Kaybolan İstanbul’dan Hâtıralar

Künye: Kaybolan İstanbul’dan Hâtıralar, Hikmet Feridun Es, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2019.

***

İstanbul dünyanın en çok değişen şehri. Hem yalnız semtleri ile değil, tipleri ile eğlence âlemleri ile âdetleri ile yemekleri ve kaybolan azı ağız tatları ile değişti. (s. 14)

İstanbul’u farklı özellikleriyle bilen Hikmet Feridun’a göre, intihar vakaları da semt semt çeşitlilik göstermektedir ve İstanbul’da hem semtin intihar usulü başkadır. Yazarımızın tespitlerine bakılırsa Şişli’de o zamana kada”r hiç kimse kalkıp da kendisini kuyuya atarak intihar etmemiştir. Çünkü kuyuya atmak Şişli’nin intihar tarzı değildir. Kuyuya atılmak Edirnekapı, Topkapı gibi şehrin en kenar mahallelerinin intihar usulüdür. Buralarda intiharın bile azamî derecede ucuz olması lazımdır. Edirnekapı’dan, Topkapı’dan biraz daha ilerleyiniz. Fakat Aksaray, Fener gibi semtlerde intihar bir parça masraflıdır, intihar edecek olan paraya kıyar, bir kutu kibrit alır. Bu kibritlerin başını ezip bir bardak suda eritir, içer… (s. 19)

İstanbullu münevver için öğle tatilinin yemekten arta kalan kısmında Küllük’te veya caminin öbür kapısının dışındaki ulu çınarın koyu gölgesinde oturup edebiyattan, sanattan, fikir hayatından karşılıklı dem vurmak en büyük dünya zevklerinden addedilirdi. (s. 38)

Bütün bu dekor içinde en renklisi elbette ki Sahaflar Çarşısı’ydı. Minimini, dar ve kısa sokak, İstanbul’un çehresindeki en önemli çizgilerden biriydi. Eylülden sonra çarşının üstünü kapayan asmanın üzümleri olgunlaşıp irileşirdi. Başınıza değecekmiş gibi dizi dizi salkımların, tozlu asma yapraklarının altından ve koyu gölgenin içinden geçerdiniz. (s. 39)

Her kitapçı,  dükkânından başka ayrıca kapısının önüne büyük masalar çıkarır, bunları kitapla doldururdu. Sokaktan geçenler bu masaların önünde dururlar, kitapları karıştırırlardı. Muhtelif eserlerden birer parça okuyup bir nevi çeşnisine bakarlardı. Hatta isterseniz saatlerce okuduktan sonra yürüyüp gidiniz. Kimse size “Hiçbir şey almayacak mısınız?” diye sormazdı. Yani senelerce evvel, İstanbul’da, bugün Paris’te olduğu gibi tam mânâsıyla bookinistler vardı. (s. 41)

Fesin püskülü, fesin şekli, fesin rengi, fesin uzunluğu öylesine önemli sayılırdı ki, 1845 yılında bir “Püskül Nizamnamesi” çıkarılmıştı. Özellikle, er ve subayların, memurların fes ve püsküllerine dair… Püsküllerin kaç dirhem çekecekleri bile tayin olunmuştu. Ayrıca püsküllerin tellerinin karmakarışık bir halde gezilmesi, kıyafetin ihmaline en büyük delil sayılıyordu. Hatta bir zamanlar, çarşıda ve pazarda, İstanbul cadde ve sokaklarında, kundura boyacıları gibi “püskül tarayıcıları” dolaşırmış. (s. 82)

Püskülleri birbirine dolaşanlar, sokakta dururlar, feslerini verip püsküllerini taratırlarmış. Fes püskü öylesine hayatımıza girmişti ki, oyunları, eğlenceleri ve “püskül açları” bile vardı. Eski okullarda yumurta tokuşturmak gibi çocuklar arasında bir de, “püskül çekiştirmek” vardı ki fes kuşağı çocuk oyunlarının en ünlüsüydü. (s. 82)

O zamanlar püskülsüz gezmek, kravatsız gezmekten çok ayıp sayılırdı. Ancak külhanbeyler, serseriler… Ama bunların yanında bir de püsküle isyan eden bir aydın ve sanatçı sınıf vardı. Mesela İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi profesörler, büyük sanat adamları, bazı tiyatrocular püskülsüz fesle sokağa çıktıkları zaman devrim yapmış gibi karşılanırlardı. Püskülsüz bir profesör, püskülsüz bir aktör… Düzene ilk isyan püskülden başlardı. Üstelik bu zevat feslerini de asla kalıplatmazlardı. (s. 82)

Sahaflar Çarşısı’nın kapısında, İstanbul’un en nefis kuru fasulyesini pişirip, sudan ucuza satan iki talebe aşçısı ve Sahaflar Çarşısı tabii… Yalnız sahaflar mı? Etrafta kaç kitapçı çarşısı? Maliye binasının karşısında, sıra sıra Beyazıt kitapçıları, her kitapçının önünde, dükkândan başka ayrıca bir açık hava kitap sergisi, büyük ve uzun masalar üstüne yığılmış cilt cilt kitap… Minik minik basılmış, pembe kapaklı, Ebüzziya’nın ilk cep kitaplarından tutunuz, yazmalara kadar… (s. 97)

Şeker zaten bir enerji kaynağı. Bir de bunlara zencefil, tarçın, karanfil, kakao, fındık gibi çok kuvvetli şeyler ilave edilince korkunç bir gıda oluyordu. Türkiye’ye gelen bir Alman farmakoloji heyeti üyeleri, bizim akidelere “Hacıbekir Vitamini” adını takmışlardı. Akide futbol maçlarına bile girmişti. Mesela o zamanın meşhur kulübü, Adalet takımının maşlarında, devre arası oyunculara birer fındıklı akide dağıtılır yahut birer kaymaklı lokum yutturulurdu. Çocuklara enerji gelsin diye! Bir tür doping… (s. 103)

Türk şekerciliği öyle bir hale gelmişti ki, İstanbul’a uğrayan yabancıların en büyük fotoğraf konusu bir şekerci dükkanı vitrini idi. Hem de renkli film daha çıkmadığı halde! Hacıbekir’in renk renk vitrini önünde (turist değil) o zamanın deyimi ile seyyahlar görürdünüz. Körüklü fotoğraf makinelerini açmışlar. Yakın plandan akidelerin, lokumların, ezmelerin resimlerini çekmeye çalışıyorlar! Tıpkı Süleymaniye’nin, Sultanahmet’in, Ayasofya’nın resimlerini çeker gibi. Lokumların, akidelerin fotoğrafları… (s. 108)

Yine o tarihlerde, gazetelerde şöyle ilanlar çıkardı: “Elektrik cereyanını haiz kiralık hane…” (s. 149)

Türkiye’de ilk sesli film, renkli film, üç buutlu film… İlk gösterildikleri zaman yer yerinden oynamıştı. Roland Colman ve Vilma Banky’nin Şafak Sökerken’i, Anita Paje’in Broadway Melody’si hadise olmuştu. (s. 150)

O zamanlar İstanbul’da bir yelpaze endüstrisi vardı. Sıcak günlerde her şık hanımın elinde bir yelpaze görülürdü. Çingeneler bile tüy yelpazeler yapıp satarlardı. (s. 194)

Türkler, gittikleri yabancı memleketlerde, yalnız yeni hamam yapmakla kalmıyorlar; şayet oralarda eski hamam bulurlarsa onları da inanılmaz derecede güzellikteki ilâveler ve iç tezyinatla Türkleştiriyorlardı. Restore ediyorlardı. (s. 199)

İstanbul’un uykudan kalkışı çok hoştur. Şehirde en erken uyanan semt Fatih ve Aksaray’dır. Saat altıyı çaldı mı Fatih’le Aksaray gerine gerine, mafsallarını çatırdata çatırdata esneye esneye uyanırlar. (s. 441)

Aktaran: Cenk Baran

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir