Topçu Tarık

Transfer

Oturma odasında, tüplü televizyonun karşısında oturan üç kişilik çekirdek aile, “monoton” denilen çarkın içinde dönüp duruyordu. Akşamları yemekte bir araya gelen aile fertleri, yemekten sonra televizyonun karşısına geçiyor, hiçbir bölümünü kaçırmadıkları diziyi açıyor ve seyretmeye başlıyorlardı. Üç kişi başladıkları akşam etkinliği on beş dakika sonra iki kişi ile devam ediyordu. Tarık Bey dizi jeneriği ile birlikte göz kapaklarını tutamaz hale geliyor, dizideki esas kız ve esas oğlan her bölümde ayrı bir entrika ile milyon kez ayrıldıklarından belki bu sefer kavuşuruz umuduyla birbirlerine koşarken uyuyakalıyordu.

Her odadan ulaşması kolay olsun mantığıyla koridora bırakılan ev telefonu çalmaya başladı. Evin en küçük ferdi olan Ferdi, edindiği tecrübe gereği babasının uyuyakaldığını bildiğinden telefonu açmak için koridora çıktı. Ahizeyi kaldırdı. Bir süre ahizedeki adamın sesini dinledi, telefona asıl gelmesi gereken kişiye seslendi:

− Babaaaa!

Kanepeye uzanmış ve gözleri çoktan kapanmış, derin derin uyuyan Tarık Bey, oğlunun sesiyle irkildi. Yavaş yavaş doğruldu. Uyku sersemliği ile ilk anda neden uyandırıldığını anlamadı. Bu sırada Sabiha Hanım elindeki örgüden gözlerini ayırarak arayan kişiyi görebilecekmiş gibi koridora baktı. Eşinin duyabileceği bir sesle, hayırdır bu saatte, dedi. Sabiha Hanım bu sözü söylediğinde Tarık Bey çoktan telefona ulaşmıştı.

− Alo!

− Tarık abi, ben İsmail.

− İsmail?

− Köyden, Uzunlar’ın İsmail. Tanımadın mı?

Tarık Bey biraz düşündü. Köyüne sık sık giden biri olmasına rağmen ne zaman bir isim söylense düşünür, ismin sahibini bir türlü aklına getiremezdi. Arayanı daha fazla bekletmemek için tanımakla tanımamak arası bir cevap verdi.

− Haa… İsmail… Tanıdım tanıdım. Hayırdır?

− Sana bir işimiz düştü abi ya!

− Yapabileceğimiz bir şeyse…

− Bizim köyün takımı şampiyonluk maçına çıkacak abi. Ama rakip takım sağlam. Canımızı dişimize taktık, yenelim, şampiyon olalım istiyoruz. Bir aksilik oldu, forvet oyuncumuz sakatlandı. Bizim takım bu haliyle şampiyon olamaz abi. Muhtarla oturduk bir çare düşünüyorduk senin adın geçti. Bizim Topçu Tarık var ya şehirde onu arayın gelsin, dedi. Sen tecrübelisin abi, bizim takım oyuncuları genç. Onlara ön ayak olursan alırız bu maçı.

− İsmail, olur mu öyle şey?!

− Sen tamam dersen olur abi, biz ayarladık her şeyi.

Tarık Bey kırk yaşın üzerindeydi. Futbol bir zamanlar hayatı olmuştu. Şimdi de öyleydi. Televizyonda hiçbir maçı kaçırmaz, ilerleyen yaşına rağmen idmanını aksatmaz, kendince maçlara çıkar, hiç olmadı bir arkadaş grubuyla halı saha maçı yapardı. Zamanında çalıştığı iş yerinde bile on birlik bir takım kurup amatör liglerde top koşturmuşluğu vardı. Kırk yaşına yaklaştıkça jübile zamanının geldiğini düşündüğünden lig maçlarını bir kenara bırakıp halı saha maçlarına kesin dönüş yaptı. Şimdiyse kendisine bir şans veriliyordu. Köyde bile olsa bir lig maçında şampiyonluk. Böyle bir teklifin gelmesi gurur vermişti. Bir de kazanırlarsa belki ülkenin her yerinde konuşulmayacaktı ama en azından doğduğu köyde konuşulacaktı. Tarık olmasa, zor şampiyon olurdu bu takım, diyeceklerdi. Muhtar tebrik edecekti. Köylü tezahürat edecekti. Zamanında evlenmeyi isteyip de hayır cevabı aldığı köylü kadınlar, o yaşlarına bakmadan “ah” edeceklerdi.

İsmail hâlâ telefonda bir cevap bekliyordu. Kendi kendine, olur mu öyle şey, diye söylendi birkaç defa. Bu sözü tekrarlarken kendini ikna etmeye çalışıyordu. Kendi köyümün maçı, reddetmek olmaz, diye düşündü. Heyecanlı ve gururlu bir sesle sordu:

− Maç ne zaman?

 

Kontratak

Tarık Bey bir devlet memuru olarak çıktığı oturma odasına bir kahraman olarak geri döndü. Oturduğu kanepe bir taht gibi görünüyordu gözüne. Hiç olmadığı kadar rahattı. İyice yaslandı arkasına. Sabiha Hanım kimin aradığını sorduğunda gitmeyi hiç istemiyormuş gibi anlatmaya başladı:

“Köyden aradılar.”

“Çocukların bize ihtiyacı varmış.”

“Gitmesek ayıp olur şimdi.”

“Haftaya gideriz, hem annemi ziyaret etmiş oluruz.”

“Bize de değişiklik olur.”

Bu sözleri söyleyen Tarık Bey çoktan geçmişe gitmişti.

Aynı anda Sabiha Hanım’ın da geçmişe gidesi tuttu. Sabiha Hanım’ın neyi eksik, o geçmişe gidemez mi? Gider de konu Tarık Bey’le ilgili.

Ferdi durur mu, çok bir geçmişi olmasa da…

Olay karıştı. Konu diyorum, Tarık Bey’le ilgiliydi. N’oluyor ya!

Yıllardır birlikte yaşayan aileyi nasıl ayıralım?

Ne yapsak? O zaman şöyle diyelim:

Tarık Bey

Kenara köşeye koyup biriktirdiği paralarla aldığı ilk futbol topuna olan sevgisini hatırladı. Vurmaya kıyamıyordu. Eskir diye korkuyordu. Gece yatağının başucunda tutuyordu. Sabah uyandığında ilk iş topunu alıyor, evin içinde birkaç şut çekiyor, doğal olarak evin kalecisi olan annesi tarafından durduruluyordu. Her gün aynı şeyle karşılaştığı için bir süre oğlunu haşlıyordu annesi. Tarık Bey annesinin kısık ateşte yaptığı haşlamalara alışıktı. Mühim olan hakemin kart göstermemesi idi. Hakem oyuna müdahil olmadan bir iki şut denemesi daha yapılıyor, top bir şekilde gözden uzak bir yere bırakılıyordu. Hakem yani Tarık Bey’in babası oğlunun top oynamasına karşıydı. Bu top oyunu -hiçbir zaman futbol demedi- sadece bir oyundan ibaretti ve oğlu bu oyunla zaman kaybediyordu. Birkaç kere okuldan kaçıp maçlara gittiğinde yakalanmıştı babasına. Daha dikkatli olmayı da babasından gördüğü sarı kartlardan öğrenmişti. Futbol oynadığını, maçlara gittiğini, futbolcu kartları biriktirdiğini, futbolla ilgili ne varsa saklamaya çalışıyordu. Kıyasıya mücadele ettikleri maçlardan sonra top oynadığını saklaması daha zor oluyordu. Maç esnasında yaralanmalar dahi göze alındığından Tarık Bey yara içinde kalmış dizlerini kırıp yer sofrasına oturamayınca babasından yemekten önce bir sarı kat daha yiyordu.

Okul hayatı boyunca gizli gizli devam ettirdiği futbol serüveni bir süre sonra para kazanılacak bir meslek haline gelmişti ki o zamana kadar gösterilmeyen kırmızı kart tam da 90+3’te gösterildi. “Emekliliği, güvencesi olmayan bir mesleği seçmeyeceksin.” yazılı bir kırmızı kartla formayı üstünden çıkarttı, profesyonel futbol hayatına veda etti. Ara sıra evde oğlu Ferdi’ye, bazen de iş yerindeki arkadaşlarına futbol anılarından bahsederken sözü hep aynı cümle ile bitirirdi:

“Babam izin verseydi şimdi Fenerbahçe’de oynuyordum.”

 

Sabiha Hanım

Tarık Bey’le evlenene kadar futbolla ilgili hiçbir şey bilmeyen Sabiha Hanım bir anda futbol topları, renk renk formalar, eşofmanların arasında buldu kendini. Mesai saatleri dışında sadece eşofman giyen Tarık Bey’in gardırobunun haricinde oturma odasındaki kanepe altlarında dahi eşofman, forma, krampon, dizlik, kısaca futbolla ilgili ne varsa bulunuyordu. Tüm bunların temizliği, yıkanması, ütülenmesi de Sabiha Hanım’a kalmıştı. Bir memur ile evlendiğini düşünen Sabiha Hanım amatör bir futbol takımının malzemecisi gibi çalışıyordu. Takım amatör olunca takım kaptanı bir babalık yapar, önümüzdeki maça tertemiz hazırlatırım ben bu kirli formaları, diyerek ne varsa toplar, eve getirirdi. Sabiha Hanım bir yığın formayı görünce sinirlenirdi ama takıma da söz verildiği için tek tek tüm formaları yıkar, ütüler, amatör bir takıma profesyonel hizmet sunardı.

Takımın tüm formalarını yıkamayı hayır işi sayabilirdi Sabiha Hanım. Onun tahammül edemediği tek şey vardı. Tarık Bey eve geldiğinde televizyonda bir lig maçı oynuyorsa (lig maçı olmasa da olur aslında; iki kale, bir top, yirmi iki adam, olsun o da seyredilir) o zamana kadar çok kanallı olan televizyon tek kanallı döneme ani bir geçiş yapar, maçın verildiği kanal hariç başka bir kanal -reklamlar başladığında dahi- açılamazdı. İlk başlarda bunun geçici olduğunu düşünmüştü fakat gittikçe artan bir ilgiyle sadece futbol maçlarının ve maç sonrası yorum programlarının izlendiğini görünce isyan bayrağını çekti. Diğer aileler gibi dizi seyredip, çay içmek istiyordu. Ekranda devamlı yeşil saha görmekten gına gelmişti. Birkaç defa Tarık Bey’e sitem etti. Dizi, film; futbol olmasın da ne olursa olsun, başka şeyler seyretmek istiyorum, dedi. Tarık Bey birkaç gün sonra 37 ekran bir televizyonla geldi eve. Sabiha Hanım ve oğlu, Tarık Bey’in bir odaya çekilip futbol seyredeceğini düşünüyordu.  Tarık Bey, televizyonu aslında Sabiha Hanım’a aldığını, “dizi film; futbol olmasın da ne olursa olsun”larını bu ekrandan rahatça seyredebileceğini söyleyince bu duruma sadece Ferdi sevindi. Annesine gelen televizyonu kendi odasına aldı. Sabiha Hanım oğlunu kırmamak için Tarık Bey’in yanında futbol maçlarına tahammül etmeye devam etti. Şükür ki futbol maçları her akşam olmuyordu ve Sabiha Hanım arada kaçırdığı bölümler olsa da sevdiği dizileri seyredebiliyordu. Bir süre sonra Tarık Bey de eşiyle dizi seyretmeye alışır gibi oldu. Fakat bu durum “gibi” seviyesinde kaldı. Yeşil olmayan herhangi bir ekrana bakma süresi on beş dakikayı geçmiyordu Tarık Bey’in. Sabiha Hanım alışmıştı artık. Uyuya kalan eşinin üstünü örtüyor. Demlediği çayından bir bardak alıyor, televizyonun başına geçiyordu.

 

Ferdi

Ferdi’nin “Ferdi” olması bile bir futbol maçının sonunda belli olmuştu. Sabiha Hanım’ın doğum sancıları başladığında Tarık Bey amatör ligde şampiyonluk maçına çıkacaktı. Apar topar Sabiha Hanım’ı hastaneye götürdü, şampiyonluk maçı önemliydi, maça geri döndü. Arkadaşları maça gelmesine şaşkındı ama diğer yandan da maça çıkmaya hevesli adama destek olmaya çalıştılar. Senin oğlan bize uğurlu gelecek abi, endişe etme, hem yenersek oğlanın ismini “Galip” koyarız dediler. Maçı 2-1 kaybedince, doğan bebeğe “Mağlup” ismi konulamayacağından “Ferdi” ismi uygun görüldü.

İnsan içinde uhde kalan ne varsa evladına devreder. Okuyamayan okutur, sevdiğine varamayan oğlunu, kızını sevdiği ile evlendirir. Ferdi yürümeye başladığında ona alınan ilk hediye futbol topu oldu.  Tarık Bey karşısına geçti, topu yere bıraktı, “vur” dedi. Ferdi topa vurdu. Top çok alakasız bir yere gitti. Topun nereye gittiği değil, Ferdi’nin hangi ayakla topa vurduğu önemliydi. Maalesef Ferdi topa sağ ayağıyla vurmuştu. Futbolcunun solağı makbuldür, diyordu Tarık Bey. Üzüldü ama umudunu yitirmedi. Ferdi sahalarda maç seyrederek, idmanlarda takımın peşinden koşarak büyüdü. Babası gibi renk renk formaları ve eşofmanları oldu. Ama futbola hiç ilgi duymadı. Arkadaş arasında eğlencesine oynanan oyunlarda top peşinden koştu sadece. Bu oyunlarda dahi Tarık Bey bir köşeden oğlunu seyrederdi. Fakat ne kadar istese de her şey ortadaydı, Ferdi çalımlarıyla, topa vuruşlarıyla umut vadetmeyen bir oyuncuydu.

Hayatı futbol oynamakla geçen Tarık Bey, evliliği forma yıkamakla geçen eşi Sabiha Hanım ve çocukluğu futbol sahalarında geçmiş ama futboldan hiç hazzetmeyen oğlu Ferdi gittikleri geçmişten dönemeden uyuyakaldılar.

Şut

Türk filmlerinde görülen klasik sahnelerden biri Tarık Bey ve ailesi için tertip edilmişti. Köy meydanında karşılamalar, sarılmalar, alkışlamalar… Arabadan indiğinde köye elektrik, su getirecek biriymiş gibi hissetti kendini. Elektriği suyu vardı köyün, bir şampiyonluğu eksikti. Ahali bu işi çok önemsemişti. Tarık Bey’in gelmesiyle şampiyonluğa garanti gözüyle bakılıyordu. Mahalle kahvesine götürülen Tarık Bey’e maç saatine kadar hizmette kusur edilmedi. Muhtar, maçtan sonra bir de ziyafet sözü verdi. Tarık Bey’i daha maça çıkmadan ter bastı. Dinlenme bahanesi ile kendini annesinin evine zor attı.

Eve girdiğinde elleri duaya durmuş sekiz-dokuz teyzeyle karşı karşıya kaldı. Ellerde Kuran-ı Kerim’ler; bir yandan okuyorlar bir yandan da Tarık Bey’in yüzüne üflüyorlardı.  Tarık Bey evde mevlit var zannederek gayri ihtiyari ellerini kavuşturup dua etmeye, yüzüne üfleyenlere gülümseyerek “âmin” demeye başladı. İçerden bir bardak su geldi, Tarık Bey’in annesi suyu aldı okudu, üfledi oğluna içirdi. Tarık Bey içtiği suya da “âmin” dedi. Saate baktı, maç saati yaklaşıyordu. Eşyalarını alıp annesinin elini öptü. Kadınlar ellerinde tespih, dillerinde dua, Tarık Bey’in arkasından okuya üfleye çıktılar evden.

Tarladan bozma toprak sahaya geldiğinde tüm köy tezahürata başladı. Tarık Bey’in çocukluğunda maç yaptığı sahaydı burası. Okulu asıp geldiği, dizlerini yara içinde bıraktığı, uğruna babasından dayak… sarı kart gördüğü saha. Sahaya adım attıkça alkışlar, bağrışlar artıyordu. Bir film sahnesindeymiş gibi “slow motion” yürüyor, yöre türkülerinden, koçaklamalardan nağmeler duyuyordu. Anadolu çocuğu ne de olsa “Eye Of The Tiger”, “We Are The Champions” bilmez. Bildiği tek şey vardı Tarık Bey’in, doksan dakika sonra omuzlardaydı. Sadece doksan dakika sonra kahraman ilan edilecekti. Takım kaptanı olarak diğer futbolcularla görüştü, biraz taktik verdi, biraz nasihat etti. Hakem takım kaptanlarını çağırdı. El sıkıştılar. Yazı tura atıldı. Hakem son kontrolleri yaptı, maçı başlatan düdüğü çaldı.

 

Aut

Bu güven olayı çok abartılmış, sadece Tarık Bey’in gol atabileceği inancı takım içinde yayılmıştı. Kaleci topu yakaladığı gibi Tarık Bey’e atıyor, futbolcular kaleye ne kadar yaklaşırsa yaklaşsınlar Tarık Bey’e pas atmaya çalışıyorlardı. Rakip takım da Tarık Bey’in namını duymuştu ve bu duyumlar büyük ihtimalle çok efsanevi anlatıldığından futbolcular maça tedirgin çıkmışlardı. Tedirginliğin derecesi saha içindeki vaziyetlerinden anlaşılıyordu. Tarık Bey’i dört adam birden tutuyordu.

Normalin dışında bir şeylerin olduğunun farkına vardı Tarık Bey. Bir şekilde kendisini tutan adamlardan kurtulmaya, bir gol şansı yakalamaya çalışmaktan daha maçın başında ter içinde kaldı. Tezahürat ve alkış sesleri Tarık Bey’in ayağına top geldiğinde artıyordu. Birkaç kez uzaktan şut çekti, top kaleyi bulmadı. Alkışlar, moralini bozma diye bağıranlar… Tarık Bey bir çare düşünüyordu kendince. Maç başladıktan yirmi dakika sonra Tarık Bey’in çektiği şutu kaleci çıkardı. Köşe vuruşu kullanılacaktı. Tarık Bey ceza sahasında yerini aldı. Herkes nefesini tuttu. Köşe vuruşu kullanıldı.

Tarık Bey üzerine doğru gelen topu gördü. Yükseldi. Kafayla, topu sağ köşeye gönderdi. Kaleci yetişemeden top kaleyi buldu. Bir anda çığlıklar, bağırışlar birbirine karıştı. Tarık Bey sevinçle saha içinde tur attı. Kendisini alkışlayanlara el salladı. Muhtar Kendini tutamayıp saha içine kadar koştu. “Taaaa-rık-Taaaa-rık” tezahüratları her yeri inletti. Tarık Bey takım arkadaşlarına sarıldı. Sarılacaktı. Top üzerine doğru gelirken tam da böyle bir gol sevinci hayal etmişti. Bu hayalle topa doğru yükseldi. Rakip takımdan bir oyuncu ile kafa kafaya çarpıştılar. Tarık Bey’in kaşı yarıldı. Hakem oyunu durdurdu. Dikiş atılması gerektiğini söyleyerek Tarık Bey’i hastaneye götürdüler.

Tarık Bey bir kahraman olarak ayrıldığı evine bir devlet memuru olarak geri döndü.

Ömer Can Coşkun

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • ağır hasta , 02/10/2019

    oturduğum sıra kırılacakmış gibi hissettiğim ve tüm bedenimin kasılmış halde olduğu bir durumdaydım yine. okurken kaslar gevşedi ortam unutuldu. bizi gerçeklikten biraz olsun kurtardığı için öyküye teşekkür ediyorum. öykü de yazarına etsin artık onu da mı biz yapacaaadık:))

ağır hasta için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir