Sevdiği Kıza Açılamayanlar Kürsüsü

Bu son yaptığım şey bardağı taşıran ölümcül damla oldu sanırım. Öyle olmasa emniyet teşkilatını kapımın önüne yığmazdı ev sahibi. Ama iyi oldu. En azından içimde kalmadı ona karşı duyduğum nefret. Öyle bir nefret ki bu,  evden atılmama neden olan davranışları sergiletti bana. Olay 3 Temmuz gecesi cereyan etti. Evde dostlarıma verdiğim blok flüt konseri ( o geceki repertuarımda olan şarkılardan bazıları: 1- yılan hikayesi 2- kınalı kar dizi müziği  3- Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini vb…) eşliğinde bağıra bağıra söylediğimiz şarkılar ev sahibini çileden çıkarmış olacak ki Kastamonulu akrabalarını çağırıp eve baskın yaptılar. Aramızda büyük bir çatışma oldu. Kavga esnasında yıllardır çaldığım blok flütüm kırıldı. Dostlarımdan birkaçının ses telleri koptu. Kimisi girdiği komadan çıkamadı. Çıkanlarda kendini bulamadı. Bir tanesi kendini halen Napolyon sanıyor. Ne zaman görsem ille de para para şarkısını söyleyerek geziyor Üsküdar sahilde. Bu olay karşısında yılmadım, evden çıkmama kararı aldım. Ev sahibi mahallede imza kampanyası başlattı. Muhtar delikanlı bir adam olduğu için bu numara tutmadı. Ama dedim ya, son yaptığım olay sonrasında muhtar dahi kurtarmaya çalışmadı beni.

Baskından bir hafta sonra beni ve ekibimi tokatlayan Kastamonululardan birinin düğünü vardı. Üsküdar evlendirme dairesinde kıyılacak nikâh sonrası mahallede düğün yapılacaktı. Ben yedi kişilik ekibimi toplayıp eğlencenin olacağı yere konuşlandım. Ekibime yapacağımız operasyonun ayrıntılarını elifi elifine anlattım. Amacımız basitti: Düğünde verilecek etli pilavdaki bütün etleri yemek!

Aşçıyı dostum Fevzi oyalarken bütün etleri yedik. -Fevzi’ye de iki tabak ayırmayı unutmadık tabiî.-  Düğünde sıra yemek faslına gelince suratlar düştü. Birkaç kişi oturduğu masayı yıkarak düğünden ayrıldı. Kasap Kemal abi gözyaşlarını tutamadı. Ev sahibinin mendebur suratlı karısı sinir krizleri geçirdi. Biz ise bir köşede olan biteni izleyip kahkahalara boğulduk. Ta ki Kastamonulu küçük bir velet bizi gammazlayıncaya kadar.  Mevzuyu uzatmayım. Etleri bizim yediğimizi anladılar ve Kadıköy’e kadar kovaladılar işte. Evimden oldum. Şimdi yol iz bilmez bir halde geziniyorum sokaklarda.

Aslına bakarsanız böyle bir adam değildim ben. Her şey Cevriye’yle tanışmamızdan sonra değişti. Ben, ben değildim artık. Ben oydum, o da ben. Ya da ben öyle sanıyordum. O ben değilmiş meğer. Güzel kızdı Cevriye. Müziği severdi. Filmi severdi. Yazar, çizerdi. Karete’de turuncu kuşağa kadar gelip hocasına saldıracak kadar çılgındı. Hatta futbolu dahi severdi. AC Milan hayranıydı. İtalyan futbolcu Filippo İnzaghi’nin hava toplarına olan hâkimiyetini saatlerce anlatabilirdi. Ben ise İtalyan ekolünden nefret ederdim. Futbol saldırı varsa güzeldi çünkü. Bu sebeple üniversite de İtalyan öğrencileri hırpaladığım polis kayıtlarında mevcuttur hatta. (Futbol konusunu başka bir zaman tartışalım)

Kafam bozuk arşınlarken Kadıköy sokaklarını bir yer buldum, daha önce gitmediğim bir yer. Ahşap bir bina. Kafeye benziyor ama tam olarak ahşap demem mümkün değil. Betonun soğukluğundan nasibini almış bir nebze. İçinde, eksantrik bir çay dağıtılıyordu bu yerin. Ve koca bir kürsü vardı. Kürsü başında saçı başı dağınık tiplerin şiire benzer şeyler okuduğunu duyuyordum. Onları görebilmek için kafeye biraz daha yaklaştım. Korumalar Amerikan filmlerindeki tiplemeler gibi önümü kesip buradan uzaklaşmamı söylediler.

–          Hey defol git burdan seni aşağılık!

Onlara diklendim. Ve Muhtar Faik’in akrabasını olduğumu, beni içeri almazlarsa kendilerini sürüm sürüm süründüreceğimi söyledim. Blöfüme inandılar. Muhtar Faik kim deseler söyleyemem. O an aklıma böyle bir şey gelmişti sadece.

İçeri girdiğimde morali bozuk bu adamların ne yaptıklarını çözememiştim bir türlü. Sırayla kalkıp şiir okuyorlar, konuşma yapıyorlar ya da hararetli bir şekilde saçma sapan konuları tartışıyorlardı. Bir aralık dayanamayıp yanımda boynu bükük, sümüğünü çeke çeke kürsüdeki adamın şiirini dinleyen ve küçük haylaz bir it yavrusu gibi mıyıklayan adama kendilerinin ne ayak olduğunu sordum. Kıvırcık saçlı, yuvarlak gözlü ibibik herif bu şekilde ona hitap etmeme kızdı. Böyle davranışların insanları kırabileceğinden falan söz etti. Sağ bileğini tutup fizik kurallarına aykırı bir şekilde burkunca dili çözüldü. O konuşmasına başlamadan önce bu saçma ruh halinden kurtulmasını tembihledim ona. Bu seferde bana hak veren cümleler kurdu. Bir anda yüz seksen derece döndüğü içinde ensesine bir tokat patlattım ve bu saçma örgütü ondan dinlemeye başladım:

Dostum biz sevdiği kıza açılamayan adamlarız. Otomatikman yeniğiz yani. Bir sıfır geride başlamışız aşk maratonuna. Platonizmin neferleriyiz. Sırf hepimiz platonik aşkların içinde debelendiğimiz için kendimize Platon’u önder seçtik. Yanlış anlaşılmasın bizim gibi düşündüğü için değil. İsmi platonik kelimesini çağrıştırdığı için.

Dostum, buradaki herkes sevdiği kızı en azından tuvaletten çıkınca ellerini bile yıkamayan kalitede adamlarla birlikte gördü. Onların en sevdiği aşk şarkılarını kayık aralarında kendi kendine söyledi. Sevdiği kızı görebilmek için evinin yolunu uzatanlar geri döndürülmez kilolar verdi. Akıttığımız gözyaşından nice çiçekler yeşerdi.

Dostum, biz kendimize böyle bir platform oluşturarak acımızı paylaşıyoruz. Şu gördüğün kürsüye çıkıp içimizdekileri haykırıyoruz. Nefretimizi kusuyoruz. Kederimizi, mağlubiyetimizi gömüyoruz bu kafeye. Her şeyi bu kürsüde yapıyoruz dostum. Bu kürsüde, sevdiği kıza açılamayanlar kürsüsünde…

Dayanamayıp bağırdım, haykırdım bütün bu duyduklarıma. Boynumdaki damarlar izin ver, çıkıp şu adamı boğayım dercesine şişti. Ellerim titredi.

–          Aptallaaaaaaaaaaar! Aymazlaaaaar! Siz nasıl insanlarsınız! Bu mu lan sizin aşkınız! Bu mu? Sizinki aşk değil behey vicdansızlar! Be hey durduk yere dert edinen ucubeler! Sizin ki bir kuru sevda iddiası! Seven sevdiğine bunu söylesin dendiğini duymadınız mı!

Tüm bunları söylerken filmlerde gördüğüm artisler gibi yürüyerek kürsüye doğru gittim. Kürsüde konuşmakta olan hergeleyi yere savurdum. Kürsünün üstünde ne varsa yere çaldım. Sinirliydim. Çünkü bu herifler ve aptal düşünceleri kafamı attırmıştı.

–          Ulan! Ulan ne denir ki size! İddia ettiğiniz şeyler bir çuval saman çöpü serseri herifler! Seven sevdiğinin rengine boyanmadıktan sonra nasıl olacakta aşk iddia edecek! Bir adam nasıl olurda sevdiğin kızın yanında bir ipsizi görüp de yatağa başını koyup uyuyabilir. Nasıl olurda şiire, öyküye, resme, felsefeye atılabilir. Söyleyin lan! Uçan tekmeleriniz, çelik yumruklarınız, içi boş kafanız neden o aptal heriflerin suratlarını dağıtmadı! Neden buraya gelip iğrenç aşk şarkıları eşliğinde hüznünüzü birbirinize anlatırsınız!

Ben bunları söylerken birçoğu boynunu büktü. Başlarını aşağı yukarı kaldırıp indirmeye başladılar. Bana hak verdiklerini ve kendilerinden utandıklarını seziyordum. Konuşmama devam ettim.

–          Siz! Siz aptallar! Siz burada saçma sapan şiirler okurken dışarıda kara gözüne kurban olacağınız sevdalıklarınız bir sığır çobanının kollarında İstanbul’u izliyor. Siz gerzekler, aşk ikliminin asalaklarısınız! Kılıcı körelmiş korkaklarsınız! Savaş kelimesini lügatinden atmış korkaklar. Haydi, elinden şekeri alınmış küçük bir kız çocuğu gibi ağlamaya devam edin! Siz burada ağlarken biraz önce yediği tantuniden kalan parçalar dişlerini süslemesine rağmen buna aldırmayan bir adam sevdiğinize gülüyor! Kusura bakmayın! Sizin gibilerine kibar davranamam!

Ben bunları söylerken dinleyicilerden birisi sözümü kesip bana bu kadar sert olma, sen hiç mi sevmedin, hiç mi sevdiğin kızı başkasının yanında görmedin diyerek beni alt etmeye, konuşmalarımın tesirini indirmeye yönelik beyinsizce sorular sordu. Biraz önce yere savurduğum bardaklardan birini alıp ona fırlattım ve şunları söyledim.

–          Behey aşk coğrafyasında atsız kalmış yalınayak! Be hey aşk meydanında kalkanına odun karışmış ahmak! Ben bir sevda harbinden çıkmasam bu sözleri nasıl ederim. Sanır mısın ki gönül ehli olmayan gönle hitap eder. Bu sorunun cevabını yanı başında gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş, yumruğunu ısıran mert adama sor! O anladı çünkü benim derdimi! Eğer illa ki bir kız anlatmamı isterseniz anlatayım. Kısa ve öz anlatayım hatta. Zira sıkıldım sizden. Ben de sizin gibi o kıza sesleneceğim buradan. Koltuklarınıza sıkıca tutunup dinleyin beni sizi zayıf ruhlular sizi!

Boğazımı temizleyip milyonlara seslenen bir devlet adamı gibi konuşmaya başladım.

–          Cevriye! Ey kara gözleri uğruna yedi kıtayı lobi faaliyetleriyle birbirine düşüreceğim güzel! Şimdi beni iyi dinle! Seni sevdiğimi bilirsin. Öyküler düzdüm sana. Şiirler fışkırttım göğsümün sol yanından! Ama kafanın içindekileri bilemem! Kalbin hangi kıta için çarpar bilemem! Sevdiğin varsa bunu söyle bana! Unutma, ben tırı vırı aşklara gelemem.

Cevriye! Uğruna faiz lobisinin karşısında namuslu bir kobi gibi durur, destanlar yazarım kalemimle dünyaya!

Cevriye! Ey gelişi güzelim, beni iyi dinle şimdi! Eğer varsa bir sevdiğin bana bunu söyle! Bu saçma adamlar gibi olamam. Ceketimi alır giderim sevdiğin varsa.

Salondan alkışlar yükselmeye başladı. Biraz öncenin aptal romantikleri cesurlaşmaya ve yumruklarını sıkıp havaya kaldırmaya başladılar.

–          Evet Cevriye sana bu son şiirimdir ve sözün kısasıdır. Artık bunu böyle bilesin.

Cevriye bilirsin hava toplarına olan hâkimiyetimi
Bilirsin çapraz koşularla rakip defansı nasıl alt ettiğimi
Bir Alex’e bir Hagi’ye ihtiyacım yok gol atmak için
Kademe hatalarıyla havalandırırım rakip fileleri!

Cevriye !
Bana İtalyan futbolundan bahsetme sakın
Bunu yapıp beni incitme!
İtalyan’a ilk kurşunu sıkan adamın torunu var senin karşında zira!
Böyle söyleyip gönlümü hançerleme!

Şiirimi bitirdiğimde salondaki herkes ayaklandı. Uefa kupasını aldığımız anki gibi bir sevinçle doldu salon. Sanki bütün bu olanları anlatan bir spiker vardı ve ağlamak istiyordu. Salondakiler bir bir yanıma gelip benimle tokalaştılar. Kendileriyle biraz daha hasbihal ettim. Dertlerini dinledim. Çareler bulmak istedim. Gecenin sonuna doğru biraz önce yaptığım konuşmanın tam tersi bir ruh haliyle atmak istedim kendimi bu yerden. İncinmiş içten içe ağlayan bir yüreğim vardı sanki. Kafe sakinlerinden müsaade isteyip oradan ayrıldım. Dışarı çıktığımda kafiyesiz bir şiir gibi bakıyordu bana Kadıköy. Aldırmadım, yürümeye devam ettim. Ellerimi cebime sokup bir türkü tutturdum şarkıdaki gibi sonra:

Hava ayaz mı ayaz ellerim ceplerimde
Bir türkü tutturmuşum anlıyorsun değil mi?

 

Emrah Mete

 

DİĞER YAZILAR

10 Yorum

  • cevriye , 04/02/2018

    uzatma gel bende özledim gel

  • Mehmet Ali Özkan , 09/10/2014

    “Kalemin râzını dânâ anlar”
    Eleştiri ile hakaret arasındaki farkı cahillerin anlayamayacağından olsa gerek ne güzel buyurmuşlar İmâm-ı Gazâlî hazretleri (rah.):
    “Mantık ilmi cahillere öğretilmemeli. Çünkü onlar, karşı fikri eleştirirlerken bilmeden hakikatin karşısında olurlar”
    Eleştiriye başlanmadan önce emeğe saygı duyulmalı, zira bunun aksi vebaldir. Bu arada unutmadan, ellerine sağlık kardeşim.

  • Ahmed , 01/10/2014

    Bir solukta okudum ve zevk de aldım. Güzel bir üslupla yazılmış.

  • Gökhan , 01/10/2014

    Tebrikler kardeşim!!! İnşallah daha da iyileri gelir takipteyiz unutma ona göre…

  • Kurabiye Adam , 01/10/2014

    Bravo! Yazılarınızın devamını bekleriz. Hayran kaldık. :)

  • furkan , 30/09/2014

    Şimdi ceketi alıp gitmeli mi? Yoksa cevriyeye seviyorum ulaaaaan mı demeli?

  • Made in China , 30/09/2014

    Çin’de üretilmiş murat menteş kitabının içinden bir hikâye gibi. Türkiye’de üretilen menteş kitabı bile dayanılmazken…

  • Venda , 30/09/2014

    başarılıydı. diğer çalışmayı alalım.

  • betul , 29/09/2014

    Yazının tamamıni beğendim ama Kadıköy’ün kafiyesiz bir şiir gibi bakması kısmını özellikle lügatıma katmak istiyorum.

  • dede ali , 29/09/2014

    Hoş bir yazı olmuş, daha güzellerini yazmak nasib olur umarım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir