Kâtip Çelebi’nin 17. Yüzyıldaki İhtilaflı Meselelere Yaklaşımı

Bu yazıda Kâtip Çelebi’nin “Mîzânü’l-Hakk Fî İhtiyâri’l-Ehakk[1]” adlı eseri bağlamında devrindeki ihtilaflı meselelere nasıl yaklaştığı ve yaklaşımının arka planındaki saikler ele alınacaktır.  Kâtip Çelebi (1609-1657), diğer adıyla Hacı Kalfa, Devlet-i Âliyye’nin sosyal, siyasî, askerî ve iktisadî bakımdan karmaşık bir devrine şahitlik etmiştir. Kökleri 16. yüzyılın başına kadar uzanan Celâlî isyanları en yıkıcı etkisini 17. yüzyılın başında göstermiş, Anadolu büyük bir tahribata, devlet otoritesi ciddi bir zaafa uğramıştır. Çocuk padişahların tahta geçtiği ve hanım sultanların idareyi ele geçirdiği bir siyasî/idarî karmaşa içinde, devlet adamları siyasî entrikaların faili, aleti veya kurbanı olmakta, Yeniçeriler pervasızca başkaldırmaktadır. II. Osman, Yeniçeriler tarafından katledilmiştir. Böyle bir tekinsiz ortamda dirayetli ve hiddetli bir padişah olan IV. Murad’ın (1612-1640) idareyi ele almasıyla nispeten sükûnet ve güven ortamı sağlanmış, şark hududunda gerçekleşen Revan ve Bağdat fetihleri sâyesinde Devlet-i Âliyye askerî gücünü dosta düşmana yeniden hissettirmeyi başarmıştı. Bununla beraber halkı ayrıştıran birtakım ihtilaflı meseleler yoğun bir şekilde münakaşa edilmekteydi; bu meselelerin gündeme gelmesini Kadızadeliler ile Sivasîler arasındaki mücadele tetiklemişti.

İhtilaflı Meseleler

Kâtip Çelebi ihtilaflı meseleleri bu yazıya konu kitabında yirmi bir (21) başlık altında toplamıştır. Bunların bir kısmı Hızır (a.s), Resulullah’ın (s.a.v) anne ve babası, Firavun, İbn Arabî, Yezit, Ebussuud Efendi, Birgili Muhammed Efendi, Abdülmecid Sivasi ve Kadızade Mehmed gibi şahıslarla ilgilidir. Ayrıca teganni, raks-deveran, tasliye-tarziye, tütün, kahve, afyon şurubu, bidat, kabir ziyareti, kandil gecelerinde kılınan namazlar, musafaha, inhina, emr bi’l-maruf nehy ani’l-münker, millet ve rüşvet gibi konular hakkındadır. Bu başlıkların üzerinde tek tek durmak yazının sınırlarını fazlasıyla genişleteceğinden Kâtip Çelebi’nin meselelere yaklaşımını gösteren ve bu yaklaşımın arka planını ele veren noktalara temas etmekle yetineceğim.

Kâtip Çelebi’nin Halka ve İhtilaflı Meselelere Yaklaşımı

Kâtip Çelebi, kitabını, ifrat ve tefrit vadilerinde savrulup duran Müslümanları burhan yoluyla irşat etmek, itidale çağırmak, kuru kavgadan ve taassuptan vazgeçirmek maksadıyla kaleme aldığını çeşitli yerlerde vurgulasa da, asıl maksadını “istidat erbabına bir tecrübe, istidlal ve cedel semtine de bir nümayiş ve gösteriş” olarak açıklar. Devamında “Yoksa avam hayvan sürüsü gibidir; onların yaptığı tartışmaya ve cedelleşmeye ne itibar!” diyerek asıl hedef kitlesinin avam olmayıp havas olduğunu açıkça beyan eder.[2]

Kâtip Çelebi, “İdareciler halkın sırtından sopayı eksik etmesinler.” sözünü nakleder ve halkı sırtından sopa eksik edilmemesi gereken bir kitle olarak görür. Aynı zamanda halkın yine kendi bildiğini okuyacağının, örf ve âdetlerini asla terk etmeyeceğinin de farkındadır. Bu yüzden halka karşı itidalli olunması gerekir: “Zira hak bile olsa örfe aykırı düşen bir sözü kolay kolay kabul etmemek, halkın cibilliyetinde mevcut olan bir husustur. Men edildikçe günah ve kötü olanı işleme hırsları daha da artar. Behemehâl men olunmaları lazım geliyorsa, o takdirde de ‘Ona yumuşak söz söyleyin; belki o aklını başına alır veya korkar [Ta Ha, 44]’ ayetinin özüyle amel etmek lâzımdır ki rıfk ve mülayemetle davette bulunma hususunun semeresi zuhur etsin.[3]

Çelebi, ele aldığı hususların hemen hepsinde örf ve âdete atıf yaparak maslahatı gözetir: “Şeriatça örf ve âdete itibar olunur. Karar kılmış bir bidatin veya mekruhun yasaklanmasından fitnenin çıkması sübut bulduğu için iki şerden ehven olanını tercih et[melidir][4] der.

O, tütün meselesinde de yine maslahatı gözetmiştir. Tiryakisinin çok olması nedeniyle tütünün mekruh yahut haram olduğuna dair fetva verilmemesi gerektiğini söyler. Çünkü eğer böyle bir fetva verilirse halkın mekruh veya haram olanı kullanmakta ısrar etmesinden doğacak bir vebale sebep olunur; halk sürekli günah işleyen bir duruma düşürülür. Bu yüzden “Eşyada asl olan ibahadır” kaidesince tütünün mubah veya helâl olması gerektiğini ileri sürer.

Çelebi halkın âdet edindiği bidatlere müdahale etmenin beyhude olduğunu belirtir. Halkı bidatten sakındırmak hususunda vaizlerin yumuşak bir dille vaaz etmesini, böylece üzerlerine düşen vazifeyi yapmış olacaklarını vurgular. Sonra herkesin insaf edip kendini yoklamasını, çoğu hâl ve davranışında bidatten izler bulunabileceğini ifade eder: “Bütün bu bidatler halk arasındaki örf ve âdetler üzerine bina edilmiştir. Bir bidat bir kavmin arasında yerleşip karar kıldıktan sonra “emr bi’l-maruf nehy ani’l-münkerdir” diye halkı ondan men edip döndürmek arzusunda olmak büyük bir aptallık ve cahilliktir (!) Zira halk ülfet ettiği ve itiyat edindiği bir hususu -eğer sünnet eğer bidat- terk eylemezler. Meğer elinde kılıç bulunan biri çıkıp cümlesini katliam eyleye. Mesela itikat sahasındaki bidatler için Sünni padişahlar nice cenkler ve harpler yaptılar ama olmadı. Amel sahasındaki bidatler hususunda da her asırda müteşerri ve muttaki hâkimler ve vaizler nice yıllar kendilerini bu işe vakfettikleri halde halkı hiçbir bidatten döndüremediler.”[5] Çelebi’ye göre “Bir bidati işlemeyi göze almak, bir müminin gönlünü kırmaktan daha az sakıncalıdır.[6]

Görüldüğü üzere Kâtip Çelebi, meseleleri gerçekçi, maslahatçı ve mutedil bir yaklaşımla ele alıyor; her ne kadar halkın hayvan sürüsü gibi olduğunu ve sırtından sopayı eksik etmemek gerektiğini düşünse de aynı zamanda halka karşı müsamahayla muamele edilmesi gerektiğini de söylüyor. Buradaki tezat “Huylu huyundan vazgeçmez.” kabulünden kaynaklı maslahatçı bir yaklaşımın eseridir. Halkın huyunu değiştirmeyeceğini ve âdetlerini terk etmeyeceğini realite olarak kabul eden Çelebi, maslahat icabı halka karşı müsamahayı öne çıkarmak durumunda kalıyor. İslâm kolaylık dini olduğu için halkı zora koşacak tedbirlerin beyhude olacağını vurguluyor. O devirde Kadızadeliler, devlet idarecilerini emr bi’l-maruf nehy ani’l-münker adı altında tasavvuf ehline karşı kışkırtıyor, yine tütün ve kahve gibi alışkanlıklar yasaklanırken sert tedbirler alınarak halka zulmediliyordu; Katib Çelebi bu durumdan rahatsızlık duymuştur. Bu yüzden emr bi’l-maruf nehy ani’l-münker yoluyla bidatlerin def edilebileceğini sananlara “aptal ve cahil” yakıştırması yaparak çatmaktadır.

Kâtip Çelebi’nin Halka ve İhtilaflı Meselelere Yaklaşımındaki Arka Plan

Kâtip Çelebi’yi kızdırdığı anlaşılan meselelerin başında Osmanlı Devletinin eğitim sisteminde (medreselerde) yapılan birtakım değişiklikler gelir. Yaşadığı dönemdeki ihtilaflı meselelerin gündeme gelmesine sebep olan şeylerden biri de bu değişikliklerdir. Kitabının tavsiyeler başlıklı kısmında, sultana tavsiyede bulunur: “Ulu ataları gibi tarih okuyup eski hanedanlıkların ahvaline dair olan kıssalardan hisse alalar. Halkın örfüne vakıf olarak her çağın gereği nice ise ona göre yerinde lütuf, yerinde kahr ile Devlet-i Âliyye’nin kadim kanunlarını icra edeler.[7]

Böyle bir tavsiyede bulunmasının sebebini ise kitabının mukaddimesini okuyunca anlıyoruz. Çelebi, kitabın mukaddimesinde aklî ilimlerin lüzumu üzerinde durur. Felsefenin (hikmet) İslâm âlemine nasıl ve neden girdiğini kısaca özetledikten sonra Osmanlı Devleti bağlamında şunları söyler: “Yüce Osmanlı Devleti’nin başlangıcından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye kadar hikmet ile şeriat ilimlerini nefslerinde toplayan muhakkikler şöhret bulmuşlardır. Sultan Fatih Mehmed Han Medâris-i Semâniye’yi bina edip usulüne uygun olarak tedrisat yapılsın diye vakfiyesine kayd koydu. Hâşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevâkıf derslerini tayin etti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diyerek kaldırdılar, yerine Hidâye ve Ekmel derslerinin okunmasını makul gördüler. Lâkin sadece bunlarla iktifa etmek makul olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidâye ne de Ekmel! Böylece Rûm diyarında ilim pazarına kesat geldi.[8] Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere Çelebi, Fatih Sultan Mehmet’in medreseye koyduğu esaslardan dönülmesinden, akli ilimlerin ve felsefenin ihmal edilmesinden son derece rahatsızdır. Yanı sıra kitabında tenkit oklarını yönelttiği Birgili Muhammed Efendi, Kadızâde Mehmed ve Abdülmecid Sivasi Efendi akli ve felsefi ilimleri yeterince bilmeyen kimselerdir. Birgili Efendi hakkında “Lâkin diğer felsefi ve akli ilimler meşrebine muvafık olmadığı için yazdığı kitaplarda onları red ve inkâr etmiş, halkın örfüne ve ahvaline vâkıf olmak için tarih de okumamıştır.[9] der. Devamında, “Bunca münakaşalar ve mücadelelerden sonra ileri sürdüğü teklifler[in] örf ve âdete muhalif olduğu için hiçbir işe yaramadı[ğını] ve halkla başa çıkamadı[ğını][10] söyler. Kadızade ve Sivasi hakkında da benzer sözler söyleyerek onların dünyadan kam almak ve şöhret olmak (!) için birbirlerine muhalefet ettiklerini ileri sürer.

Bir başka husus Çelebi’nin tarihe verdiği önemdir ki bu anlamda kendisinin İbn Haldun’un fikirlerinden çokça istifade ettiği bilinmektedir. Sultana verdiği tavsiyede ve Birgili Efendi hakkındaki sözlerinde bilhassa tarihe vurgu yapması boşuna değildir. Kitap boyunca yer yer tarih bilmenin öneminden bahseder. Halkın ahvalini, örf ve adetlerini anlamak ancak tarih okuyup bilgilenmek ve bu bilgiler ışığında halkı gözlemlemekle mümkündür. Bu açıdan bakıldığında Kâtip Çelebi’ye göre tarih bilmeyen çağını da bilemez. Çünkü tasliye bahsinde şunları söylemiştir: “Bidat ve günah bile olsa bu çeşit şeyleri men etme hevesinde olan kişi beyhude zahmet çeker. ‘Çağındaki insanların örfünü bilmeyen kişi âlim de olsa cahildir’ sözünün gereğince cahilliğini ve avanaklığını ortaya koymaktan başka bir netice elde edemez.”[11]

Eğer halkın örf ve adetleri tarih ilminin yardımıyla öğreniliyorsa -ki Birgili Efendi bahsinde bu husus vurgulanmıştı- şu hâlde tarih bilmeyen bir insan, halkın birtakım alışkanlık ve eğilimlerini de kavrayamaz. Dolayısıyla çağındaki insanları tam manasıyla anlayamayacağından ilmi onu cahil olmaktan kurtaramaz. Bu nedenle Çelebi, halkı ve ihtilaflı meseleleri ele alırken tarih ilminin ve akli ilimlerin ışığında hareket etmiştir.

Kâtip Çelebi, ilmini aktüel meselelerin hallinde kullanmak hususunda hiç tereddüt etmez. Bilmediğini sorar. Cevap alamayınca o meseleyi kendi imkânlarıyla öğrenir. Mesela Şeyhülislam Yahya Efendi’den üç garip meselede fetva istediğini, cevap çıkmayınca bir risale yazarak kendi suallerinin izahını yaptığını belirtir. Devletin nizamıyla ve iktisadi buhranıyla ilgili Düstûrü’l-Amel adını verdiği bir risale kaleme alır. 1656’da donanmanın ahvali hayal kırıklığına yol açtığından kaptan-ı deryaların deniz savaşlarını ve seferlerini, birtakım tersanelerin ve denizlerin ahvalini ihtiva eden Tuhfetü’l-Kibâr adlı eserini yazar. Aklî ilimlere vâkıf, şer’i ilimlere aşinadır. Yüzü hem devlete hem halka dönüktür. Çağına bakarken tarihe yaslanır. Dünün bugün üzerindeki izlerini gördüğü için halkın örf ve âdetlerini, alışkanlık ve eğilimlerini makbul karşılar. Yaşadığı dönemde gündeme gelen kimisi eski, kimisi yeni birçok ihtilaflı mesele hakkında maslahatı gözeterek fikirlerini dile getirir. Üslûbu üsttencidir. Çağında büyük bir tesir uyandıramamış olsa da, modern dönemle birlikte özellikle sosyal bilimler sahasında fikirleri yankı bulmaya devam etmektedir.

Feyyaz Kandemir

[1] Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hakk Fî İhtiyâri’l-Ehakk, Haz: Orhan Şaik Gökyay / Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007.
[2] a.g.e., s.152
[3] a.g.e., s.164-165
[4] a.g.e., s.197
[5] a.g.e., s.192
[6] a.g.e., s.199
[7] a.g.e., s.130
[8] a.g.e., s.150
[9] a.g.e., s.218
[10] a.g.e., s.219
[11] a.g.e., s.164

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir