

Yok Yok – Mehmet Harmancı
Şatahat serisinin üçüncü kitabı Yok Yok’da Mehmet Harmancı, tanıklardan dinlenmiş, şifahi kayıtlardan derlenmiş, yazmalardan alınmış, genel ağdan seçilmiş; bakıp da görmediğimiz, görüp de bakmadığımız yitiklerimizin altını çiziyor. Aynı duyarlığı farklı farklı tür ve biçim, anlatım ve yaklaşımlarla arayan metinler; elimizin altını, zihnimizin ardını ‘Her şeyin “bir şey” için her hayatın “bir söz” için olduğunu unutmadan; maharetin, çelikçomaktan hakikat çıkarmak olduğunu düşünerek’ okumayı öneriyor.
Yok Yok, oluşumunu okuruyla birlikte sürdürecek ‘kendi’ olma yolculuğu/daveti. Ancak bu davet, bu yolculuk, zamanımızın ‘yol, yolcu, han’; ‘süreç, olgu, oluş’ biçimlerini çeşit çeşit, çetrefil çetrefil algılayışımızı ‘bir’lemeyi öneriyor.
Kesret Çarşısında Bir Hikmet Dükkânı – Birol Yıldırım
Köstendilli Süleyman Şeyhî Efendi, 1750-1819-20 yılları arasında Bulgaristan’ın Köstendil şehrinde Osmanlı’nın dağılma döneminde yaşamış âlim, şâir, yöneticilik vasıflarına da sahip, çok yönlü bir Osmanlı müellifidir. Tarîkat-ı Âliyye-i Nakşibendiyye’nin Müceddidiye kolunun samimi bir müntesibi olmakla birlikte, oldukça geç bir dönemde varlık âlemine “Ekberî irfân” şeklinde ifade edilen “tevhîd-i vücûdî/vahdet-i vücûd” penceresinden bakmayı tercih etmiş bir âriftir. Yaklaşık yetmiş yıllık ömrünün büyük bir kısmını irşad görevine hasretmiştir. Özellikle mektuplaşmalarından, bulunduğu yöredeki manevî ortamın tam merkezinde yer aldığı anlaşılan müellifimiz, derin bir sorumluluk anlayışı ile çevresindeki halkın her meselesi ile ilgilenmiş, bu bağlamda aslî görevi olan mürşidlik ve müderrisliğinin yanında, salgın hastalıklar esnasında fedakârane gayretler sarf etmiş, bir yandan da âyanlık ve mütesellimlik göreviyle devlet hizmetinde bulunmuş, İstanbul mahkemelerinde de bir müddet çalışmıştır.
Kendi şiirlerinden hareketle söyleyecek olursak Köstendilli: “Kesret çarşısında bir hikmet dükkânı açan, karınca hasım olsa bile merdâne davranmayı tavsiye eden” ve tüm yaratılmışları tek gören, bu anlayışla “karınca ve yılanın akraba olduğunu söyleyen” bir hikmet erbabı. Öyle ki onun anlayışı, özellikle yaşadığımız bu zamanda gönülden benimseyip tutum ve davranışlarımız için örnek alınacak, ruh ve zihniyet dünyamızı yenileyecek ve asıl öğretiyi yeniden hatırlatacak ruha sahip.
Bahrü’l-Velâye, Lemeât-ı Nakşbendiyye, Sübhatü’l-Levâyih ve Sakk-ı Şeyhî gibi ardında birçok eser bırakan Süleyman Şeyhî Efendi, Sofyalı Bâlî Efendi’den sonra Bulgaristan’da yetişmiş en verimli ikinci müellif olarak düşünce dünyamızda yerini almıştır. Tasavvufî konular başta olmak üzere birçok alanda eser vermiştir. Bir külliyât hacmindeki eserleri ile insanoğluna önemli düşünceler aktarmış, mihverinde bulunduğu toplumu, mülhid ve mutaassıbların etrafta kol gezdiği bir dönemde, İslâmın mu’tedil ölçüsü etrafında tutmaya gayret göstermiştir.
Birol Yıldırım’ın kaleme aldığı Kesret Çarşısında Bir Hikmet Dükkânı, Süleyman Şeyhî Efendi’nin hayatını, eserlerini, ilmî, edebî ve tasavvufî şahsiyetini ve görüşlerini bir bütün halinde ele alan bir ilk çalışma olarak Büyüyenay kitaplığına katılıyor.

A’dan Z’ye Felsefe – Naomi Zack
Geçmişi MÖ yedinci yüzyıla dayanan felsefe, bir zamanlar matematikle, geometriyle, tıpla ve hatta mitolojiyle iç içeydi. Filozoflar çoğunlukla hem şifacı hem de kendilerini hayatı anlamlandırmaya adamış rehberler olarak kabul edilirlerdi. Peki, nasıl oldu da felsefe bütün disiplinleri kapsayan bir alanken yüzlerce alt alana bölündü̈?
Felsefi düşünceyle tarihte iz bırakmış filozofların ilginç hikâyelerini birleştiren A’dan Z’ye Felsefe, 1000’den fazla soruya verilmiş kapsamlı yanıtlarla sizi bilgelik ve hakikatin peşindeki Pre-Sokratik dönem filozoflarından analitik felsefenin temsilcilerine dek süren bir felsefe tarihi yolculuğuna çıkarıyor. Bu yolculukta, insanlığın düşünce sisteminin nasıl değişip geliştiğini gözlemlerken eskiçağdan Rönesans’a, Aydınlanmadan postmodern döneme, felsefenin aştığı bütün engelleri yakından tanıma fırsatını bulacaksınız.

Arabistan Seyahatleri – Hicaz topraklarında Batılı bir Seyyahın Gözlemleri – John Lewis Burchardt
John Lewis Burchardt, 18. yüzyıldan itibaren yıldızı iyiden iyiye parlamış görünen Batı dünyası adına genelde Doğu’yu, özelde ise İslam toplumunu ve bu toplumun, üzerinde dağılmış olduğu toprakları keşfedip anlamak isteyen bir seyyahlar grubunun öncülerinden birisi. Bu grup doğal ve kaçınılmaz olarak mensubu olduğu ya da adına çalıştığı ülke yönetim ve istihbarat unsurlarıyla bir şekilde doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ilgili ya da ilişkilidir.
Burckhardt, 2 Mart 1809’da Londra’dan başlayan seyahatine Malta’dan itibaren Hacı İbrahim olarak devam eder. Artık Müslüman bir tacir görünümündedir. Uzun süre Suriye’de kalır, Kudüs çevresindeki ‘kutsal toprakları’ dolaşır ve sonra Mısır’a geçer. Esas itibarıyla üslenmiş olduğu görev Nijer Nehri üzerinde yer alan memleketlere ve kaynağına ilişkin bilgiler edinmek ve ortaya koymaktır. Fizan üzerinden Sahra çölünü geçip Nijer Nehri’nin yakınında bulunan Timbuktu’ya (Mali) doğru gitmeyi planlar.
Hedefi olan güzergâh yönüne gidecek bir kervanı bekleyiş sırasında Nil nehri boyunca güneye doğru giderek Nubia seyahatini yapar. Kahire’ye dönüşünü Kızıldeniz’den Cidde’ye geçerek Hicaz topraklarında seyahatler yaparak gerçekleştirir. Dönem, Mekke ve Medine’de ve çevrelerinde Vehhabî işgalinin ve vahşetinin yaşanmış olduğu 8 yılın (1805-1813) hemen sonrasındaki dönemdir.
Kahire’deki bekleyişi sürerken üç ay sürecek bir de Sina turu gerçekleştirir. Nihayet, 1817 Nisan’ında beklemekte oluğu kervanın haberini alır, ama o ağır bir hastalığa yakalanmıştır. Kaderin onun için belirlemiş olduğu göç güzergâhı farklıdır. 15 Ekim 1817’de vefat eder. Son dakikalarında arzu etmiş olduğu gibi Müslüman âdetlerine göre defnedilir. Kahire’de Müslüman mezarlığındaki kabri başındaki mezar taşı onu Müslüman olarak nitelemektedir.
Sonraki yıllarda bölgeye doluşacak olan Avrupalı ajanlar için yararlı ve gerekli birçok bilgi ve işaret bırakmak gibi bir hizmetlerinin olduğunu düşünsek de, Burchardt ve benzeri Batılı seyyahların o dönemdeki gözlem ve notları Müslümanların 19. yüzyıldaki durumu ve sonraki gelişmeleri daha iyi anlayıp değerlendirmeleri açısından belli bir öneme sahiptir.

Kalbin Huzuru – Hâce Ubeydullah Ahrâr
Bu eser 15. yüzyılın büyük mutasavvıf âlimi Hâce Ubeydullah Ahrâr hazretlerine aittir. Vâlidiyye, Havrâiyye, Enfâs-ı Nefîse adlı üç farklı risalenin bir araya getirilmesiyle hazırlanan kıymetli kitap, Farsça aslından tercüme edilerek Kalbin Huzuru ismiyle yayına hazırlanmıştır. İlk risale olan Vâlidiyye, Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın babası tarafından yazılması istenerek kaleme alınmıştır. Bu risalede Allah Resûlü’ne ittiba, Kur’ân-ı Kerîm okumanın edepleri, dünya sevgisinden kurtulmanın gerekliliği, velilerle ünsiyet kurmanın önemi gibi konular işlenmiştir.


İslam Dünyasında Felsefi Düşüncenin Serüveni – Gulamhuseyn İbrahim-i Dinani
İran’ın yaşayan en saygın ilim ve düşünce adamlarından biri olan Dînânî, zor bir göreve talip oluyor ve İslam dünyasında felsefenin tarihini, İslam âlimlerinin eleştirileri eşliğinde kapsamlı olarak sunmayı başarıyor.
“Tarihin ve tarihteki olayların akışının düşünce temelinde gerçekleştiğini bilen kimseler, düşünce ve felsefenin öneminden nasıl habersiz olurlar? Tarihin hâdiseleri ve zamanın olayları, güçlülerin fetih ve zaferlerinden ibaret değildir. Barış ve savaş, zafer ve hezimet ve insan hayatıyla ilişkili şeyler, düşünce okyanusunun dalgaları ve kükreyişleri ile bağlantılıdır. Tarihte bireylerin izini süren ve kişisel hayat hikâyelerini araştıran kimseler, tarihin bu şeylerin toplamından ibaret olmadığının farkında değildir. Eğer tabiat, Yaratıcının eliyle yazılan bir kitap ise, tarih de onun düşüncenin nakşı ve akıl ve tefekkürün yüce kalemi ile yazılan bir levhasıdır. Düşüncenin nakşının belirgin olduğu ve akıl ve tefekkürün tarihin olaylarının temeli olduğu yerde tarih felsefesi ile felsefe tarihi arasındaki aralık da belirsiz ve silik olur. Ama akıl ve tefekkür, işlerin temel noktası haline gelirse, bu iki kavram birbirine yaklaşır ve aralarındaki fark, bir bakış ve görüş farkı mesabesine iner. Şu nokta da dikkate alınmalıdır ki, felsefe tarihinin filozofla olan ilişkisi, bilim tarihi ile bilim adamı arasındaki ilişkiden farklıdır. Bunun delili de şudur ki; felsefe tarihi her dönemde veya çağda hiçbir şekilde kendisini o çağın filozofuna dayatmaz iken bilim tarihi gelişim ve evriminin hiçbir aşamasında bilim adamını kendi haline bırakmaz ve onu gelinen aşamayı kabul etmeye mecbur eder.”
Edebifikir
Son Yorumlar