
Künye: Teşkilat-ı Mahsusa, İhsan Aksoley, Timaş Yayınları, 1. Baskı, Nisan 2009, İstanbul, 208 sy.
***
Akşam yoklamasında bölüğe şöyle hitap ettim:
– Çok uzak bir yere tayin oldum. Yanıma iki telsizci ve bir motorcu alacağım. Gönüllü olanlar üç adım ileri!
Birkaç er müstesna bütün bölük ileri fırladı.
– Çok uzak, çok sıkıntılı bir seyahat. Büyüt mahrumiyet ve tehlike içinde yaşamak icap edecek. Biraz daha düşünün.
Ve tekrar ettim:
– Benimle gelmek isteyenler üç adım ileri!
Yine aynı erler üç adım daha ileri fırladı! Bölük kumandanım, yanındaki Musevî tercüman Samson’a ne söylediğimi sordu ve gözlerini açarak hayret ve takdir hisleriyle, bir bana bir de bölüğe baktı.
(Not: Fizan’a gönderilen teğmen İhsan’ın bölük komutanı Alman’dır.) (sy. 20)
***
(Enver paşa ile Teğmen İhsan arasında geçen diyalog. Teğmen İhsan bu sırada 18 yaşındadır.)
– Fizan’a gidecek telsiz telgraf zabiti siz misiniz?
– Evet efendim.
– Fizan’ın nerede olduğunu biliyor musunuz?
– Evet efendim.
– Parmağınızla masanın üstüne Afrika haritasını çiziniz ve Fizan’ın yerini gösteriniz!
Masanın üstüne bir üçgen çizdim ve ortasına parmağımı koydum.
– Fizan burası.
– Önceleri Fizan’a kimlerin gönderildiğini biliyor musunuz?
– Evet efendim. Sürgünler gönderilirdi.
– Fizan’da ne kadar kalırsınız?
– İki sene kalırım. İki sene sonra İstanbul’a izinli gelmek isterim.
– Nişanlınızı mı göreceğiniz gelir?
– Hayır efendim. Benim nişanlım yok. Kardeşim Çanakkale’den Süveyş’e ve oradan da Kafkas cephesine gitti. Dayım Bağdat cephesinde. Yeğenim Süveyş çölünde hecin süvarı bölük kumandanı. Evde yalnız bıraktığım annemi göreceğim gelir.
Enver Paşa’nın hayret duygusu takdire döndü. Bana da bir çay getirilmesini söyledi. Enver Paşa, karşılıklı çay içerken, benim seve seve Fizan’a gidişimi hayret ve takdirle karşıladığını anlatan bir ifade ile:
– Size vaat ediyorum. İki sene sonra izinli olarak İstanbul’a getirteceğim. Üsteğmenlik yıldızınızı takınız. (sy.25)
***
Viyana’da kuzey istasyonundan hareket edeceğim sırada, güzel bir bayan bana:
– Siz Rus subayı mısınız diye sordu.
– Hayır.
– Macar subayı mısınız?
– Hayır.
– Bulgar subayı mısınız?
– Hayır.
– Lütfen söyleyiniz! Üzmeyiniz beni. Bu güzel üniformayı pek beğendim. Merak ediyorum. Siz ne subayısınız?
– Türk.
Güzel bayan şaşırdı ve beni akşam yemeğine davet etti. Ben, yarım saat sonra hareket edeceğimi ve birkaç gün önce tanışamadığımızdan dolayı üzüldüğümü söyleyerek davetini kabul etmedim. Viyana kadınları çok naziktir. Güzel bayan, bir dakika müsaade isteyerek yanımdan ayrıldı ve küçük bir paket ile yanıma döndü. Ben de hemen vagona girip Türk sigarası, badem şekeri, lokum, kuru üzüm ve incir getirdim. (sy. 29)
***
Pola’da üç gün kaldım. (…) Bir gece alarm zilleri çaldı. Herkes sığınağa girdi. Ben balkona çıktım. Denizden ve karadan yüzlerce ışıldak gökyüzünü aydınlattı. Karadan ve gemilerden sayısız toplar atıldı. Tayyarelerden de birçok bombalar düştü. İtalyanlar, Pola deniz üssüne hava hücumu yapmışlardı. Bu gecenin eğlencesini hiç unutmam. Ertesi gün Avusturyalıların bir tek İtalyan teyyaresini bile düşüremediğini ve İtalyanların da bir tek hedefe dahi bomba isabet ettiremediğini öğrendim.
O anda İzmir’de Kadikale’de kendi icadı tahtadan yaptırdığı sehpalar üzerine tespit etmek suretiyle namlularını seksen dereceye kadar kaldırdığı toplarla, geceleri İzmir’e taaruz eden İngiliz tayyarelerini, o tarihte topçularımızda ışıldak ve dinleme âleti olmadığı için, kulak yardımı ile düşüren topçu üsteğmen Mustafa Selim’i hatırladım. (sy. 30)
***
Denizaltı gemisinde benim için çok zor olan iki şey vardı. Birisi açıkta ve herkesin gözü önünde olan helâ. Aynı zorluğu duyan çavuşlarım, bir battaniyeden yaptıkları külahı, küvetin üstüne asardı ve biz de külahın içine girerdik. Almanlar bizim bu hâlimize hayret eder, gülerlerdi. (sy. 34)
***
Denizaltı gemisinin içinde gündüz ve gece fark edilmezdi. Beraber seyahat ettiğim kamacı ustası halis efendi, başımızın üstünde yanan lambadan faydalanarak fasılasız Kurân, Ahmediye ve Muhammediye okurdu. 31 Mart vakasında “Şeriat isterük” diye haykıranlar arasına da katılmış olan siyah sakallı Halis Efendi’ye; Sefiller romanını okuduğumu söylediğim zaman, “tübe de, tübe de” derdi. Bu romanın kırkıncı veya ellinci sayfalarından birinde okuduğum bir cümleyi hiç unutmam: “Başkalarının kabahatini görenler, kendi kabahatini gizleyen mürailerdir.” (sy. 34)
***
Dalmaçya sahilinde Ragusa (dubrovnik) kasabasına geldik. Ragusa yemyeşil bir dağ eteğinde, çok şirin bir yer. Burası benim senelerce göremeyeceğim bir tabiat güzelliği. Halkının çoğu Müslüman Bosnalı. Bir Türk subayını görmek onları pek sevindirdi. Etrafıma toplandılar. Beni gezdirdiler ve çok ikram ettiler. (sy. 36)
***
Portekiz veliahdı iken cumhuriyetin ilânıyla, Viyana’ya yerleşmiş olan Prens Bregansa; habersiz olarak denizaltı gemisi ile Afrika Grupları Kumandanı’na misafir olmak üzere Mısrata’ya geldi. Biraz Fransızca ve Almanca bildiğim için ben, prensin muhafazasına memur edildim. Birkaç lisanı edebiyatı ile bilen, çok kültürlü ve çok iyi bir insandı prens. Kendisiyle iyi arkadaşlık ettik. Tek kusuru, veliatlıktan düştükten sonra, morfine alışmış olmasıydı. Benden çok memnun kalan prens, Avusturya’nın büyük bir nişanı ile taltif edilmem için Avusturya İmparatoru’na yazılı teklif yaptı. Bir ara prens mühim bir rahatsızlık geçirdi. Zaman zaman kendisini kaybetti. Çok zayıfladı. Bir gün, kendisine gelince benden kâğıt ve kalem istedi. Titrek ve zayıf elleriyle ve satırları çarpık bir şekilde viyana civarındaki malikânesinin bana verilmesi için vasiyetini yazdı. (…) Bizim İskiya’ya muvasalatımızdan üç gün önce Prens Bregansa’nın öldüğünü ve adanın mezarlığına gömüldüğünü duydum.
İskiya adasında bulunduğum sırada Prens Bregansa’nın hemşiresi hem beni tanımak, bana teşekkür etmek, hem de kardeşinin mezarını ziyaret etmek ve yaptırmak maksadıyla İskiya adasına geldi. Pek nazik ve hassas olan bu prenses ile birkaç gün beraber kaldım ve birlikte Prens Bregansa’nın mezarını ziyarete gittim. Prenses mezar başında kardeşinin vasiyetinden haberdar olduğunu ve kardeşinin vasiyetini yerine getireceğini söyledi. Beni Viyana’ya davet etti. Fakat Napoli civarından başka bir yere gitmeye mezun olmadığımız için prensesin bu davetini yerine getiremedim. (…) Savaştan sonra da Viyana’ya gitmediğim gibi bir müddet hatıra mahiyetinde muhafaza ettiğim bu vasiyet mektubundan da istifade edemedim. (sy.46)
***
Karargâhın makineli tüfek takım kumandanı kahraman Ankaralı Veli Çavuş, bir makineli tüfeği tekerleğinden ayırmış ve bir hurma ağacının tepesine yerleştirmişti. Alarm haberini işitir işitmez, Veli Çavuş derhal yeni beyaz bir elbise giyer ve hurma ağacına çıkıp ateşe hazırlanırdı. Bir gün Veli Çavuş’la aramda şöyle bir konuşma geçti:
– Veli Çavuş, alarm haberini alınca neden beyaz elbiselerini giyiyorsun?
– Mülâzım Efendi, şehit olursam beyaz elbiselerimle gömülmek için. (sy.53)
***
Trablusgarb’ta ermiş olarak kabul edilen insanlara murabıt ve bu gibi insanların türbelerine de “zaviye” denir. Seyahatlerimin birinde baba-oğul iki murabıta rastladım. Baba, elindeki yirmi beş santimetre uzunlukta ve beş santimetre genişlikte bir hançeri, ağzından içeri tamamen soktu ve çıkardı. Oğul, otuz santimetre uzunluğunda ve bir parmak kalınlığında birçok yılanı yuttu ve tekrar çıkardı.
Dört gözle beklediğimiz denizaltı gemisinin geciktiği gün, bu baba-oğula rastladım. Baba bana emir verir şekilde:
– Atini vâhid karta (bana beş kuruş ver) dedi. (O zaman yeşil renkteki beş kuruşluk kâğıt paraya, yerliler karta derdi.)
Parayı alan baba, bana yine emir verir şekilde:
– Bana bir şey sor!
– Denizaltı gemisi ne zaman gelecek?
– Bu akşam.
Beni tabiî bu cevaba inanmadım. Yukarıda da yazdığım gibi; denizaltı gemisinin gelmesinden üç gün önce benim haberim olur, getirdiği eşyaları derhal boşaltmak ve Mısrata’ya yollamak için gereken hazırlıkları yapardık. Hakikaten o akşam denizaltı gemisi geldi. Ansızın gelişi bizi zor duruma soktu.
Kumandanla yaptığım görüşmede, Malta önlerinde telsizlerinin arıza yaptığını ve bu yüzden Mısrata’ya muvasalat günlerini bildiremediklerini söyledi. Geminin telsizi derhal alman müfrezesindeki telsiz teknisyeni tarafından tamir edildi.
Bu baba-oğula tekrar rast geldim. Bu sefer önce ben onlara hitap ettim:
– Harp ne zaman bitecek?
– Çok yakında!
– Ne kadar yakın?
– Bir ay sonra.
– Nasıl bitecek?
– Türkler kaybedecek. Ama sonra Türkler için çok iyi olacak.
Kendilerine dört karta verdim. Bir ay sonra harp biterse Mısrata’ya gelmelerini ve kendilerine ayrıca para vereceğimi söyledim. Bir müddet sonra mütareke oldu. Murabıtların dediği gibi her şeyimizi kaybettik. Fakat (…) Türk milleti bu felâketten kurtulmayı başardı. (sy. 58)
***
Sahrada bir çobanın ve şehirlerarası bir deve kervanı güdücüsünün uzun uzun çektiği yâleller arasında dört kelime duyulurdu: “Yaşa, yaşa Enver Bâşâ…”
Enver Paşa’nın başına “Re’sek Enver Bâşâ” diye yemin edilir, bu yeminden sonra yalan söylenmez ve yalan söyleneceği de düşünülmezdi. (sy. 64)
***
Trablusgarblıların Türk severliği hakkında bir hatıramı anlatayım: yaptığım seyahatlerde, tarlası civarından geçtiğimi gören halk; koşarak yanıma gelir, beni gönülden selamlar, atımın dizginlerini tutup tarlasını çiğneterek bir yemiş ağacının altına götürür ve ağaçtan yemiş yememi rica ederdi. Ben, bu şekilde ve buna benzer olayları birçok defalar yaşadım. Tarlalarının çiğnenmemesi için yaptığım ısrarlara rağmen, attan inmeme müsaade etmezlerdi. (sy. 67)
***
Trablusgarb’ta bakır telefon tellerini çalacak ve muhaberimizi inkıtaa uğratacak bir soysuz çıkmamıştır. Bu vesile ile Türkiye’ye ait bir hatıramı anlatayım: 1952 yılında Erzurum’da ordu muhabere başkanı idim. Bir gün ordu kumandanı Orgeneral Fevzi Mengüç:
– Paşam, bir saat önce Kars’la konuştum, şimdi arıyorum ve bulamıyorum diye şikâyet etti.
– Tetkik edeyim, arz ederim efendim.
Hâlbuki bir arkadaşım Muhabere Binbaşısı Fethi Tansı, bir gün de arkadaşım Muhabere Yüzbaşısı Hilmi Erer bizzat hatları kontrol eder; bana tekmil haberi verirler ve gerekirse motorlu vasıtalarla icap eden tamirleri yaptırırlardı. Sınıf arkadaşım Muhabere Alay Kumandanı Yarbay İsmail Berger çırpınırdı zavallı. Yine de ikide bir çalınan bakır teller yüzünden telli muhaberemiz saatlerce kesilirdi. Sert bir emir hazırladım. Hatırımda kaldığına göre şu mealdeydi: “Bakır telefon tellerini çalanlar; harp malzemesini çalmak, memleket müdafaasını baltalamak ve casusluk suçundan askerî mahkemeler tarafından yargılanacak ve idam edileceklerdir.”
Bu yazıyı mahâkim şubesine de parafe ettirdim. Orgeneral emri imzalarken:
– Çok sert değil mi paşam?
– Mahâkim şubesinin de parafı var efendim.
İmzalanan emri askerî, sivil ve jandarma teşkilâtına yaydık. Bu çok sert emirden sonra askerî telefon hatlarından bakır tel çalmak sona erdi mi bilmiyorum.
Trablusgarp’ta, direk ihtiyacımızı hurma ağaçlarından, izolatör ihtiyacımızı İtalyanlardan kalan şampanya şişelerinin baş kısmından, pil kavanozu ihtiyacımızı yine İtalyanlardan kalan şampanya şişelerinin dip kısmından, tel ihtiyacımızı da İtalyanlardan kalan dikenli tellerden temin ederdik. (sy. 76)
***
Birkaç gün sonra Fransız binbaşısı yanıma geldi, uzaktaki bir harabeyi göstererek:
– Karşıdaki köyü görüyor musunuz?
Dürbünümle baktım ve:
– Orası köy değil, bir harabe!
– Evet. Orasını emrime verilen bir topçu bataryası ile ben bu hâle getirdim. Köyden canlı bir köpek dahi çıkmadı.
– Bizim Ermenilere yaptığımızı iddia ettiğiniz olaylardan çok daha kanlı bir olay! Sebep?
– Askere çağırdık. Asker olmak istemediler, isyan ettiler.
– Kabahatleri bu mu? Biz, Ermenilere sizin gibi şiddetli davranmadık herhâlde. Sizin gibi, birkaç kabahatli yüzünden, bütün bir köy halkını topa tutup imha etmedik. Hâlbuki Ermeniler isyan ederek bizde, akla gelmeyen sabotajlar yaptı ve sivil halkı öldürdü.
– O hâlde haklı imişsiniz.
Fransız binbaşısına olan kızgınlığım azaldı. Tunus’taki son gecemizi, Trablusgarp hududuna yakın bir Fransız hava üssünde geçirdik. (sy. 89)
***
İskiya adasına Tobruk yatı ile geldik. Bir otele indik. Akşam çayı için bahçeye çıktığım zaman, otelin önü hıncahınç insanla dolmuştu. Garsona bu kalabalığın sebebini sordum:
– Adamıza Türkler gelmiş. Halk, Türkleri görmek için toplandı.
– Kendilerine git ve söyle. Demin iskelede aralarından geçen ve şimdi karşılarında gördükleri Türklerden biri benim.
Garson bu mesajımı halka iletirken şehzade Osman Fuad Efendi, Abdurrahman Nafiz Bey ve diğer arkadaşlar da bahçeye geldi ve benim oturduğum sofraya oturdu. Karşılarında aradıkları şalvarlı, kuşaklı ve sarıklı Türkleri göremeyen halk yavaş yavaş dağıldı. (sy. 99)
***
Şehzade Osman Fuad Efendi hakkında saraydan gelen bir yazıda İtalyanlara fahrî ferik olan Şehzade Osman Efendi’nin Afrika’daki vazifesinin sona erdiği, esas rütbesinin binbaşı olduğu, kendisine binbaşı muamelesi yapılması ve binbaşı tahsisatı verilmesi için saraydan bildirilmiş. O ay Şehzade Osman Efendi’nin aldığı büyük tahsisat derhal azaldı ve binbaşı maaşı almaya başladı. (sy. 101)
***
1919 yılının sonbaharında İtalya’dan kaçmak üzere iken İtalya hükümeti İstanbul’a dönmeme müsaade etti ve Birendizi’den bir İtalyan vapuru ile İstanbul’a hareket ettim. Vapurda; birinci dünya harbende, Türk milleti sıkıntı içinde ve vatan düşman kuvvetlerinin tazyiki altında iken İsviçre’de yaşayan bir Türk de vardı. 1921 yılında Sakarya muhabereleri sırasında Polatlı’da karşılaştığım bu Türk’ü açıklayayım: (…) Yakup kadri Karaosmanoğlu idi. (sy. 114)
***
Günler, haftalar ve aylar geçiyor; ne yapacağıma karar veremiyordum. Bir gün gazetelerde Enver Paşa’nın Azerbaycan’da bir yeşil ordu kurduğunu ve bu ordu ile Anadolu’yu düşman işgalinden kurtarmayı tasarladığını okudum. Bu haber ışı altında düşünmeye başladım ve Enver Paşa’nın yanına gitmeye karar verdim. (…) Enver Paşa’ya hitaben bir mektup yazdım. Kendimi hatırlattım. Yanına gelmek istediğimi belirttim. Fakat bu mektubu göndermek imkânı bulamadım. Bir gün gazetelerde Azerbaycan hükümetinin İstanbul’a Yusuf Vezirof Bey adında bir mümessil gönderdiğini ve bir gazetecinin Perapalas’ta kendisiyle görüştüğünü okudum. Perapalas’ta Yusuf Vezirof Bey’le görüştüm ve Enver Paşa’ya hitaben yazdığım mektubumu, Enver Paşa’ya gönderilmek üzere kendisine verdim. Uzun bir müddet sonra cevap geldi. Bana bir Azerbaycan pasaportu ve Batum’a kadar da yol parası olarak elli lira gönderildi. (sy. 119)
***
Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşlarından bir zatın kızını Ankara’ya göndermek vazifesini Neşet Bey bana verdi. Tozkoparan’daki evinde kızı buldum. Yalnız Fransızca bilen bir Musevî annenin kızı idi. Hem Ankara’ya gitmek istiyor hem de pek fazla korkuyordu. Ankara’daki babasının adının tanınması dolayısıyla, endişeli ve çok çekingendi. Kalın peçeli ve lacivert bir çarşaf giydi. Kendisini bir at arabası ile Sirkeci’ye getirdim ve vapura bindirdim. Yolda bir polis, bir inzibat eri veya asker gördükçe, tir tir titriyor ve bana sokularak “Müsü (monsieur) ihsan korkudan ölüyorum” diyordu. Kızın korkudan ölmediğine hâlâ hayret ederim.
Bu kızın annesi Musevî, babası da Mustafa Kemal Paşa’nın yakın bir arkadaşı imiş. Aklımda kaldığına göre millî mücadele sırasında (…) Atatürk’ün yanında bulunan ve sonra Çankaya köşkü bahçesinde içinde bir at arabası içinde intihar eden Fikriye Hanım’a ait hayat mecmuasında bir süre önce çıkan bir yazıda, bu kızın annesinin resminin çıktığını ve isminin de yazılı olduğunu hatırlıyorum. (sy. 152)
Aktaran: Mehmet Raşit Küçükkürtül
Son Yorumlar