İçeriden İçeri Erenlerin Halveti

niyazi misri

XVII. asırda yaşayan Niyâzî-i Mısrî, Halvetiyye’nin “Orta Kol” diye tanınan “Ahmediyye-i Halvetiyye” kolunun devamı niteliğinde olan “Mısriyye” şubesinin kurucu pîridir. Coşkun ve cezbeli bir sûfî olan Mısrî, İslâm tasavvuf tarihinin en renkli ve en önemli simâlarından biridir. 1618’de Malatya’da doğmuş Diyarbakır, Mardin, Kerbelâ, Mısır, İstanbul, Elmalı, Uşak, Kütahya ve Bursa’da yaşamış, nihayet sürgüne gönderildiği Limni’de 1694 senesinde vefât etmiştir. Kendileri Mısır’da öğrenim gördüğü için ‘Mısrî’ diye tanınmıştır.

*

İbn Arabî, Hazret-i Mevlânâ ve Yûnus Emre tefekkürünün XVII. asırdaki takipçilerinden olan Mehmed Niyâzî-i Mısrî Halvetî, adeta bu üç büyük zatın düşüncelerinin harmanlandığı mükemmel bir terkiptir. O, şiirlerinde aşka ve irfana ait hakîkatleri damıtıp süzerek devrinin en güzel Türkçesiyle insanımıza takdim etmiştir. Hazret-i Mısrî, aynı zamânda edebiyat tarihimizde kendisini takip eden mutasavvıf şair ve ediplerle, adına “Niyâzî-i Mısrî Okulu” diyebileceğimiz büyük bir edebî okulun kurucusudur. Bugün kütüphânelerimizin raflarında Mısrî takipçilerinin henüz incelenmemiş pek çok eseri vardır. Her biri Mısrî’nin düşüncelerinin tefsîri niteliğinde olan bu eserlerin Mısrî’nin eserleriyle mukâyeseli olarak incelenmesi gerekmektedir.

Hazret-i Mısrî, fikirleriyle bütün çağlara hitâp eden ve insanlığın varmak istediği hakîkatin şâhikalarında dolaşan bir gönül adamıdır. O, İslâmın derinliğini idrâk eden bir ârif-i billah olduğu kadar, Türkçe’nin de inceliklerini bilen bir edîb-i muhteremdir. Eserlerinde vücûd birliğini, ilâhî aşkı, hilkat ve fıtrat sırrını, eşyânın ve en mütekâmil varlık olan insanın hakîkatini anlatırken dile yüklediği manâ karşısında şaşırıp hayret etmemek mümkün değildir. Hazret-i Mısrî, Türkçe’yi Rabce hâline getiren bir muvahhiddir. O, hakîkaten İslâm irfânında olduğu kadar Yûnus Emre’den beri işlenip damıtılan aşk ve manâ dilimizin de zirvesidir. Bundandır ki irfâna aşk ile ulaşmak isteyen kişilerin yolu bir şekilde Yûnus’a ve oradan da Hazret-i Mısrî’ye uğramak durumundadır. Mısrî’nin seyr ü sülûk tecrübelerini anlattığı “Dîvân-ı İlâhiyâtı”nı okuyup anlamaya çalışmak, bir manâda insanın islâmın irfânî derinliğini ve vücûd birliğini idrâk etmesi anlamına gelmektedir.

Bu gerçekleri biraz daha açarak şöyle de diyebiliriz: Hazret-i Niyâzî, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da ve Hazret-i Peygamber’in hadîslerinde vaz‘ ettiği hakîkatleri ve manevî hayatımızda İbn Arabî, Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Yahyâ-yı Şirvânî, Yiğitbaşı Ahmed Marmaravî, Vâhib Ümmî ve Ümmî Sinân hazretlerinin eserlerinde billûrlaşan vahdet idrâkini tarih içinde işleye işleye süzüp incelttiğimiz ve derinlik verdiğimiz bir dil ile anlatmıştır. Mısrî’nin dîvânında ortaya koyduğu irfânî derinlik ve vüs’at, özenle seçerek yan yana getirdiği kelimelere yüklediği ahenk ve manâ; Muhyiddîn’den; Bedreddîn’den, Şems ve Mevlânâ’dan, Yûnus ve Fuzûlî’den tevârüs ettiği ehlinden ehline, gönülden gönüle aktarılan bir mirâstır. Bu ilâhî mirâs, Mısrî gibi büyük bir kâbiliyette yeniden neşv ü nemâ bulmuş yeniden ete-kemiğe bürünmüş, yeniden üslûba dönüşmüştür. Hazret-i Pîr tabiî ki Hakk’ın sofrasından beslenmiştir fakat bu sofranın kurucu pîrleri de onun adlarını hürmetle andığı kişiler arasındadır. Bu bâbda Hazret-i Pîr beslendiği kaynakların adresini verirken şunları söyler:

Niyâzî’nin dilinden Yûnus durur söyleyen
Herkese çün cân gerek Yûnus durur cân bana

*

Muhyiddîn ü Bedreddîn etdiler ihyâ-yı dîn
Deryâ Niyâzî Füsûs enhârıdır Vâridât

*

Kad eşraka Muhyi’d-dîn ze’l-kalbi bi-hâze’d-dîn
İz câ’eke yâ Mısrî ke’ş-Şemsi li-Mevlânâ
(Ey Mısrî! Muhyiddin-i Arabî gelince, Şems’in Mevlânâ’yı aydınlatması gibi gönül ehlini bu dîn ile aydınlattı.)

*

Hazret-i Pîr’in ilâhiyâtını kendinden önce ve sonra gelenlerden ayıran husûsiyet sadece İbn Arabî’den yahut Mevlânâ’dan tevârüs ettiği mirâs ile seyr ü sülûk ve vahdet sırlarını billûrlaştıran ifadeleri değildir. Nitekim Niyâzî, dîvân-ı ilâhiyâtında, sülûk sırasında yaşanılması gereken fark ve cem‘ sırlarını dengeli olarak vermektedir ki onu selefinden ayıran özellik budur. “Şerîatsız hakîkat oldu ilhâd/Hakîkat nûr, ziyâsıdır şerîat” diyen Hazret-i Pîr’in temâs ettiği denge, tasavvuf yolları içinde fevkalâde önemlidir. Sülûku sırasında yaşadığı aşk ve irfân hâllerini yorumlamaya çalışan sâlikin şerîattan hakîkate doğru yol alırken hangi halde hangi reçeteyi kullanacağını bilmesi, nefsinin tehlikeli yollara sapmasını önleyecektir. Niyâzî Hazretlerinin ilâhiyâtı bu sapmaları önleyecek altın kuralları ihtivâ eder.

Esasen Mısrî’den önce aşk ve irfân dilimizin kurucusu olan Yûnus Emre’nin ilâhiyâtı da Müslüman Türk coğrafyasında seyr ü sülûk çıkaran sâliklerin eğitiminde kullanılmak gayesiyle bu topluluklara bir ilâhî lutuf olarak tecellî etmiştir fakat Yûnus’un dîvânı, zamân içinde bozulan tertibi yani yitirilen manzûmeleri ve şifâhen aktarılırken karıştırılan beyit ve ibareleri sebebiyle tereddütler hâsıl olmuş onun yerine Mısrî hazretlerinin dîvânı okunup yorumlanmaya başlanmıştır. Hazret-i Pîr’in bir yerde “Niyâzî’nin dilinden Yûnus durur söyleyen” demesi bundandır. Kezâ Mısrî’yi yetiştiren silsilenin büyük azîzi Vâhib Ümmî (ö. 1595) de bir mısraında “Biz Yûnus’un sebakın evliyâdan okuduk!” buyurarak Mısrî hazretlerinden önce Yûnus ilâhîlerinin sûfî meclislerindeki değerini göstermektedir. Nihayet elinizdeki bu dîvân, on iki hak yolun benimsediği şerîat, tarîkat, marifet ve hakîkat ilimlerinin sırlarını ihtivâ eden bir ilmihâldir. Bu sebeple erbâb-ı tasavvuf indinde Dîvân-ı Niyâzî-i Mısrî, bir “tarîkat ve tasavvuf ilmihâli” olarak tanınmıştır.

Şu bir gerçektir ki manevî hayatımızda son bin sene içinde bizi derinden etkileyen üç büyük tasavvufî ve edebî mektepten söz edilebilir. Bu mektepler tabîatıyla on birinci asırda Hoca Ahmed Yesevî, on üçüncü asırda Yûnus Emre ve on yedinci asırda Mısrî Niyâzî hazretlerinin etrafında hâlelenmiştir. Birbirinin devamı niteliğinde olan bu üç tasavvufî mektebin temel eserleri bugün de okunmakta, yorumlanmakta ve yaşanmaktadır.

Bu manevî mektepler içinde Hazret-i Pîr’in ilâhiyâtının -yukarıda belirttiğimiz- “ilmihâl” olma özelliği hasebiyle husûsî bir yeri vardır. Onun dîvân-ı ilâhiyâtı, yazıldığı tarihten beri en fazla istinsâh edilen, matbaanın Osmanlı kültür hayatına girmesinden sonra da en fazla basılan eser olma özelliğini korumaktadır. Burada kütüphânelerimizde 200’den fazla yazmanın, -tarihsiz tab‘larından başka, ilki Bulak’ta 1254 (1838) senesinde, sonrakileri 1260, 1275, 1285, 1291, 1294, 1300, 1325, 1326, 1928 yıllarında yapılmak kaydıyla- 30’dan fazla da Osmanlı Türkçesiyle tab’ının olduğunu söylersek mesele daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim bugün sûfî çevrelerde en fazla okunan dîvân Mısrî hazretlerinin dîvânıdır. Aynı özellik Niyâzî’nin bestelenmiş manzûmeleri için de geçerlidir. Onun yüz elliden fazla ilâhîsi çeşitli makâmlarda defalarca bestelenmiş olmakla Yûnus Emre’den sonra herhalde ilk sıralarda gelmektedir. Bugün elimizde bestelenmiş manzûmelerine ait 300 kadar nota bulunmaktadır. Bu sayı kaybolan ve unutulan notalarla birlikte binden fazladır. Bu noktada yine belirtmek gerekir ki Niyâzî’nin ilâhiyâtı turuk-ı aliyye mensûplarının hemen tamamı tarafından zikir meclislerinde besteli olarak okunmuş ve okunmaktadır.

Zikir ve sohbet meclislerinde okunup yorumlanan eserlerden bir başkası da Mısrî’nin şerhedilen şiirleridir. Bu meyânda edebiyat tarihimizde en çok şiiri şerhedilen ve yaygın bir şekilde okunan kişinin de Mısrî Niyâzî Hazretleri olduğu söylenebilir. Bir melâmî şeyhi olan Muhammed Nûr Hazretlerinin derslerinde yaptığı şerhlerin toplandığı eser bunun en güzel örneklerinden birisidir. Yazılan diğer Mısrî şerhleri büyük bir kütüphâne oluşturacak kadar vardır.

Anlaşılacağı üzere Hazret-i Mısrî, hayatı ve yazdığı eserleriyle yaşadığı günden beri tartışılan, okunan, yorumlanan, örnek alınan bir kişi olmaya devam etmektedir.

*

Elinizdeki eser Mısrî’nin hayatını ve ilâhiyâtını ihtivâ etmektedir. Eserin girişinde bugünün insanının Hazret-i Mısrî’yi tanıması için ana kaynaklardan hareketle hazırlanmış bir hâl tercümesi bulunmaktadır. Bu eserde esâs hedefimiz Mısrî’nin Dîvân-ı İlâhiyât’ını ortaya koymaktır. Mâlûmdur ki bugün elde henüz okuma hatalarından sâlim ve Hazret-i Pîr’in bütün manzûmelerini bir arada toplayan mürettep veya gayr-ı mürettep bir neşir yoktur. Bu boşluk dikkate alınarak 1982 senesinde toplamaya başladığımız belgelerden hareketle önce “Burc-ı Belâ’da Bir Merd-i Hudâ: Niyâzî-i Mısrî (İstanbul 2012) kaleme alınmış, ikinci olarak da “Dîvân-ı İlâhiyât” gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu arada Hazret-i Pîr’in Limni’deki dergâh ve kabir bakiyelerini yerinde görmek için 2011 ve 2012 senelerinde iki seyahat gerçekleştirilmiş ve buradan elde ettiğimiz bilgiler “Limni’den Geliyorum” (bk. İstanbul 2012 ve 2012) adıyla kitaplaştırılmıştır. Bu seri bir taraftan “Mısrî Menâkıbnâmeleri”yle diğer taraftan da “Divân-ı İlâhiyât” şerhleriyle devam edecektir.

Bu çalışmada uzun dipnotlara ve bilgilere yer verilerek okuyucunun kaynaklar içinde boğulup gitmemesine özen gösterilmiştir. Eserin biyografi bölümündeki bilgilerin önemli bir kısmı Mısrî Dergâhı şeyhi Mehmed Şemseddîn Efendi’nin Gülzâr-ı Mısrî’sinden; Mustafa Lutfî’nin Tuhfe’sinden, Kadrî Efendi’nin bu esere yazdığı zeyilden, Râkım Efendi’nin Vâkıât’ından, Siyâhî’nin “Limni’de Sürgün Bir Velî: Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları” adıyla yayınladığımız menâkıbından, Gazzîzâde Abdüllatîf Efendi’nin Muhtasar Mısrî Menakıpnâmesi’nden, Enfi Hasan Ağa’nın Tezkire’sinden, Hüseyin Vassâf Bey’in Sefîne’sinden, Mısrî’nin çeşitli yazmalarda dağınık olarak kaydedilmiş olan kendi “Mektuplar”ından, Hâtırât’ından ve diğer kaynaklardan alınmıştır. Bu arada, 15-17 Eylül 2011 ve 15-17 Haziran 2012 tarihleri arasında Limni’ye yaptığımız seyahatlar sırasındaki tesbît ettiğimiz bilgiler de önceki bazı hataları düzeltmemizi sağlamıştır.

*

Hazret-i Pîr’in ilâhiyâtı bizzât kendisi tarafından mürettep hâle getirilmemiş kendi emir ve arzularıyla ihvânı –Muhtemelen Kavala şeyhi- tarafından tertip ve tanzîm edilmiştir. Bazı yazmalardaki mürettiplere ait olan “Bu dîvânçe şeyh Mısrî’nin ibtidâ-i sülûkundan nihâyete varınca kalbine tulû‘ eden vâridât-ı ilâhiyâtdan bazısı nihâyeti hâlinde ve bazısı tavassut hâlinde bazısı da evâilinde tulû‘ etmiştir. Lâkin tertîb-i evvel terk olunup hurûf-ı teheccî üzerine cem‘ olundu. Evvelki tertîbi hâl ehline mâlûmdur. Ona dahi işâret lâzım değildir.” şeklindeki ifadelerden anlaşılacağı üzere dîvân Hazret-i Pîr’in emri ile mürettep hâle getirilmiştir. Bunun sebebi onun sülûkunda yaşadığı manevî hâllerin taklide yeltenilmemesi içindir.

Hazret-i Pîr’in “ilâhiyâtı”nı mütekâmil bir biçimde ortaya koyabilmek için onun Elmalı’da, Uşak ve Kütahya’da, Bursa’da ve Limni’de geçirdiği dört ayrı dönemini iyi takip etmek ve mevcût yazmaları buna göre değerlendirmek icap etmektedir. Kütüphânelerde bulunan yazma ilâhiyât dîvânları ve mecmûalar genellikle Mısrî’nin Limni’deki hayatının son döneminde hece harfleriyle cem‘ edilmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki Hazret-i Pîr’in ilâhiyâtını ihtivâ eden mecmûalar henüz bir defterde toplanmadan kendileri Limni’ye birinci defa sürgüne gönderildiğinde Bursa Ulu Câmi’de bıraktığı eserlerinin yağmalanması neticesinde eksik kalmıştır. Diğer taraftan onun Elmalı ve Uşak’ta yaşadığı günlerde nutkettiği bazı ilâhîler Ümmî Sinan’ın oğullarının yazdığı mecmûanın içinden çıkmıştır (bk. Mecmûa, Konya BYEK. Elmalı İlçe H. Ktp. Bl. Yz. 43/3). Elmalı ve Uşak’ta yaşadığı günlerde kaleme aldığı bazı şiirlerinin mürettep dîvâna girmediğine dair yargımızın sebebi Kulalı Nuzûlî’nin dîvân-ı ilâhiyâtındaki tahmîslerdir. Yine burada ilk defa kullanacağımız yazmalardan elde ettiğimiz ve şimdiye kadar neşredilen dîvânlara girmeyen nutk-ı şerîf ve istihrâcnâme”lerden anladığımız kadarıyla Hazret-i Pîr’in eldeki dîvânı nâ-tamâmdır. Yeri gelmişken işaret edelim ki söz konusu istihrâcnâmelerinden bir kısmı muhtemelen onun kendi arzusuyla mürettep dîvâna girmemiştir. Biz bu manzûmeleri mürettep dîvânının sonuna müstakil bir bölüm açarak koyduk. Ayrıca bu şiirlerin çoğu tek nüshada kayıtlı olduğu için muhtemel okuma hataları yahut müstensihlerden gelen noksanlıkları ihtiva etmektedir. Dileriz ki bu eksiklikler zamân içinde düzeltilir.

Bütün bu izâhlarımızdan anlaşılacağı gibi bizden önce yazılan ve neşredilen dîvânlarda olduğu gibi elinizdeki bu divânda da Hazret-i Pîr’in bütün şiirleri mevcût değildir. Mısrî’nin dîvânı mecmûalardaki şiirler ortaya çıktıkça hem tamamlanacak hem de eksiklikleri giderilecektir.

*

Hazret-i Mısrî’nin dîvânı akademik endîşeler bir tarafa bırakılarak tamamen zevkî ve tecrübî yöntemlerle hazırlanmıştır. Kelime ve kavramlardaki varyantlar Mısrî’nin eserlerinde sergilediği fikirler dikkâte alınarak esâs metne dahil edilmiş veya dipnotta değerlendirilmiştir. Niyâzî’nin bazı beyit ve kıt’alarda vezni ve mânâyı bozmayacak şekilde kelime ve ibâreleri değiştirme yoluna gittiği görülmektedir. Nutk-ı şerîflerin tamamının yazılış tarihleri bilinmediği için zât-ı âlîlerinin değiştirdiği bu kelime ve ibârelerin önce yahut sonra yazıldığını takip etmek mümkün olamamaktadır.Vezin ve mânâ yönüyle pek çoğunun uygunluk arzettiği bu kelime ve kavramlar hazırlamış olduğumuz dîvânda dipnotlarda işaret edilmiştir. Bu varyanlar okuyucunun makâmına, hâline ve zevkine göre yorumlanacak cinstendir.
Burada ayrıca ihtiyâten bir husûsa daha işaret etmekte yarar vardır. Hazret-i Pîr dîvân-ı ilâhiyâtındaki nutk-ı şerîfleri derleyip bir araya getirirken kalbine vârid olan her ilâhiyâtı dîvânına almamış olabilir. Ancak onun eserlerinde bu konuyla alakalı olarak şimdiye kadar herhangi bir bilgi dikkatimizi çekmemiştir. Ayrıca şu da bilinmelidir ki Niyâzî sülûkunu ikmâlden önce yazdığı pek çok ilâhînin başına “evâilü’s-sülûk” ifâdesini koyma ihtiyacı duymuştur. Bu ifadeleri kullandığımız yazma metinlerden hareketle kaydetmeye çalıştığımızı belirtelim.

Mısrî hazretlerinin dîvânında –şimdilik- 231 manzûme tesbît etmiş durumdayız. Bu manzûmelerin on altı tanesi Arapça, diğerleri Türkçe’dir. Umumiyetle arûzlu ve heceli gazellerin yer aldığı dîvânda, çok az koşma tarzında şiir, birkaç tane de kıt’a bulunmaktadır. Yine manzûmelerin dördü mülemmâ, biri de mesnevî şekliyle yazılmıştır. Dîvândaki on altı Arapça şiirin tamamı tercüme edilmiştir. Ayrıca şunu da belirtelim ki Hazret-i Pîr Arapça şiirlerinin hepsini Mısır’dan döndükten sonra sülûk çıkarırken yahut hilâfet aldığı sıralarda kaleme almıştır. Söz konusu Arapça şiirlerin bazıları çok az yazma nüshada bulunmaktadır. Yine bilinmelidir ki söz konusu Arapça manzûmelerin bir kaçı dîvân mürettep hâle getirilirken bizzat Niyâzî Hazretleri tarafından müstensihe verilip yazdırılmamıştır. Bunun sebebi söz konusu manzûmeleri kaleme aldığında henüz sülûka girmemiş olmasıdır. Dîvânda bulunan iki yüz şiir arûzla, otuz bir tanesi de heceyle yazılmıştır. Onun aruzlu şiirlerinde bazı imâle ve zihâf kusurları olmakla birlikte esâsen her iki vezinde de başarılı olduğu söylenebilir. Hakîkat şu ki Hak yolunun yolcuları kelâmın mânâsına bakarlar. Kaldı ki Hazret-i Pîr kelâma ait bazı kusurlardan da mânâ çıkararak insanı şaşırtmaktadır. Biz şiirlerde gördüğümüz bu tür incelikleri dipnotlarda belirtmeye çalıştık. Şunu da belirtelim ki ilâhiyât hazırlanırken okuyucuyu sıkmamak için vezinlerle ilgili olarak uzun uzun bilgiler vermekten kaçınılmıştır. Bir de şunu hatırlatalım ki “Osmanlı Türkçesi”nde “Y kafiyesi”ne alınan “Yolu, kulu” vs. gibi mısra sonlarındaki kafiye kelimelerini değiştirerek günümüze uyarladık fakat şiirlerin sırasını “vav kafiyesi”ne taşımadık. Eski imlâyı bilen pek çok kişi sonu düz yuvarlak seslilerle biten bu kelimelerin zaten “ye” harfiyle yazılıp telaffuz sırasında u/ü okunduğunu bilirler.

*

Hazret-i Pîr’in yazdığı her şiirin mânâsının künhüne vâkıf olmak mümkün değildir. İlm-i cifre, eşyanın ve hâdiselerin hakîkatine vukûfiyeti olan ve zamân zamân istikbâle atıflarda bulunan Niyâzî, sülûk erbâbının tefekkür ederek anlayabileceği bir büyük hazine bırakmıştır.

Elinizdeki Niyâzî’ye ait dîvân-ı ilâhiyât, pek çok yazma mecmûa ve dîvân taranarak otuz sene gibi uzun denebilecek bir süreçte ortaya çıkmıştır. Zaman zamân mecmûalarda bulduğumuz bilinmeyen şiirlerini dergilerde neşrettiğimiz Mısrî’nin ilâhiyâtı yazma dîvânlar ve mecmûlar karıştırıldıkça tekmîl edilecektir.

*

Eserin içinde “Meraklısına Notlar” ve “Der-kenâr” başlığıyla yürüttüğümüz bölümler ana metni destekleyen anekdotlardır. Bu bölümler “kitap içinde kitap” şeklinde de değerlendirilebilir.

*

Eserin hazırlık safhasında pek çok kişinin yardımlarını gördüm. Bunlardan özellikle dîvândaki Arapça şiirlerin çevirilerinde İbrahim Özay’ın yardımlarını unutmak mümkün değildir. Yine elindeki yazma nüshayı istifâdeme sunan Ali Alioğlu Bey’e, tashihte emeği geçen Tuba Dere, Selva Cengiz ve Firdevs Kapusızoğlu’na teşekkür ederim.

Son olarak söyleyeceğimiz şudur: “Kemâl-i devlet istersen oku âyât-ı Kur’ân’ı/Ki her harfin içinde var Niyâzî bin dürr-i yektâ” diyerek mukaddes kitabımız Kur’ân’da derinleşmek gerektiğini; sonra “Niçin olmayalar ümmet ki Hakk’ın/Rızâsın sende buldular Muhammed” buyurarak Hakk’ın rızâsının Hazret-i Muhammed’e (a.s.) ve onun getirdiklerine tâbi olarak kazanılacağını belirten Hazret-i Pîr’in yolu Kur’ân ve sünneti esâs alan bir yoldur. O, nutk-ı şerîflerinde ancak Kur’ân’ı ve Resûlullah’ı esâs alan insanın aşka, irfâna, vücûd birliğine ve nihâyet Hakk’a ulaşabileceğini beyân eder. Nitekim Hazret-i Pîr Mehmed Niyâzî-i Mısrî’nin târif ve tavsîf ettiği yolu benimseyenler “zât-ı Hak’da mahrem-i irfân” ve “ilm-i sırda bahr-ı bî-pâyân” olacaklardır vesselâm.

*

Mustafa Tatcı

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir