Yarbay Remzi Bey

947265_680424045306057_367688645_n

Hayat, ellerimizden usulca düşüyor… Kerim Kolat hikâyesi

***

Günden güne eriyen yaşlı adamın hastalığı sabaha karşı iyice ağırlaşmıştı. Günün aydınlanmasıyla eve toplanan komşuları hüzünle bekliyordu. Hatta onunla ünsiyetleri, birkaç kez yol üzerinde selamlaşmaktan ibaret olan gençler, çocuklar bile… Konuşamıyordu Remzi Bey. Karşısındakini büyüleyip kendisine bağlayan gözleri şimdi, bir mahmurluğun şuursuz denizinden bakıyordu yanındakilere. Saçları tutam tutam dökülürken berrak yüzü sararmış, dişleri eriyip ihtiyar bir aslanınkine benzemişti. Kurumuş parmakları titriyordu. Ani dönüşlerine bakılırsa, vücudundaki derin yaralardan bihaberdi. Çenesinden gömleğine doğru akan sarı sakalları kurumuş otları andırıyordu. Bir şeyler söylemek istercesine sürekli kımıldayan dudakları çatlamıştı. Yattığı yerde doğrulmak istedi. Bu kaçıncı denemeydi Allah bilir. Mani oldular. Omzundan tutup yerine uzattılar.

***

Doktor, muayenesini tamamlamış, çıkmak için kapıda bekliyordu. Remzi Bey’in hayattaki tek yakını Akif’i yanına çağırdı. Söylemesi gerekenler vardı. Heyecanla yaklaştı genç adam. Doktor biryandan çantasını düzenlerken diğer yandan da kısık sesle konuşuyordu. Hastanın durumuyla alakalı kurduğu birkaç tıbbî cümlenin ardından sustu, çantasını kapatıp derin bir nefes çekti. Gözlerini Akif’ten kaçırarak, ona, dedesinin son saatlerini yaşadığını söyledi. Ardından bir reçete uzatıp; “Bu ilaç, ağrılarını az da olsa hafifletir” dedikten sonra, ağırlaşan bakışlarını, yarı açık kapının aralığından görebildiği hastasından alıp dışarı çıktı. O, çiçekli yoldan geçerken, Akif; “Zahmet ettiniz, teşekkür ederiz.” diyebildi takatsiz dudaklarıyla. Kapıyı kapadı. Sesi çatallanmıştı. Gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Hıçkırıklarını duyurmamak için defalarca yutkundu. Başına ağır yumruklar iniyordu sanki. Göğüs kafesinde bir kelebek çırpınıyor, çırpındıkça kanatları kaburgalarına takılıyordu. İçi yanarken dışı adeta buz kesmişti. Sımsıkı kapattığı avuçları terledi sonra. Parmakları uyuştu. Nefesi tıkandı. Olduğu yerde mıhlanıp iki büklüm oluverdi. Etli avurtları yanaklarına gömüldü. Düşünceleri ateş olup kavurdu zihnini. Onu sahiplenip büyüten dedesiyle gün gelip de ayrılacaklarını hayal bile etmemişti. Yaşadığı yıkımın tek nedeni de buydu.

Akif, dedesinden yoksun olacağı bir ömrün sancısını şimdiden hissediyordu. Ağıdını, dudaklarını ısırarak durdurdu. Elini sol yanına bastırdı. Evet, hakikatin verdiği acı, dile getirilince hissediliyordu çoğu zaman. Her şeyin suçlusu bu doktor diye geçirdi içinden. Bazı dudaklar vicdandan ne kadar da yoksundu. Ve vicdanlar, bazı dudaklarda ne kadar çaresiz kalabiliyordu! Günlerdir kalbine batan sızı, şimdi alnına mızrak misali çakılmıştı…

***

Eski günlerdeki kuvvetinden çok uzaktı Remzi Bey. Başucundaki sehpaya tutunarak kalkmaya çalıştı yine. Yapamadı. Kolları rüzgârda kırılmış bir söğüt dalından farksızdı. Uzattı onları uzun uzadıya üzerindeki mavi damarları süzdü. Baktıkça, hafızası onu yıllar öncesine götürdü. Kore’ye giden Türk askerleri arasındaydı Yarbay Remzi Bey. Savaşın şiddetlendiği bir anda ağır yaralanan kendi emir eri Asım’ın hayatını, onu bu kollarıyla taşıyarak kurtarmıştı. Şimdi ise küçük bir kibrit çöpünü dahi kaldırması zor görünüyordu. Bunları düşünürken hâlâ doğrulmaya çalışıyordu.  Odadakiler; onun bu inadını, ilaçlardan kaynaklı bir uyuşukluğa bağlıyordu. Birkaçı onu durdurmak için hareketlenmişti ki “Bu kez olsun mani olmayın” der gibi baktı yüzlerine. Bu sırada Akif odaya girmişti.“Bırakın” dercesine durdurdu etrafındakileri. Dedesine baktı. Şimdi yüzünde uzun bir yolculuğun izleri belirmişti. Işıksız gözlerinde sonu belli bir hikâye okunuyordu artık. Birazdan, meleklerin koluna girip götüreceği bu yıllanmış adam, kendi ruhuna dokunarak bilinmeyen bir yere doğru yükselecekti. Kurumuş bir çağlayan bırakacaktı yattığı yerde. Çağlayanlar kuruyarak, yosunlu kayaları özgürleştirirdi. Yosunların özgürlüğü için vakit çok erken değil miydi peki? Otları yeşertecek bir yağmura ihtiyaç var dedi kendi kendine, hemen, şimdi, burada! Taze bir ruh üfürülmeliydi bu kemikleşmiş bedene. Bir yağmur, yeniden emzirmeliydi onu. Başını önüne düşürüp bekledi Akif. Kolları sarmaşık gibi dizlerine uzandı.

Sedirde oturup Kur’an okuyanlar, kalın gözlüklerinin arkasından izledi Akif’i. Bazıları ağlamayı kesti. Akif üzerine kilitlenen bakışlara karşılık vererek tek tek baktı herkese. Birisi, dikkatlerin genç adamda toplanmasını fırsat bilip dışarı çıktı.

Ağlamak” diye geçirdi içinden… Şairin dediği gibi; “Sevin ağlayabiliyorsan. Ağlamak unutmanın kardeşidir.” Ya ağlayamayanlar diye sordu kendine?

Ya ağlamayı bilmeyenler? “Unutmanın yetimi, kuytuların karanlık kucağında uyumayı beceremeyenlerdir. Ağlayamayanlar; vehimlerin annesi. Yaşamak, ağlayabilenler için geçerli.”

Torununa dönüp tebessüm etti Remzi Bey. Minnettardı ona. Güçlükle doğruldu yerinden. Boğazını tıkayan hırıltılar artık daha güçlü duyuluyordu. Dışarı baktı. Gri bir araba son sürat uzaklaştı. Mektepten çıkan iki çocuk, faytona asılmış eve gidiyor, fayton şoförü onlardan bihaber, bir ıslık tutturmuş önündeki atları kamçılıyordu. Bahçede büyük bir kalabalık birikmişti. Bu yüzler yabancı değildi!

 Geldiler mi? diye mırıldandı.

Odadakiler birbirine bakındı. Kime sorduğunu anlamamışlardı. Bir müddet sessizlik oldu. Yaşlı adam bakışlarını yolu perdeleyen ağaca dikmiş olduğu halde bekledi. Ses yoktu içeride. Yeniden sordu;

Geldiler mi”?

Tek tek saymaya başladı sonra; “Ayfer… Mehmet… Ferit… İhsan… Necibe Hanım, Fevzi Efendi, Emir erim Asım…”

Telaffuzları giderek güçleşti. Keyifle açılan yüzü, zafer kazanmış bir komutanın ki kadar aydınlık ve yumuşaktı şimdi… Bir nefeste gücünü toplayıp O halde gidelim.” dedi.  Yüzü gerildi. Gözleri çukurlaştı. Bakışı, saksıdaki çiçeklere asılı kaldı. Ve şimdi geride sadece Akif kalmıştı.

 

 

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Tuğrul çalışkan , 17/05/2014

    emeğine sağlık kardeşim..

Tuğrul çalışkan için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir