İslam Estetiği

Künye: İslâm Estetiği, Turan Koç, İsam Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.

***

İnsan, “estetik nesne” olarak adlandırabileceğimiz herhangi bir nesne, olay ya da durumun algılanmasıyla bir şeyler hisseder, bir tecrübe yaşar ve bunlar üzerinde düşünür. (s. 17)

İslam sanatının epistemolojik gayesi, yani bize bildirmeye çalıştığı şey görünenin arkasındaki görünmeyene ulaşmak, pratikteki gayesi ise dünyayı ve hayatı güzelleştirmektir. İslam’da din ve dünya diye iki ayrı alan telakkisi olmadığından, İslam sanatları da olanca metafiziksel boyutlarıyla, hayatın her köşesini, her mekânı ve her türlü malzemeyi sürekli göz önünde bulundurduğu ilkelere sadakatle güzelleştirme yoluna gitmiştir. (s. 19)

Geleneksel dünyada sanat, ahlak ve ilim(bilgi) birbirinden bağımsız, özerk alanlar değildir. (s. 20)

Tevhid ve tenzih İslam’ın önemle ve öncelikle üzerinde durduğu temel bir ilke olduğundan; Allah, peygamberler ve hatta büyük velilerin bile, tasvir ve timsallerinin yapılmasından sonuna kadar uzak durmuş, böyle bir şeyi ima edebilecek ayrıntıyı bile dikkatle izlemiştir. (s. 21)

İslam sanatı “tevhid ve tenzih”in gözetilmesi ve hissettirilmesi için soyuta yönelmiştir; ve bu durum, dini ve din dışı ayrımı yapmaksızın bütün İslam sanatları için söz konusudur. (s. 21)

İslam sanatı da, bugün Batı’da anlaşıldığından farklı olarak güzel sanatlarla, ağırlıklı olarak yarar ve beceriye dayandığı söylenen zanaat arasında bir ayrım yapmaz. (s. 23)

İslam sanatı, ait olduğu din ya da kültürün bütünü gibi, daha doğrusu onun bir tezahürü olarak, insan hayatının bütün yönleri ile yüceltmeyi amaç edinmiştir. (s. 25)

İslam sanatının en önemli yönü derin bir tefekküre yaslanarak insana hakikati hatırlatıcı olmak ve estetik düzeyde onu temaşa tecrübesine hazırlamaktır. (s. 25)

Bütün İslam sanatları görünende görünmeyeni , değişende değişmeyeni yakalama ve gösterme cehd ve çabasında olduğundan, tabiatı olduğu gibi aksettirmek yerine onu soyutlamaya, ele aldığı neslinin bireyselliğini ve tabiliğini öldürmeye yönelmiştir. (s. 27)

Daha açık bir söyleyişle, modern sanat bireyüstü ilhamla olan ilgisini neredeyse bütünüyle koparmış, evrensel düzeni ifade etmek yerine, nihai anlamda natüralizme yaslanan ve büyük ölçüde bireysel ve beşeri düzeydeki duygulanım ve algılayışların dışavurumu olarak anlaşılan bir sanattır. (s. 29)

Gerçek sanat hakikat ve hikmetle canlı bir alışveriş içinde olan sanattır. (s. 33)

Sanat ve edebiyat, varoluşsal ve kalıcı değerlerin ne olduğunu anlamanın ve kendimizi keşfetmenin son derece önemli bir yoludur. (s. 34)

Olgu ve olayların içyüzüne (batın) nüfuz eden müşahede ve temaşa tecrübesi, bunların hakikatle olan ilişkisini yakalayarak, buradan gönül aynasına akseden şeyi ses, çizgi ya da şekil halinde biçimine kavuşturma etkinliğine giriştiğinde sanat etkinliği dönüşmüş olur. (s. 48)

İslami sanat nesneleri değil, fakat fikirleri temsile yönelir. (s. 52)

Eşyayı maddi ve duygusal bağlarından koparma demek olan soyutlama, üslûplaştırma ve tekrar, İslam sanatının bu tevhid ilkesini gözeten bir tezahürüdür. (s. 55)

Her iş ve eylemde olduğu gibi sanatta da mükemmele ulaşma manevi kemale ulaşmayla iç içe gerçekleşir. (s. 59)

Güzeli en geniş anlamıyla, hem tabiatta, hem de sanatta ahenkle ifadenin mükemmel buluşması şeklinde tanımlayabiliriz. (s. 77)

Heidegger’e göre, “güzellik varlığın gizlilikten kurtulması ve gün ışığına çıkmasıdır. Bu da hakikatten başka bir şey değildir.” (s. 88)

Bilindiği üzere, modern anlayışlardaki hâkim yaklaşımda etik ile estetik birbirinden bütünüyle bağımsız alanlar olarak görülmektedir. (s. 90)

Tasavvufta, “kesb-i kemâl  seyr-i cemâl” (güzellik temaşası insanı olgunlaştırır) diye bir özdeyiş vardır; yani, insanı kulluk bilincinin, Allah’ın cemalini, tabiattaki güzellikler üzerinden seyir ve temaşaya dönüşmesi. (s. 103)

Öte yandan, genel olarak tasavvufi bakış açısına göre, bütün âlem ilahi bir güzelliğin suretidir veya Allah’ın cemalinin mazharı, yani görünme yeri olmaktan başka bir şey değildir. (s. 117)

Aşırı sembolizme göre, sembolün bir yerden sembolize ettiği bir şeyin yerine geçmesi durumu söz konusudur. (s. 126)

Şiir, mahiyeti gereği, mantığın ulaşmadığı yer ve durumlarda hakikatin dile getirilmesi konusunda önemli bir imkân olarak ortaya çıkar. (s. 187)

Şiir, özellikle tasavvufi gelenek açısından ele alındığında, manevi gerçekliğe ilişkin bir tecrübenin dışavurumunun tali ve dil düzeyindeki bir sonucu ve ilhamla doğrudan bağlantılı bir sır olarak görülür. (s. 188)

 

Aktaran: Serdar Kocabaş

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir