Mütefekkir olmak ve bir milletin asli unsurlarını ihtiva eden bir düşünce üretmekle, sanatçı olmak ve ortaya âlemşümul bir sanat eseri koymak arasında kuvvetli bir rabıta olduğunu düşünüyorum. Her iki kutbun üretim ve inşâ sürecini yorumlarken kendi şartları, gerçekliği ve dinamizmi içerisinde değerlendirilmesi, afaki yorumlardan ve ideolojik şartlanmalardan arındırılması gerekiyor. Sanat ve düşünce söz konusu olduğunda biraz mürekkep yalamış herkes; objektif değerlere bağlılık, bilimin kesinliği, nazari ilimlerin tartışılmazlığı, itikad-mezhep taassubunun yersizliği ve şahsi zevklerin yargılanamayacağı gibi konu başlıklarına sımsıkı sarılıp naralar atıyor. Ama sanatçı-düşünür olmanın şehvetine kapılıp bizzat üretim sürecine girmeye cüret edince, taklide, inkâra, kul olma kültürüne yahut meydanı terk edip kaçmaya mecbur kalabiliyorlar. Bunu nereden biliyorum tahmin edin? Mürekkebi hokkama 17-18 yaşlarında daldırmama rağmen, Cemil Meriç’i, Nurettin Topçu’yu, Sezai Karakoç’u, Salih Mirzabeyoğlu’nu, Bergson’u, Hegel’i ve Schopenhauer’u 20 yaşımdan sonra okumaya başladım da oradan biliyorum.
“İslam’da akıl, vahyin sahasında at koşturmaz ve fakat onun aydınlığında yolunu bulabilir” diyerek dolandığım gemici düğümlerinden beni kurtaran Seyyid Ahmet Arvasî ile de çok geç tanıştığımı itiraf etmeliyim.
Üstadın Türk-İslam âlemine tevcih ettiği son eseri olan ve benim de son birkaç günde bir solukta okuduğum ve ciddi anlamda faydalandığım “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz” kitabı müstakil bir eser olmakla birlikte Tük-İslam ülküsünün bütünlüğü içinde düşünülebilir.
Peki, nedir diyalektik?
Diyalektik, Batı’da iki kişinin, belli bir konuda karşılıklı konuşmaları ve tartışmaları manasında kullanılagelmiş. İslam medeniyetinde “diyalektik” sözü yerine “tekellüm” yahut “cedel” sözü kullanılmış. Diyalektiği bir felsefi metot olarak ilk defa kullanan Yunanlı filozof Sokrates’tir. Talebesi Platon, neredeyse bütün kitaplarını bu metotla yazmıştır. Daha sonraları, Almanya’da tarihi idealizmin kurucusu F. Hegel ile tarihi metaryelizmin kurucusu K. Marx, kendi açılarından bakarak “tez” ile “anti-tez” arasında bir çatışma aradılar ve “sentezin” bu çatışan değerlerden farklı olarak ortaya çıktığını savundular. Malumunuz olduğu üzere tarihin muhtelif dönemlerinde her sistem kendine uygun bir diyalektik ortaya koymakta, böylece diyalektik “sistemin mantığı” hüviyetini kazanmaktadır. Tam da bu noktaya gelmişken S. Ahmet Arvasî o malum soruyu sorar. Acaba İslam’ın da kendine mahsus bir diyalektiği var mıdır? İslam vahye ve peygamber tebliğine dayandığı ve bir felsefi sistem olmadığına göre, onun kendine mahsus bir “mantığı” olabilir mi? Ve cevaplar:
“İslam akla, tefekküre ve araştırmaya büyük değer verir. Yüce kitabımız, “yerlerin ve göklerin yaradılışını” düşünmeyi “akıl sahiplerine” defaatle emreder. Şanlı Peygamberimiz: “Aklı olmayanın dini de olmaz” buyururken “takva sahipleri” büyük bir tefekkür ve cehd ile taklidi imandan tahkiki imana ulaşmak için çırpınmayı vazife bilirler. İmam-ı Gazalî müphem de olsa, “İslam’ın diyalektiğinin” temellerini atmıştır. İmam-ı Gazalî, meşhur eseri Kimyâ-yı Saadet’inde, İslam diyalektiğinin temellerini şu bir tek cümle ile atar: “Mahlûk, Halık’ın anahtarıdır” Yani biz Müslümanlar, yaratıklara bakarak Yaradan’ı keşfederiz. Mutasavvıflar, buna eserde müessiri görmek derler. Bu müthiş mantık ve İslam hakikati bulmanın diyalektiğidir. Bu anahtara sahip olduktan sonra düşünmek çok kolaylaşmaktadır.”
Mücerred bir kültür ve medeniyet kadrosu hayaliyle bir ömür çalışan S. Ahmet Arvasî’nin bu kitabı iki ana bölümden oluşuyor.
İlk bölüm, İmam-ı Gazalî Hazretlerinin deyimi ile “tekellüm”, günümüz moda deyimi ile “diyalektik” adı verilen konudaki görüşlerini inceliyor. ‘‘Akıl, Eşya Dünyası ve İnsan’’ konu başlığı altında incelediği bölümde üstat şöyle diyor: “Bizi, insanın “objektif değerinden” çok “subjektif değeri” ilgilendirmektedir. İnsanın sahip bulunduğu “maddi elementlerden ve taşıdığı proteinden” çok, ortaya koyduğu manevi ve ruhi değerler önemlidir. Onun bu yönünü inkâr ve ihmal ederseniz geriye sadece “insanın posası” kalır.”
İnsanın darasını almaya yeltendiğimizde brüt değerin kapattığı kabuktan asla, yani etin sızladığı yaraya, acıyan asıl yere, “ruhumuza” bir yol bulabiliriz. Nitekim kitabın devamında işlenen konu başlığı ruhun ne olduğu üzerine bir soruşturma başlatıyor. İşbu bölümü takiben ‘’Ruh ve Keyfiyet Âlemi’nde’’ geçen “Ruh, maddeden “türeme” değildir. O, Allah’ın yarattığı ve “beş duyudan gizlediği” bir keyfiyettir. “Beş duyu” keyfiyet âlemini inkâr etmediği gibi, müşahhas olarak yakalayamaz da…” diyen S. Ahmet Arvasi, “İnsan dış gözü ile bakar, fakat iç gözü ile görür” buyuran İmam-ı Gazalî Hazretlerinin, insan zihninin çalışma şekli üzerinden kurduğu tekellümü, İslam diyalektiği prensibine oturtuyor.
Bu mekanizmaya göre kitabın nispeten daha hacimli olan ve estetik dosyasını temellendiren “diyalektiğimiz” bölümünün zihni ve manevi alt yapısını şöylece özetleyebiliriz. İnsan, mahlûkata bakarak Halık’ı, fânî olana bakarak Bâkî olanı, sınırlıya bakarak sonsuzluğu, kesrete bakarak tevhidi, esarete bakarak hürriyeti, illiyete (sebeplere) bakarak yaratmayı düşünebilmelidir. Esasen insan, buna kabiliyetli yaratılmıştır. Nitekim Fransız düşünür H. Bergson, insanda böyle bir kabiliyetin olduğunu görmüş, insanda “duyulardan ayrı olarak bir de doğrudan doğruya şuurun verilerinin” mevcut olduğunu açıklamıştır.
Nitekim ruh-madde, sanat-düşünce ve nihayet eşya ve insan arasındaki rabıtayı açıklayan İslam âlimleri varlık âlemini; halk, emir ve zat olmak üzere üç bölümde incelemişlerdir. “Âlemi Halk” yaratılmış üç boyutlu kemiyet âlemini, “âlem-i emr” tamamen keyfiyet halinde bulunan, ölçüye tartıya gelmeyen “ruh âlemini” ifade ettiği halde, “âlem-i zat” ezeli ve ebedi olan yüce Allah’ın zat ve sıfatlarını ifade eden “mutlak varlık âlemidir.” Âlem-i emr, halk ve zat âlemleri arasında bir geçit gibidir.
Aynı dünya gibi. Şairin konup göçtüğümüz bir hana benzettiği dünya gibi. Zıtların, çelişkilerin dünyası gibi…
S. Ahmet Arvasî dünyadan bahsettiği bir paragrafta bu meseleyi şöyle ifade ediyor: “Birileri onu cennet yapmak, birileri cehennem yapmak için çalışıyor. Tarih boyunca bu böyle sürmüş. Şimdi de öyle. Fakat, görünen odur ki, bu dünyanın ne cennet olmaya kabiliyeti var, ne de cehennem olmaya. Yüce dinimizin tespiti doğru, dünya cennet ile cehennem arasındaki bir geçit yeri. Gerçekten dünya kendine ihtirasla sarılanları ateşe çekmekte, kendini aşanları ise yüceltmektedir.”
***
Kitabın ilk bölümünde S. Ahmet Arvasî doğu ve batının büyük düşünürlerine, hususan ecdadımızın yazdıklarına ve yaptıklarına bakarak medeniyetimizin fikri, içtimai, iktisadi ve siyasi temelleri üzerinden “diyalektiğimizin” asli prensiplerini özetlemeye çalışıyor. Özetlemek diyorum, ki yazmaya gayret ettiğim metin özetin de özeti olmakla birlikte; her biri başlı başına bir kitap olacak konuları, birkaç makale ile incelemenin imkansızlığını gözler önüne seriyor.
İlimler öteden beri üç alanda incelenmiştir. Pozitif (kanun koyucu) ilimler, deskriptif (tasviri) ilimler ve normatif (kaide koyucu) ilimler. Günümüzde “estetik”, müstakil bir ilim sayılmaktadır. İlim adamları, estetik ilmini haklı olarak normatif ilimlerden sayarlar.
Estetik bir ilim olarak ne kadar başarılı olmuştur yahut bu hususta derinleşen ve estetiği “ilmin” konusu olarak tavsif eden ilim adamları, böyle yapmakla ne kadar haklı olduklarına diar şüphelerim var. Emin olduğum bir şey varsa o da estetiğin, bir ilim olarak düşünceye fazlasıyla muhtaç olduğu. Gerek sahasının genişliği; gerek insanın öznel temayüllerine teşne olması ve gerekse bu sahada beşeri tecrübelerimizin yetersizliği bu ihtiyacı şiddetlendirmektedir.
Peki konusunun tayininde bile güçlük çekilen, neşet ettiği yeri tarif etmede de farklı temayüllere rastladığımız bu “estetik” nedir?
S. Ahmet Arvasî’ye göre estetiğin konusu tek kelime ile güzelliktir. Ona göre estetiğin konusunu “tayinde” anlaşmak kolaydır. İşin zor olan yanı, güzelin ve güzelliğin “tarifinde” anlaşmaktır. İnsanlar “güzel nedir”, “güzellik nedir” ve “güzel olana nasıl ulaşılır” konularında kolay kolay anlaşamaz ve farklı ekollere bölünürler. Belki bir pragmatist için güzel olan “faydalı olandır” da bir spiritüalist için, güzel olan “hayatın menfaat perdesinden sıyırılarak olduğu gibi görünmesidir.”
Tüm bunların ötesinde ve özünde aslında Arvasî, üstat Necip Fazıl’dan mülhem şunu dile getirmektedir: “San’at Allah’ı aramaktır” Böylece “mutlak güzeli” özleyen bir İslam sanatkârı için güzelliğin hususi bir manası vardır.
***
Seyyid Ahmet Arvasi; bir konferansta aniden sandalyeyi kafasının üstüne kaldırır ve başı sandalyenin altındadır. Dinleyiciler şaşırmıştır. Birkaç saniye sonra sandalyeyi indirir ve üzerine çıkar. Sonra meraklı gözlere bakarak der ki: “Menfaatleriniz bu sandalyedir. Eğer üstün tutarsanız alçalırsınız. Fakat menfaatlerinizi ayaklarınızın altına alırsanız yükselirsiniz.”
Söz konusu bir davada sabit kalem olmak, yüzünü tüm veçheleriyle o ufka yönlendirmek ve bu uğurda her şeyini feda edecek kadar cansiperane bir şuurla çalışmak olunca muhataplarını mücrim bir çocuk gibi hissettiren bu hikâye, belki S. Ahmet Arvasî’nin dünyaya ve içindekilere yaklaşımını gösteren en güzel örnek. Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl ve Karakoç gibi Arvasî merhumun da içtimai konumunu tayin ederken birçok sıfat kullanmak mümkün. Milliyetçi, toplumbilimci, pedagog, yazar, mütefekkir, dava adamı… İlk bakışta gayet toptancı ve zihni tekâmülü göz ardı eden bir genelleme olarak algılanabilir ama şahsen ben, S. Ahmet Arvasî’nin zatında, tüm bu şahsiyetlerin yukarıda sıraladıklarımdan farklı ve hususi bir sıfatı haiz olduklarını düşünüyorum: Dervişlik.
Sağ kesimde metafizik genellemeler, daha ziyade düşüncenin konusu olan devlet, toplum ve toplulukların birbirleriyle ve insanla olan karmaşık yapısının, tarihin akışına ve olayların mahiyetine göre yorumlanması noktasında hep bir can simidi olmuştur. Nazari ilimlerin kesinliği ve itikadın şümulü düşüncenin cenderesine girmekten insanı korur. Bir takım şark kurnazları, oryantalistler ve taşra münevverleri tarafından ham softa olarak yaftalanmaya sabredenler için bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünüyorum.
Şuraya geleceğim.
Yukarıda isimlerini saydığımız, Türk-İslam kültür, düşünce, medeniyet ve sanat dünyamızın mihenk taşları olan zatların mücadelesi toplum olarak içine girdiğimiz cehennemi sadece daha az acı çekeceğimiz bir yer haline getirdi. Pekala, tüm bu şahsiyetler dünyanın berbat bir çukur olduğunu ve Efendimizin (s.a.v) ahirete irtihaliyle toplumların günden güne daha bozulacağını ve dünyanın gitgide daha da yozlaşarak çopurlaşacağını biliyorlardı. Tüm samimiyetimle inanıyorum ki bu zatların yetiştirdiği nesiller olmasaydı küffarın mezalimi altında hürriyetini kaybeden Ortadoğu toplumlarından farkımız kalmayacaktı. Ne yazık ki, ekonomik ve içtimai anlamda böyle bir distopyanın içinde olmasak da kültürel, zihinsel ve itikadi anlamda birçoğundan daha beteriz. Onlardan öğreneceğimiz en mühim şey, her olayı kendi gerçekliği içerisinde değerlendirebilecek bir şuur ve Allah’a teslimiyet. Sözüm ona, muasır medeniyetler seviyesine gelen günümüzün büyük devletleri bile kontrolsüz büyümenin bedeli olarak aşırı tüketimin ve kültür emperyalizminin boyunduruğu altında mutlu adamı oynuyorlar.
Evvela kendi beden ülkelerinde adaleti temin ve tesis eden dervişler istisna tüm insanlığın ziyanda olduğunu düşünüyorum. İnsan Ay’a da çıksa, hidrojen bombası da yapsa, hatta ışık hızına da ulaşsa yine de daha fazlasını talep edecek, bu uğurda savaşlar çıkaracak, huzursuz yaşayacak ve huzursuz ölecek.
Dervişlik hırkasını giyenler müstesna…
Mutluluğun ve mutsuzluğun müsavi olduğu bir göğüste ideal dünya düzeni uğruna herhangi bir kahır emaresine rastlayabileceğimizi sanmıyorum.
S. Ahmet Arvasî “İnsanın sonsuzluğu özlemesi ve araması normaldir. Çünkü bu, onun tabiatıdır. İnsanın organizması sınırlı yaratılmakla birlikte, ona Allah, kendi ruhundan bir soluk emanet etmiş bulunmaktadır. İnsanın ruhu, sonsuzluğun kokusunu almış, o âlemden gelmiş ve o âlemin özlemi içindedir” der.
Mutasavvıflar da dünyaya gurbet derler.
Bu ayrılık duygusundan insanın kendini kurtarması mümkün değil. Dünyanın bahçelerini, sonsuzluğun dışında ve içinde ararken büyük bir yanılgının içinde olduğumuzu hissediyorum. Bunu düşünmüyor, hissediyorum. Yazının sonuna doğru umudu dürtüp umutsuzluğu yatıştırmadığım, okura kaotik bir tablo bırakıp göğsümü yele vereceğim sanılmasın. Belki dünya işleri çözülür, belki çözülmez. Bu zatların kitaplarından ziyade kendilerini, bende oldukları muhterem zatların künhünü ve nihayet hadis varlıkların neşet ettiği, aslın da aslı olan zatı okuyabilirsek, dünya bahçelerinin, yani sonsuzluğun ve tükenmezliğin sadece mutlak varlık olan Allah’a ait olduğunu da idrak edeceğiz.
Son sözü kitabın müellifi S. Ahmet Arvasî’ye bırakıyorum:
“Peygamberler ve veliler, ta insanlığın ilk devirlerinden beri, insan dimağını, cemiyetlerin ve eşyanın köleliğinden kurtarıp ferdin öznel varlığını da aşarak ezeli, ebedi bir ve muhtar olan Allah’a yönelterek hürleştirmeye çalıştılar. Bugün, bu peygamber tebliğlerini anlamakta güçlük çeken insanların sayısı maalesef pek fazladır. Oysa bugün cemiyete, tabiata, kendi nefsine ve sahte mabutlara kölelik eden birçok insanoğlunun, bu peygamber tebliğlerine hürleşmek için ne kadar çok ihtiyacı vardır.”
Bahadır Dadak
2 Yorum