yalnızlık kil’di, gitgide
ağaca gömülü gökyüzünün minesi soldu
sen ki günlerini velveleye
verdin de ne oldu?
Hilmi Yavuz / Çöl Şiirleri
Celal abi, sana çok kızgınım. Niçininin içini açabilmeyi umuyorum.
Celal abi, malumun olduğu üzere; “ne çok acı var…” diye başlar Zarifoğlu Yaşamak’a. Okuyunca üzülürüz, içimiz burkulur önce, sonra yalnızlığa ve türlü musibetlere tahammülümüz olmadığından, bizden daha çok acı çeken insanların varlığını duyumsayarak teskin olma eğilimine gireriz. İçten içe biliriz ki; bir sonraki paragrafta acı katmerleşir, yaşamak güdüsünün sarmalları genişleyip, bir kurtuluş olarak vehmettiğimiz ölüm güdüsüne doğru sürüklendikçe aslında içten içe acıya bağlanırız. Kalabalık ve haz arasındaki doğrusal ilişki, basbayağı yalnızlığın hayalinden nemalanır. İşte bu yüzden, uzlet duygusunu bir perde olarak kullanan insanlar kalabalığa karışıp şehre çıkma cesaretini gösteremezler.
Ama artık çok geçtir. Bir kere o kitap açılıp okunmuştur. Haz! Artık çok geçtir. Düşünmeye başlanmıştır. İdrak! İşte bu noktada, düşünmenin hakkını verip idrak edebilen insan, idrakinin seviyesi nispetince amel edebilirse, hem şehre karışıp hem şehvetine duçar olmadan yoluna devam edebilir. (Halvet Der Encümen) Aksi takdirde idrak edilen her şey bizi yalnızlığa sürükleyecektir. Artık çok geçtir. Bir kere o kitap açılıp okunmuş ve nihayete erdirilmiştir. Acı gibi yalnızlıkta kutsanmaya başlanmıştır. Kibir! Allah bizi bu raddeye gelmekten muhafaza etsin. Seni kibirli olmakla itham etmiyorum, bilakis kibre götüren yalnızlıktan sıyrılabildiğin halde, tek sermayen olan ve seni mamur kılacak yalnızlığı bağrına basamadığın için sana çok kızıyorum. Hatta beni tefe de koysalar söyleyeyim, merhum Zarifoğlu ilk cümleyi yazarken yalnızlığa ve gerçekliğe tahammül edemediğinden ifşaya başvurmuş ve durumu romantize etmiştir.
Celal abi, Sulhi Ceylan tarafından zehirlenen ve tek derdi yaz okuluna kalmamak olan romantik kızlar, yazdığın mektubu okuyarak duygulanmış olabilirler ama ben zerre kadar etkilenmedim. Sana öylesine inanıyor, seni öylesine anlıyorum ve seni öylesine seviyorum ki, bunu yapmaya can atsam da kendi acılarımı -edebi bir dille- ifşa etmekten vazgeçiyorum. Kendi acılarını anlatarak seni kim teselli etmeye yelteniyorsa bil ki, o riyakâr ve boşboğazın önde gidenidir. Sana üzülen ve yazdıklarınla tatmin olan kim varsa senin acılarını kaskatı nefsi için kullanmaktan şuncacık imtina etmez.
Celal abi, “Kalbini kolla, ölmeden çürüyorsun!”
Ünsiyet beslemediğini söylediğin Cioran’ın ‘Çürümenin Kitabını’ yazıyorsun da farkında değilsin. Ama sanıldığının aksine fermantasyon organizmaları değersizleştiren klinik bir işlem değildir. Çürüme sırasında ortaya çıkan enerji öylesine muazzam bir enerjidir ki aramakla bulunmaz. Söylediğin gibi, bu irfan aramakla değil, ancak -maruz kalınmakla- elde edilebilir.
Mektubunu okudukça sana olan sevgim şiddetinde kızgınlığımın da arttığını itiraf etmeliyim. “İtiraf etmeliyim ki yaşamak istediğim dünya ile yaşamaya maruz kaldığım dünya arasındaki fark beni boğuyor. Aslına bakarsak her insan, içinde böyle bir ikilemi yaşar” diyorsun. Aslına bakarsak her insan içinde böyle bir ikilemi yaşamaz. Kendi gerçekliğimi ifşâ etmek ya da durumu ajite etmek için söylemiyorum, babamı ele alalım; kendisi 65 yaşında ve son dört senedir alzehimer hastası, asgari ihtiyaçlarının hiç birini kendi başına göremeyecek kadar hasta. Sonra diyabet, hiper tansiyon, kalp krizi ve kolestrol… Yaşamak istediği dünyanın bu olduğunu zannetmiyorum. Gün içerisinde kendini, eşyaları ve diğer insanları tanıyabildiği her hangi bir süre içerisinde bir kez olsun ‘of!’ dediğine şahit olmadım. Oysa, hastalığının doğası gereği -bir ikilemin- içerisinde yaşamaya maruz kalmış bir adamdan bahsediyoruz. Öyle bir hastalığa müptela olduğunu düşün ki, beyninin büzülüp küçülmesiyle ‘mutsuzluğu’ dahi idrak edemeyecek kıvama geliyorsun.
Sonunda öylesine kristal öylesine mükemmel bir noktaya geliyorsun ki, acının ve sızının en yoğun olduğu bölgede katıksız bir mutluluğa maruz kalıyorsun. (Saf mutluluk; çürümek ve mayalanmak arasında ki kör makas)
Sonra “Kendi çağımızı kaybettiğimizi, yenildiğimizi kabullenmiş ve bütün derdim bizden sonra gelecek nesillere sağlam temeller atmaktı” diyorsun. Allah aşkına söyle, çok merak ediyorum, neden? Şu sokağın haline bak Celal abi, at izi it izine nasıl da karışmış, sabah evden imanla çıkıp akşam eve kâfir olarak dönme ihtimalin var, evine, çoluğuna çocuğuna helal lokma götürmek neredeyse imkansız hale gelmiş, ateş her tarafı sarmış, hangi nesle hangi temeli atacaksın? Sonra kaybetmek nedir? Kim, neyi, nasıl kaybeder? Kendisine her imkanın sunulduğu -saygın- bir beyin cerrahı hayatı kazanmış bir adamken, türlü imkansızlıklar içinde asgari ücretle çocuklarının nafakasını çıkaran bir adam hayatı kaybetmiş bir adam mıdır? Değişim öncelikle kişinin kendinden başlar. Ailesine sirayet eder ve halka halka büyür. Bu sebeple öncelikle senin metanetli olman gerekir. Sen yani insan!
Sorsalar mürekkep yalamış herkesin dünyaya ve kaybetmeye dair kallavi bir cevabı muhakkak bulunur: Toplumsallaşma, modern hayat, kapitalizm, sekülerizm, kıl yün, bla bla bla!.. Hadi şu Fatiha suresini tecvitli okuyuver desen seni gördüklerinde yollarını değiştirirler. Düşünsene Allah’ın kendilerine gönderdiği mektubu okumayan insanlar var ve daha da kötüsü panzehiri zehirin içinde arayan insanların olması. Sen nerede duruyorsun Celal abi? Eline bir ateş alıp sokaklarda adam aradın mı?
Sonra, “Bana göre en etkili direniş pasif direniştir” diyorsun ve arkasından bir dizi anti-kapitalizm senaryosuyla sade bir hayat tasavvurundan söz ediyorsun. Ben Mehmet Raşit Küçükkürtül ile dergâhtan bozma bir çatı katında 6 ay yaşayabildim, öyle bir hayat varsa söyle beraber yaşayalım. Hiç bir eylem yapmamayı tahayyül eden bir zihin ‘eylemsizlik eylem planını’ hayata geçirmeye yeltenerek dahi yeni bir eylem planına hazırlık yapmaktadır. Çünkü hayat boşluk kabul etmediği gibi, düşünen ve sorgulayan zihinleri komplo teorilerine ve muhtemel sonuçlara değil, muhkem sürecin ta kendisine yönlendirir. Öyleyse süreç bizim her şeyimiz değil mi? Yarım kalmışlık hayatın özü değil mi? Öyleyse nereye geç kalıyorsun? Değil mi ki “Olmak bizim en düzenli hareketimiz.”
Asılıp kalmadık mı sokak fenerlerine?
‘’… insanın insanı anlayabileceğine dair umudum günden güne tükeniyor” diyorsun sonra. Bak, 1946 yılının sonbaharından Ludwig Wittgenstein bizlere nasıl sesleniyor: “Kendine bak, kendini hiçbir zaman anlamayacaksın. Çünkü kendini bir dizi tasarım içinde görüyorsun, sonunda da dağılıp gidiyor hepsi. Çünkü kişi kendisine dışarıdan bakamaz, zira kişi kendisinin nasıl göründüğünü sahiden görmez, çıkarsayabilir ancak. Kişi, kendine bu koşullar altında ben bir başkası için ne derdim, diye sorabilir. Ama yanıt şu: bilemezdim. Bilseydim de, o başkasıyla ilgili haklı olduğum konusunda birşey söylemiş olmazdı. Kişinin kendi üzerine sığ bir yargıda bulunması, kendisini şu ya da bu komedinin ya da trajedinin oyuncusu sayması bunları bir başkası için yapması kadar korkunç bir şey. Düşün ki başına ne gibi bir mutsuzluk, nasıl bir acı gelirse gelsin, bunu sen kendin hakettin.”
Hakettin abi, hiç kusura bakma. Ben de hakettim sen de hakettin. Güzelliğine ve zenginliğine mühlet verilen her göğsügeniş de hakettiğini bulacak. Lale Müldür ne güzel söylemiş:
“Kim yaşamını kurtarmaya çalıştıysa kaybedecek.
Kim kaybettiyse bulacak onu yeniden.
Fezanın lacivert bir serap gibi insanları sardığı bir gün.
dağınık, hafif bir uykudan kalkar gibi
teyelleyeceksin kendini.”
On seneyi aşkın bir süreden beri bir dergâhın kapısındayım. Dönüp bakıyorum da arpa boyu kadar yol alamamışım ama kapıdan da uzaklaşmıyorum. Zira Sulhi Ceylan’dan duymuştum, sadeliğin ihtişamına ulaşmak için öncelikle rutinin hakikatine varman gerekir diye.
Demek ki oyun içinde oyun varmış Celal abi. Teselli ediciler karnı tok, sırtı pek felaket tellallarıymış, demek ki kulağına uzak zamanların sesi çalınanlar, bu sesi taklit etmeye çalışan papağanlarmış, demek ki tasavvuf sokakta, kanda, gözyaşında, irinde, seccadende, gönlünü huzura kavuşturduğun bir garibin bakışında ve yalnızlıktaymış, demek ki yalnızlık insana mahsus has odalardan bir zindanmış, demek ki Allah seni sevmiş, sevmiş de bunca belaya müptela kılmış.
İşte, bir varmışız bir yokmuşuz Celal abi.
Sana öylesine kızgınım ki Celal abi, an itibari ile seni kimse böyle sevememiştir.
Bütün kitaplarını yakıp artan küllerle contaları da yakman dileğiyle.
Bâki selamlar…
Bahadır Dadak
Son Yorumlar