Künye: Mustafa Kutlu, Vatan Yahut İnternet, Dergâh Yayınları, Haziran 2014, İstanbul.
***
Vatan kişinin karnının doyduğu yer de olabilir gözyaşının aktığı yer de. (Sf. 10)
Zor kazanır az yeriz. Allah’a şükrederiz. Kanaat en tükenmez hazine. (Sf. 15)
Efendim oraların üretimi nüfusu beslemiyormuş. Eskiden nasıl besliyordu? Nüfus azdı da ondan. Hayır kanaat, şükür ve sabır vardı. (Sf. 23)
En tehlikeli olan şey insanları (devletleri, milletleri) şirketlerin yönetmesidir. Şirket bir mekanizmadır. Bana sorarsanız bir makine, bir robottur. Ama bir kere kurulup, programlandıktan sonra kurucularını da dinlemez, gerektiğinde onları da ezip geçer. (Sf. 31)
Hep şunu söyledik geliyoruz: Çağımızda ideoloji teknolojiyi, teknoloji ideolojiyi besliyor. Böylece hayat tarzı hızla değişerek devam ediyor. Değişmeyen, hedefte duran tek şey: Tüketim. (Sf. 43)
“Yeni dünya” mahalleyi dümdüz edip dağıttı. Komşuların her biri bir yere dağıldı, o ahşap evler, o duvarlarında sarmaşıklar, leylaklar sarkan bahçeler, o dutlar, erikler, o asma çardağı altında kanaviçe işleyen ablalar yok artık. (Sf. 53)
Ne yazık ki Müslümanlar Batı tipi hayat karşısında kendi inançları doğrultusunda dünyanın hiçbir yerinde bir “hayat tarzı” kuramadı. Hep tenkit, hep itiraz. Yeni bir teklif ve uygulama yok. (Sf. 61)
Türkler ne zaman bir hayati hamle yapmaya kalksa gerekli gücü dinden almıştır. Din Türk’ün muharrik gücüdür. Yazının başındaki soruya cevabım şu: Modernleşme kolay bir şey değil. Türkiye bu yolda mesafe almak için yine göğsündeki imana güveniyor. Dindarlaşma bu yüzden. (Sf. 63)
Hayatımız gittikçe kolaylaşıyor. Çağdaş yaşam bizi kanatları üzerine almış uçuruyor. Mutluluk yorgunu olacağız neredeyse. Doğrudur. Gönüllü esaret böyledir. Ne demişti eskiler: Ya terakki ya inhitat. (Sf. 77)
Kültür üretiminin ve tüketiminin zengin seçkinlerin tekelinden çıkması için geniş halk yığınlarının belli bir refah seviyesine ulaşması lazımdır. Bu refah seviyesi de yetmez, mesela parayı her nasılsa bulmuş bir ailenin okur-yazar, kültürel faaliyetlere duyarlı olması için en azından üç nesil geçmesi icap eder. Kültürlü olmak, kültürle ilgilenmek öyle ayda yılda bir çocuklarını lunaparka götürür gibi tiyatroya götürmekle olmaz. (Sf. 101)
İki yüz çeşit yemek. İsraf bu, haram. Ama biz artanları muhtaçlara veriyoruz. Bu daha kötü. Demek ki muhtaçları kapında bekletip artıklarla besliyorsun. (Sf. 105)
Havai fişeklerin rengârenk patlamaları, gökyüzünü boyamaları ile misket bombasının patlatılması nasıl da birbirine benziyor. Utanmasak “eğlenceli” diyeceğiz. (Sf. 144)
Bizim dünyaları fetheden bir “hat” sanatımız var. Tezhibi, ebruyu saymıyorum. Hat sanatını dahi “görsel sanat” olarak görmüyorum. Bizim anlayışımızda “işitmek”, “görmek”ten önce gelir. Biz görmeden inananlardanız. İman budur. (Sf. 164)
“Evlerinin önü zerdali dalı
Pencereden gördüm kınalı eli.”
Şairler dikkat: Zerdali rengi ile kına, dal ile bilek-parmak arasında neler var? Sevgilinin elini görmek bile âşığa (şaire) aylarca yeter. Ya şimdi öyle mi? Yâre ulaşmak için dağları delmek gerekmiyor. Yâr sokaklarda dolaşıyor; fabrikaya, okula, işe gidiyor; canı isterse bir cafeye takılıp dondurma yiyor. (Sf. 182)
Gönül ukbâ, beden ise dünyadır. Gönül aşkın dostu, nefis bedenin yoldaşıdır. Nefis bir düşman, gönül bir kaledir. (Sf. 192)
Bir yer ki “turistik” olmuştur, çekiver kuyruğunu. Çünkü orda artık turistin borusu öter, her şey onun arzusuna göre dizayn edilir, doğal olan yerini yapay olana terk eder. Bazı kentlerdeki çağlayanlı havuzlar ne kadar acıklıdır. (Sf. 237)
Çocukluğumuzu mahallenin ve sokağın cenazesi ile birlikte toprağa gömdük. Ve özlüyoruz. (Sf. 258)
Aktaran: Muhammet Emin Oyar
10 Yorum