmaktan başka bir şey yapamıyordu: Sahilde bekleyen vapur, dolmuş, otobüs, taksi, büfeler ve önlerinde dikelen insanlar, cadde kenarında bekleyen ablalar, korsan film satıcıları ve çiçekçiler, hoparlörle yardım kampanyası düzenleyen insanlar, korna sesleri, egsoz dumanı, küfürler, kavgalar…
Sağ tarafımdan bir melodi işittim. Sesin geldiği tarafa göz gezdirince bir karış boyuyla, arkası dönük halde yerde oturan bir çocuğu fark ettim. Koca koca insanların arasında ne kadar ufak duruyorsa, bir o kadar da ayırt ediciliği söz konusuydu.
Aklımdan geçen düşüncelerin yakasını bıraktım. Boğazı tekrar seyre daldım. Ne kadar büyüleyici gözüküyordu. “Üsküdar mutasarrıfının denize atılmasından önceki yıllara gittim.” desem yeridir. Boğazda küçük tekneler, Üsküdar Çeşmesi etrafında birkaç satıcı vardı. Mihrimah Cami karmaşada kaybolmamıştı. Cumbalı evler, toprak yollar… Sokağın girişinde beş kadar çocuk oyun oynuyordu. Evlerden mis gibi yemek kokuları geliyordu.
Birden bütün hayalim darmaduman oldu. Çünkü biraz evvel yerde oturan çocuk beş on metre ilerime, karşıma gelip durdu. Söyleyebileceğim o kadar çok şey vardı ki, aralarından hangisini seçeceğime karar veremedim. Sadece gel işareti yapabildim. Hemen geldi. Göz göze gelince, ne yalan söyleyeyim, korktum. Elimi geri çektim. Gözlerinde çocuksu bir bakış arıyordum. Ama ne çare! Feleğin çarkından geçmiş bir çift gözle karşılaştım. Yüzü hiç yaz görmemiş gibiydi. Sarı saçları kir pas içindeydi. “Adın ne?” diyecektim. Sanki alacağım cevapla çocuğun bütün hayatını öğretecekmişim gibi hissettim. O kadar emindim! Bir çığıltı yükseldi. Ne olduğunu ben anlamadım ama çocuk anladı. Hemen geri döndü. Yere oturdu. Mızıkasını çıkardı. Vapur yanaşmıştı.
Kat kat elbise vardı üzerimde. Çocukta ise kuru bir kazak, ince bir pantolon, ayakkabısı ise yazlık… Üstelik yerde oturuyordu. Minicik ellerinin, kalburabastı ayaklarının derisi sertleşmişti. Yüzünde en ufak bir mimik yoktu. Sertti yani, soğuktu. Para kazandığı müddetçe mutluydu. Aksi halde hoyratlaşıyordu. Boşa harcayacak vakti yoktu. Kendisiyle konuşmaya yeltenenleri para vermeyeceklerini anlayınca kendisinden uzaklaştırmayı biliyordu.
Dayanamadım. Yanına gittim. Onun boyuna kadar çömeldim. Ses tonumu incelttim. Karşımda koca bir adam olduğunu kabullenmek istemiyordum. Basit cümleler kurmak, onun anlayabileceği şekilde konuşmak istiyordum.
– Adın ne?
Cevap vermedi. O çalmaya devam ediyordu. Ben de bekleşiyordum başında. Kalabalık geçip gittikçe yoğunluk azaldı.
– Nerelisin?
– Malatya.
– Sen orayı hiç gördün mü, bilir misin?
– Görmez miyim? Daha geçen hafta geldik.
– Neden geldiniz ki? Burada ne iş yapacaksınız?
– Olur mu abi? Sadece bir Eminönü Malatya eder!
Kalktım. Valide Cami’ne yöneldim. Martılar avazları çıkana kadar bağırıyorlardı. Haklıydılar.
Son Yorumlar