“Biliyorsunuz, Petersburg Arabaları Sağlam Değildir”

“24 yaşında neredeydim ve ne yapıyordum?” diye geriye dönüp düşündüğüm zaman elimde dişe dokunur bir cevap olmadığını gördüğümde kendime çok kızmıştım. Goethe, o fırtınalar koparan “Genç Werter’in Acıları” kitabını 25 yaşında yazmıştı. Dostoyevskiİnsancıklar” isimli ilk romanını 24 yaşında tamamlamıştı.

1999 yılında uzun soluklu okumalar yaparken, okuduğum eserlerin üzerimdeki tesirlerini küçük kâğıt parçalarına not alıyordum. Bu notlar, yıllar sonra aynı eseri tekrar okuduğum zaman, iki okuma arasındaki duygu farkını ortaya koyuyordu. Şaşılacak derecede farklı hislere kapılıyordum. Ama bunları sonradan fark ediyor ve o zaman bir kere daha şaşırıyordum. Aynı eseri okumuştum oysa. Değişen tek şey zaman aralığıydı. Buna rağmen bazı eserler üzerimdeki etkisini arttırırken bazıları da ilk tesirinin daha altında bir etki veriyordu.

Mesela Mihael Nuayme’nin “Kendini Arayan Adam: Arkaş’ın Günlüğü” isimli eserini ilk okuduğumda çok etkilenmiştim. Yıllar sonra aynı eseri bir kez daha okuyunca eserin yer yer aksadığını, dil ve anlatım olarak çok da çarpıcı olmadığını fark etmiştim. İlk okumada kitabın kahramanının “Ölüm” ile sohbet etmesi ve ona “Ölüm” kavramıyla ilgili sorular sorması beni çok sarsmıştı. Belki de beni sarsan şey ölüme sorular sormasından ziyade, aldığı cevaplardı. Ancak dediğim gibi, ikinci okumamda bu diyaloglar beni pek de etkilemedi.

Halil Cibran’ın “Aşk Mektupları” okunması kadar anlatılması da zor olan kitaplardan bir tanesiydi galiba. Hem Cibran’ın insanın içini burkan aşk hikâyesi hem de Mey Ziyede’nin hüzünlü sonu, insanın etinden kemiğine doğru geçen bir acıyı hissettiriyordu okuyucuya. Cibran’ın yazdığı mektupları, bir yerden sonra, sanki birlikte kaleme alıyorduk. Ya da onun Mey Ziyade’yi görme isteğine biz de ekleniyorduk, sabırsızlanıyorduk “Hadi Halil! Kalk, gidelim ve o hayallerindeki kadını dünya gözüyle bir kere de olsa görelim.” diyorduk. Eseri bitirdiğinizde kahramanların aşkları kadar acılarını da kıskanıyor musunuz? Veya kendinize acıdığınız kadar onlara da acıyor musunuz? Bende mütemadiyen olan şey buydu işte.

Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” ise gücünden hiçbir şey kaybetmiyordu. Tam 11 kez başlayıp bitirdiğim bu eser her okuyuşumda beni yerden yere vuruyordu. Werther’in, Lotte’ye yazdığı 15 Eylül tarihli mektubu Kazakistan’ın o uçsuz bucaksız bozkırında beni adeta yeniden fethediyordu. Eserin finalinde Werther’in elinden o lanet olasıca tüfeği alıp kaç defa yere çarpmak istemişimdir anlatamam. Belki de Werther’in Albert ile intiharı tartıştığı sahne, bu elim sonun habercisiydi de biz okuyucu olarak bunu kestirememiştik. Ya da öyle olmasını istemediğimiz için bu ihtimali “evlerden ırak” diye aklımızın ucuna bile getirmemiştik. Biz mutlu sonları severdik çünkü. Acaba Lotte, Werther’in ölümüne benim kadar üzüldü mü diye düşündüğüm de çoktur. Bu eserin gücü mutlu sonla bitmemesinden mi kaynaklanıyordu yoksa? İyi de, hayat dediğin de böyle değil mi, zaten!

Faust” ile olan ilişkim ise daha karmaşıktı. Kitabı asker olduğum bir dönemde okumuştum. O an için, acemi birliğinden dağıtım izni için geldiğim İstanbul’da on günüm vardı ve yapılacak en iyi iş kitap okumaktı. Askerliğin insan üzerindeki tuhaf etkisinden midir nedir bilmem kitabı okurken dört defa karşı duvara fırlattım ve “Ben, bunu okumam!” dedim. Ancak her defasında yerimden kalktım ve kitabı tekrardan okumaya başladım. Sonuç olarak kitap bittiğimde iyi ki okumuşum dedim.

H. P. Lovecraft’ın “Charles Dexter Ward Olayı” kitabı ise okuduklarım arasında en ilginç olanıdır. Ölümüne kadar 100 bine yakın mektup yazmış bu tuhaf adamın kitabı, okurken korktuğum tek eser olma özelliğine sahip. Erzincan’da asker olduğum zaman nöbet dönüşü, geceleri koğuşta kitap okuyordum. İşte bu kitabı da o zaman okumuş ve korkudan koğuşun ışıklarını yakmıştım. Ölümsüzlüğün sırrını arayan bir simyacı, bir büyücü olan genç Ward, atası olan büyücüyü diriltir ve olaylar bundan sonra başlar. Kitap ilerledikçe aklınızın alamayacağı kurgularla karşılaşırsınız. Özellikle kitaptaki doktor karakterinin yer altına indiği ve hem Ward’ın hem de atasının deneyler yaptığı dehlizlerde dolaştığı sayfalar insanı ürpertiyor. Bu dehlizlerde Hitler ve Cengiz Han’ın büyü yöntemiyle ruhlarının çağrıldığını ve bir sandalyeye bağlanarak işkence yapıldığını hatırlıyorum.

Dostoyevski’nin “İnsancıklar” isimli eseri de okuru çarpan bir özelliğe sahip. Üzerine müstakil bir yazı yazılabilecek bu eser toplumsal bir roman olmasının yanında müthiş bir acıyı getirip içinize bırakıyor. Tamamen mektuplardan kurulan kitapta yazar ara söz kullanma ihtiyacı dahi hissetmeden okuru çarpmayı biliyor. Özellikle eserin içinde yer alan son mektupta giden sevgiliye, gitmemesi için söylenen o tek cümle için bile olsa okunur: “Biliyorsunuz, Petersburg Arabaları Sağlam Değildir.” Bugüne kadar okuduğum romanlar içerisinde en güzel, en samimi ve en içten “Lütfen gitme, kal!” cümlesi budur.  

Kısacası her kitabın bir yazılış hikâyesi olduğunu düşünüyorum. Yine her kitabın bir okunma hikâyesi olduğuna da inanıyorum. Belki de bu yazıları sadece bu nedenle kaleme alıyorum, okuduğum kitapların bendeki okunma hikâyelerini birileriyle paylaşmak için.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • haddi muttasıl , 01/02/2015

    Kitap tahlil yazılarından çok daha samimi: kitapların okunma hikayesi.. Kitaplar okundukları kadar keşfedilir, bu da birbirinden farklı müteaddit keşif demek. Okuma eylemi, aslında, okuyucunun hayat hikayesi ile müellifin hikayesinin buluşması anlamına gelir. Bu buluşmadan sonra ortaya yepyeni bir hikaye çıkar. İşte Bayraklı’nın yaptığı da bu hikayeden bazı kesitleri bizlerle paylaşmak.
    Zevkle okudum, yazara teşekkürler. Devamı gelsin lütfen…

  • Çare Merve , 31/01/2015

    Yazarına bakmadan yazıyı okudum. Dona geldiğimde davut bayraklı ismini gördüm. İşte böyledir; dili olan bi yazar, sonuna kadar okutur. Devamını beklerim Türkistanlım.

haddi muttasıl için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir