Alçakça İhtiraslar

Bir mektuba nasıl başlanacağını bilmiyorum. Bu yüzden, bir mektuba nasıl başlanırsa, öyle başlamışım gibi kabul et. Dudaklarına kırık bir tebessüm otursun mesela, gözlerin ışısın tekrar ve hayaline düşeyim. En hacimli kelimelere sahip cümleleri, en göz yaşartıcı duaları senin için seçiyor ve yolluyorum. Çağırıyorum. Senin dünyanda kimler yaşıyor, ne yenip içiliyor, dava-ideal-kutsal-aşk gibi kavramlar sömürülüyor mu mesela, neler oluyor anlatsana? Bizimkini soracak olursan, samimiyetini çoktan yitirdi. Ondan tek beklentimiz, iman selametiyle göçüp gitmekten başka bir şey  değil artık. Bizim zamanımızda türlü oyuncaklar, çikolatalar, bilgisayar oyunları ve diğerleri olmasa da, baba, anne ve kardeşlerden oluşan; babaanne, dede ve halayla desteklenmiş (kozmopolit) ailelerimiz vardı bin şükür. Aradan yirmi beş yıl geçti. Şimdi oyuncaktan, çikolatadan çok ne var! Lâkin Halepli Muhammed Mirza hâlâ oyuncaksız, hâlâ çikolatasız. “Olmasın be, biz alırız” dediğini duyar gibiyim. Peki o halde; Cerabluslu Fatıma’ya bir baba, Bayır-Bucaklı Sakine’ye bir kardeş bulabilecek misin? Ya Umran?

Bu mektubu, mektup yazmayı merak etmenin nasıl bir şey olduğunu anlamak için yazıyorum. Evet, bir meraktı insanın yeryüzüne gönderilmesine neden ve şimdi, bilmem kaç bin yıl sonra bir merak, elimdeki sigaranın boynunu kırdırıp beni bu satırları yazmaya zorluyor. Sonsuzluğun, hayatın, gerçekliğin inanılmaz yapısının sırlarını çözmeye çalışmıyorum elbette. En basit duygulardan biri olan merakın nedenini sorguluyorum günlerdir. John Albert Halili’nin, şu cümlesini nasıl bir ruh haliyle yazıldığını merak ederek başladım bu işe; “Merak kediyi öldürdü, kedinin dokuz canı vardı. Bu yüzden, merak kediyi sekiz kere daha öldürdü.”  Evet, bizi doğuran, büyüten ve öldüren bir meraktı ve ben bu sözü okuduktan sonra merak etmemeye dair kendime bir söz verdim.

İçimde yatışmış bir hüzün, sistemli bir soygun, bastırılmış bir utanç büyüyor. Alaycılığımızın, korkularımızın, çıngıraklı kahkahalarımızın bile ardında büyük bir hüzün uzanmış yatıyor. Kuralsız bir talanla birlikte delice bir kıyımın arefesindeyiz. Göğsümde bir damar yırtılmış gibi seğirirken, bütün o çığlıkların kulaklarıma dolmasını bekliyorum. Umarım içlerinden biri senindir. Hüznümün nedeni yok! Daha doğrusu, hüznümün nedenini bilmiyorum. Gerçi bilmeyi de hiç istemedim. İstesem, kim bilir bir göz açıp kapayışla silebilecektik her şeyi. İstesem, içimdeki beni çıkarıp, beni anlattırabilecektim ona. İçimizdeki hiçbir hüzün nedensiz değil, biz sadece “içimize düşmeyi” öğrenemedik, o kadar.

Birbirimize “her şey” verdik “hiçbir şey” aldık. Şereflice. Ne hüzün, ne hüzün, yine hüzün…

Hayat, bir merakla başladı demiştik, alçakça ihtiraslarımız yüzünden de bitecek. Hiçbir şey iyi olmayacak ve biz bin bir kahırla yitip gideceğiz. Düştün mü? Kalk o halde, kaldırmayacaklar.

Anılar buluştu ve sözü engelledi. Bu kadar, tam da bu kadar.

Abdülkerim Kolat

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • H.K. , 15/11/2016

    Meğersem yalnız lokum dağıtanlara değil, ‘her şeylerini'(yazı.fikir. hüzün.) dağıtanlarada .Allah Kabul Etsin. denirmiş.
    Elinize sağlık.

H.K. için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir