Sokak Lambası

İki binanın arasında, uzun karanlık bir koridoru andıran sokağı, sadece idareten bağlanmış altmış voltluk bir lamba aydınlatıyordu. Kimse girmezdi bu sokağa. Girmeye yeltenen de artık aydınlatmaya mecali kalmamış lambanın dışında bir ışık kaynağı göremeyince vazgeçiyordu. Sokağın girişinde, kaldırıma serdiği kartonların üzerinde yatan adam da sokağa girmemenin bir başka sebebiydi.

Gecenin ilerleyen saatlerinde betonun soğuğunu vücudunda iyice hissetmeye başlamıştı. Soğuk dayanılmaz olunca kalktı. Altındaki kartonları ikiye katladı. Tekrar uzandı. Şimdi dönecek yeri de kalmamıştı. Sırt üstü yatmış, üstünde yanan ampulün titrek ışığına bakıyordu. Soğuğun derisine verdiği sızıdan kurtulmak için kendini bir hayalin ortasına bırakmaya karar verdi. Lambanın üstüne bir tavan yerleştirdi. İşlemesiz, alelade beyaz bir tavan… Etrafına duvarlar ördü. Bir soba yaktı köşeye. İki kanepe… Isındı. Yüzüne yayılan tebessümü hissediyordu ve sokağın ortasında, kurduğu hayalle gülümseyen biri olarak garip göründüğünü düşündü. Çünkü etrafta gördüğü herhangi biri ona bakınca deli diyecekti. Deliler, olur olmaz zamanda gülebilir. Bunda bir gariplik yok. Ama bu adam deli değildi. Aslında kendisine sorsak “Deliyim ben!” ya da “Ne delisi kardeşim!” diyebilirdi. Bunu sormak da diğer insanlara göre delilikti.

Zihnine dolan davetsiz düşünceleri def edip kurduğu hayale geri döndü. Sobada yanan odunların çıtırtıları gelmeye başlamıştı kulağına. Odaya yerleştirdiği kanepelerin sobaya yakın olanına uzandı. Sırtının ağrıları azalmaya başladı. Karnından gelen sesleri duydu. Fırına atılmış bir tepsi yemeğin kokusunu yaydı odaya. Bunu düşünmek bile karnındaki gürültüyü susturmaya yetti. Belki üstüne bir demlik çay. Belki mi? Kesinlikle bir demlik olmalı sobanın üstünde. Hatta demlik sobanın üstünde ısınırken ıslığını çalmaya başlamalı bir an önce. Odanın her şeyi tamamdı. Gülümsemesini engelleyemiyordu. Hayalinin ortasında bir ağırlık çöktü üstüne. Sanki soba odayı haddinden fazla ısıtmıştı. Rehavet tüm bedenini sardı. Odanın kapısı açıldı. İçeri on sekiz yaşlarında bir genç girdi. Kanepede yatan adamın yanında durdu.

“Nasılsın baba?”

Yüzündeki gülümseme bir anda kayboldu. Doğruldu, kanepeye oturdu. Karşısında duran gence dikkatle baktı. Ne kadar da benziyordu gençliğine. Yıllar sonra bir hayalin ortasında, oğlunu karşısında görmek mutlu edemedi onu. Utandı. Kendi kurduğu hayalin içinden kaçmaya çalıştı. Ayağa kalkmayı denedi. Kanepe kadar ağır bir yükün altında kalmış gibi hareketsizdi. Tek tek yerleştirdiği eşyaları yok etmeye çalıştı. Zihnini kontrol edemedi. Lambayı söndürmeye çalıştı. Bunu yapamayacağını anlayınca zaten zorla yanan lambanın kendiliğinden sönmesi için dua etti. Gözleri açık olduğu halde gözlerini açmaya çalıştı. Bu garip halden çıkmak için her şeyi denedi. Fakat kurduğu hayalin parmaklıkları arasında sıkışmıştı. Oğlu, gözlerinin içine bakıyor, sorduğu soruya cevap bekliyordu.

-İyiyim… oğlum…

Adam oğlunun karşısında olmanın verdiği duygu karmaşasının içinde konuşmaya bocalıyordu. Kalbinin atışı hızlanmıştı. Terliyordu. Doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyor, kesik kesik konuşuyordu.

– Çok yaşlanmışsın. Saçların, yüzündeki kırışıklıklar…

– Zaman… kimseyi aynı bırakmıyor. Yaşlandık… hatta eskidik… yıllar içinde. Sen de bunca yıl sonra… çok değişmişsin.

-Değiştim. Birbirimizden habersiz ne nefesler harcamışız. Annemde kalan son fotoğrafını görmesem seni tanıyamazdım.

– Son fotoğraf?!

– Geri kalan tüm fotoğraflarını yırtıp atmış. Bir tanesine kıyamamış, saklıyor.

Adam bir anda kalbinde çok öncelerden tattığı bir sıcaklık hissetti. Karısının yüzü gözlerinin önüne geldi. Bunca yıl sonra hatırına getirmeye çalıştığı yüz gencecikti. Sanki karısı hiç yaşlanmamış, zamana yenilmemişti. Ama bu yüzün adamı utandıran, pişman eden bir yanı vardı. Genç fakat her zaman gözleri nemli bir kadın hatırlıyordu. Aynı evde yaşadıkları süre boyunca hiç gülmemiş bir kadın görüyordu her seferinde. Tüm güzelliğine rağmen, gözlerinin içine baktığında, kendisinden daha yaşlı birini görüyordu ve bu halin tek sorumlusuydu.

Kelimeler yüreğindeki sıcaklıkla birlikte boğazına düğümlenmeye başladı. Diğer yandan bir merak duygusu içini kemiriyordu. Sormak istiyordu. Bir insanı yalnız bırakıp gitmek, öldürmekle eştir ve her kâtil olay mahalline er geç döner. Adam ardına bakmadan terk ettiği evine verdiği hasarı öğrenmeyi hiç düşünmemişti. Şimdiyse kendine bakıyordu. Bir hayalin peşinde koşmuş, tüm hayatını heba etmişti. Heba ettiği hayatının sonucu olarak sıcacık bir yuva yerine kimsenin uğramadığı bir sokakta kalıyordu. Bu da yetmezmiş gibi iki hayatı daha mahvetmişti. Kendine üzülmüyordu artık, kalbinin odacıklarına sığmayan ona devamlı acı veren, bu iki hayatın pişmanlığına dayanamıyordu.

– Annen… nasıl…

– Neden soruyorsun?

– Merak… sadece merak…

– Gerçekten merak etseydin, dönerdin.

– Gençtim… o zamanlar… sorumluluk… bana ağır geldi. Gitmek de bir karardır. İnsan… anlamıyor… ilk başta… yanlış bir karar olduğunu… anladım… ama geç oldu biraz… sonra gurur… bırakmadı peşimi. Dönemedim.

– Dönmeni değil gelmeni bekledi annem. Eğer gelseydin mutluluktan, gittiğini unutacaktı. Sanki hiç gitmemişsin gibi sana “Günün nasıl geçti?” “Yoruldun mu?” diye soracaktı.

– Yanılıyorsun. Ben… çok kırdım onu. Bunca yıl sonra… kabul etmez.

– Baba… gel benimle…

Adam oğlunun arkasından yürümeye başladı. Odadan çıktılar. Koridorun diğer ucundaki odanın kapısına kadar yürüdüler. Oğlu kapıyı açtı. Pencerenin kenarında, yola bakan yaşlı bir kadın oturuyordu. Kapının açılma sesine rağmen kadın dönüp kimin geldiğine bakmadı. Sadece yola bakıyordu. Gözleri hareketsiz, kolları başını tutmaktan yorgun düşmüştü. Fakat inatla aynı noktaya bakıyordu. Oğlu babasına döndü. Uzun uzun anlatılacak bir şey kalmamıştı.

– Hâlâ bekliyor. Fazla vakti kalmadı. Daha ne kadar bekleteceksin?

Adam birden sıçradı. Hâlâ aynı lambanın altındaydı. Etrafına bakındı anlamsızca. Yaşadığı bu hale mantıklı bir sebep arıyordu. Bulamadı. Aklında hep aynı cümle yankılanıyordu.

“Daha ne kadar bekleteceksin?”

Yarın, dedi kendi kendine. Nefesini kontrol etmeye, küt küt atan kalbini teskin etmeye çalışırken.

Yarın geliyorum, dedi. Bunu söylerken mutlu hissetti kendini. Zafer kazanmış, hayatının kördüğümünü çözmüş gibiydi. Hava gittikçe soğuyordu. Etrafa saçılmış gazete kâğıtlarını topladı. Kartonun üzerine yattı. Tek tek gazete kâğıtlarını örttü üstüne. En sonuncusunu başına kapattı. Yarın, dedi tekrar. Kendine söz verir gibi. Lambanın cılız ışığı titredi. Adam ışığın titrediği noktaya dikti gözlerini. Bir haber ilişti gözüne. Haberde on sekiz yaşlarında bir genç ve annesinin sobadan zehirlenerek hayatlarını kaybettiği yazıyordu. Lambanın ışığı son kez titredi.

Sonra…

Söndü…

Ömer Can Coşkun

DİĞER YAZILAR

8 Yorum

  • İremgül Oflaz , 01/03/2017

    Çok tatlış değil mi :))

  • Garip , 24/10/2016

    Erteleyen hüsrandadır….

  • rana , 18/10/2016

    nasıl bu kadar etkilendim?

  • A.b , 17/10/2016

    Yapmayın böyle şeyler…

  • Bş. , 17/10/2016

    Lambanın ışığının sönüşünü , sabahın gelişini , bir sonraki pazartesiyi beklemeden harekete geçmeyi geç kalmamayı isteyip , hala erteleyenler olarak içimize dokunan bir hikaye , şu fanilik lambamız sönmeden haydi bismillah diyelim

  • Sokak lambasi , 17/10/2016

    Böyle hikayelere can feda…

    :-)

  • Zeynep , 17/10/2016

    Güzel.

  • Yunus F. , 17/10/2016

    içli ve bir çırpıda okunan bir hikaye. Tesekkur ederiz

    http://suffagah.com/hanimini-kaybeden-bir-adamin-tum-erkeklere-tavsiyesi

rana için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir