
Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün “bozcaada’ya gelirsen beni ara” isimli mektubuna Bahadır Dadak cevap yazdı.
***
Bir taşın rüya görmediğinden emin olamıyorum.
Rüyasında ağırlığını yitiriyor mudur bir taş?
İnsan olmak öylesine zavallıca ki; rüyasında bir kez olsun uçmayanı yok.
İmâ C. Çelik – Bir Âh Hane Penceresi
Şimdi. An itibariyle. Klavyenin sağ alt kısmında kendi halinde yaşayıp giden o zavallının üzerine basarak bir iddiada bulunuyorsun. Hiç utanmıyorsun, hiç korkmuyorsun, ondan soracaklar diye endişelenmiyorsun. ‘Ş’ diyorsun, altı üstü bir ’Ş’. Şimdinin ‘Ş’ si. Basıyorsun üzerine ve yazıyorsun; şimdi. Oysa ona basınç uygulamakla harf polenlerinden bal devşiren emekçi arıların kovanlarına çomak sokuyorsun. Bir teker bulsan harflerden ona da çomak sokarsın.
Şimdi!
Diyorum ki Raşit, şimdi ‘sen’ diye seslendiğim aslında benim. O mazlum harfle başlayan ayartma geceleri, babanın zulasından patlattığın sarma sigaralar, bir gradient geçiş olarak kurguladığımız kadınlar, ‘’kadınların sahiden doğurduğuna inandığımız’’ koftiden sancıları, sonra bu afili laflar, bu sokak jargonu seni doğrudan bir başka ‘şimdi’ye getiriyor; bana. Ben ki, her an var olmaya maruz kalmakla ‘şimdi’den el etek çekmeye cüret etmiş ve tüm zamanları bir portakal gibi dilimleyerek kahvaltıda yemen için sana uzatıyorum. Tüm bunlar olurken on beş kilo birden veriyorum. Gözlüklerim paramparça oluyor soğuktan. Sevgilim beni terk ediyor. Kendimizi kollamaktan acizken, Namaz dağının eteklerinden Gabar’a doğru uzanan yolları kollayalım diye daracık bir mevziide Süleyman’la beraber nöbet tutuyoruz. Süleyman… Şiir seven adam Süleyman, eninde sonunda balistik başlığı bir kenara, tüfeği bir kenara fırlatıveriyor. Süleyman, ah Süleyman! Her Türk askeri gibi aslen Sivas’lı. Tir tir titriyoruz. Mevzuunun dışında, mevziinin içindeyiz. Ben alt kattayım, Süleyman üst katta. Ona senden bahsediyorum, o da bana Cemal Süreya’dan, Ece Ayhan’dan falan bahsediyor. Özellikle Ece Ayhan’dan bahsediyor ki, en azından askerdeyken şiirimiz sivil kalabilsin. ‘’Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.’’ kabilinden gereksiz cümleler kuruyor sonra. Gece 3-5 nöbeti. Zifiri karanlık. Dünyanın bütün köpekleri uykuda. Hışırtıya benzer bir ses duyuyoruz sonra. İşaret ve parola hak getire, nöbetçi astsubay yüzümüze bile bakmadan lap diye giriyor kapıdan. Basıyor küfürü! Telsizi ve evrakları kontrol edip gidiyor sonra. Şimdi rahat rahat sigara içebilirsiniz zırtapoz herifler der gibi gidiyor. Ramazan’la Ali geliyor sonra 5-7’ye. Her türlü beş on dakika takıyorlar. Gülerek karşılıyoruz, neyse ki taciz ateşi falan yok, yollar tertemiz. Parola ‘televizyon’, işaret ‘bulut’. Sonra yemekhaneye gidiyoruz. On dakikada on saat birden yaşlanıyoruz ve birden akşam oluyor. Sevgilim beni yine terk ediyor. Sonra karavana kuyruğuna giriyoruz. Yerli halktan bir adam, yaşlı bir korucuyu gözünü kırpmadan tekfir ediyor. Adam, artan yemekleri fakirlere dağıtmak için operasyondan henüz gelen kıdemli bir uzman çavuştan izin istiyor sonra. İzin veriliyor ve alacağını aldığı gibi koşarak uzaklaşıyor yemekhaneden.
Daracık yemekhanede hepi topu sekiz on kişi kalıyoruz. Ben, Ramazan, Yusuf, 95’e 4’lerden gece çavuşu Murat ve yine uzun dönemlerden birkaç asker… Çok uzaklardan geldiğini hissettiğimiz, yerin ta dibinden fırlayıp tümenin üs bölgelerine kadar yayılan muazzam bir basınç ve ses dalgasıyla sarsılıyoruz sonra. Kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Yemeklerimizi yemeye devam ediyoruz. İçten içe, farklı bir olayın heyecanıyla mutlu bile oluyoruz belki, ama asla belli etmiyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi yemek yemeye devam ediyoruz. Yusuf; Nizar Kabbani’den, Ramazan; hiç görmediği kızından ve Murat çavuş; nişanlısından bahsediyor. Hâlbuki bilmiyor ki kız onu terk edecek.
Yemeklerimizi bitirdikten sonra tabldotları bulaşıkhaneye götürüp gazinoya doğru yürümeye başlıyoruz. Ramazan bir gafletle deliyor ‘şimdi’yi: ‘’Kesin Cudi’yi bombaladılar.’’ diyor. Yusuf, kendini anti militarist ya da devrimci falan zannettiğinden olaya gayet rasyonel yaklaşıyor ve bir takım çıkarımlarda bulunuyor. Günde on altı saat nöbet tutmaya zorlanan askerler Yusuf’a hak veriyorlar. ‘’Gök gürültüsüydü!’’ diyorum ve inatla savunuyorum tezimi. Gazinoya giriyoruz ve televizyonu açıyoruz. Nefes filmindeki sahne aynen gerçek oluyor. Gülkurusu ceketli, süslü püslü bir kadın, ölüm haberlerinden yontulmuş rutin bir ses tonuyla televizyonun camlarını kırarak er gazinosuna; Yusuf, Ramazan ve Murat çavuş’un çay içtiği masaya doğru usulca yaklaşıveriyor. Bir sandalye çekiyor ve oturuyor.
“Şırnak Yeni Mahalle’de hain saldırı!” diyor kadın. Ben hâlâ “Gök gürültüsüydü!” diyorum. Yusuf, istifini bozmadan çaydan bir yudum daha alıyor. “Şırnak Yeni Mahalle’de hain saldırı!” diye devam ediyor kadın. “Teröristlerin attığı zırh delici roket, Şırnak Yeni Mahalle’de seyir halinde bulunan Özel Harekât Polis’lerinin kullandığı Ural cinsi zırhlı araca isabet etti. Yedi polisimiz ağır yaralanırken üç polisimiz olay yerinde can verdi. 23. Tümen Komutanlığı’ndan olay yerine sevk edilen askeri birlikler…”
Davulla, zurnayla ve hatta yemekli bir düğünle askere gönderilen Murat çavuş başlıyor küfretmeye. Tutabilene aşk olsun. Ben hâlâ, “Gök gürültüsüydü!” diyorum içimden ve Yusuf’a bakıyorum. Çıtı çıkmıyor Yusuf’un ama gülümsüyor. Gabriel Garcia Marquez’i düşünüyor belli ki. Ramazan ve Murat boşalsın, rahatlasın istiyor. “Haklıydım işte, ama öfkeyle ve şiddetle hiçbir sorunu çözemeyiz” demeye cesaret edemiyor. Haber kanalını kapatıp müzik kanalını açıyoruz sonra.
Ah Raşit, “Artık üşümek Çince bir çiçektir oralarda!”
Şimdi; zihnimizde bir ses, klavyede bir tuş olarak konuşlanan Şırnak’ın ‘Ş’si aslında bir bütünün parçası olmak istemiyor belli ki. Ya da zaten bir bütünün kendisi ya da kendisiyle kaim bir gerçeklikti ‘Ş’. Ki, sen ve ben bunu hiç tınmıyoruz, zerre kadar umursamıyoruz, umurumuzun kenarlarında bile dolaşmıyor. Şimdi; derli toplu bir zaman dilimi olmaktan bile aciz, yine de, her şeye rağmen git gide körleşen bir metafor haline gelmesine aldırmadan ‘şimdi’yi önemsiyoruz. Sen kahvaltıda portakal yiyorsun. Ben o sırada “Şafak doğan güneş!” diyorum. İdil’e pusu atıyorlar ve eksi bir diyorum sonra. Sonra eksi iki… Eksi üçüncü gün kara faaliyet raporları geliyor. Taş olsa çatlar hani, yine de sineye çekiyorum. Tezkere alan askerlerin orkinos balıkları gibi istiflendiği ve ismine -Kabul Toplama Merkezi- denen kötü bir yatakhaneye gönderiliyoruz sonra. Birkaç saat geçmeden, yüz yıllardır orada yaşayan bir asker avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor: “Eksi bilmem kaç sayan ne kadar asker varsa merkez komutanlığı helikopter pistine! Kimliklerinizi ve valizlerinizi almayı unutmayın!”
“Dünyanın en güzel Arabistan’ına” gidiyoruz sanki. Öylesine mutluyuz ki, mutlu olmaya fırsat bile bulamıyoruz. Helikopter pistine vardığımızda daha evvel görmediğimiz bir yüzbaşı, bize refakat eden ve her birimizden beşer yaş küçük olan yeni yetme bir uzman çavuşa emirler yağdırıyor. Belki bir saat put gibi dikiliyoruz o soğukta. Derken, helikopterler iniveriyor piste. Toplam yirmi altı kişiyiz. İki gruba ayırıyorlar bizi. Birinci grup, nispeten uzakta olan helikoptere yerleşiyor hemen. Tam sıra bize geldiğinde ağzı burnunda genç bir kadın ve üç sivil istihbarat subayı burnumuzun dibinde peyda oluveriyorlar. Yüzümüze bile bakmadan, teker teker biniyorlar helikoptere. Bizim de içinde bulunduğumuz on iki kişilik gruptan dokuz askeri daha oturtuyorlar yanlarına. Mustafa, Ali ve ben; dımdızlak kalıyoruz ortada. En kısa zamanda kara faaliyeti düzenleneceğine dair yeminler etmeye başlıyor yeni yetme uzman çavuş. Helikopterleri çalıştırıyorlar. Artık neye üzülürsek ona iman ediyoruz.
Sonra, hiç beklenmedik bir şey oluyor. Yüzbaşı hayatımızın kıyağını yapıyor bize. Tam helikopterler havalanacakken pilotun yanına gidiyor ve bizi de alması için ricada bulunuyor. Hemen emir veriyor pilot. Beş dakika içerisinde toza toprağa bulanmış helikopter tabanında yaklaşık bir metrekarelik bir alan açıyorlar bize. Göğsümü ve başımı dizlerime yaslayarak cenin pozisyonuna geçiyorum ve nihayet havalanıyoruz.
Neden sonra bilmiyorum hava birden ısınıveriyor, dört bir yanımızda sarıasma kuşları kanat çırpmaya başlıyorlar. Başımı uzatıp dışarıya bakıyorum, masmavi bulutların içerisinde süzülüyoruz. Ve deniz! Deniz çarşaf gibi… Neden sonra bilmiyorum Cizre’ye deniz geliyor.
Helikopterler Selen Kışla’sına iniş yaptığında postallarımızı yırtıp denize giriyoruz. Rıhtıma iniyorum sonra, bir sigara yakıyorum ve Hasan Ali Toptaş’ın Heba romanına kaldığım yerden devam ediyorum: “Sise benzemeyen tuhaf bir sisin içindeydi şehir. On dokuzuncu katın hizasında “Ben gerçeğim!” diyen bir güvercin kanat çırpıyordu. Binnaz hanımın tombul elleri vardı. Ucu bucağı görünmeyen bir boşluğa düştü Ziya. Hışır hışır öten naylon şeritler. Te ilerde Suriye! Kaldır başını! Huoop! Yüzü çilli bir çocukluk. Efil efil tüten pişmanlık. Hiç işte, hiçbir şey olmadı. “Şikâyetçi misin?” “Değilim komutanım!” Kolonya, limontozu ve su. Bakma öyle karanlıkta Mensur. Aynalı kahve, güzel Nefise. Kim o uzakta ki adam? Tufana emanet bir dünya. Her kötülük bir iyiliğin içine akıyor işte…”
Selen kışlası’nın önünden “Gemiler gene gelip gidiyorlar. Dağlar yine kararıp aydınlanacaklar. Ve o kadar.” Hepsi… Hepsi bu kadardı işte. Ah! Ah Raşit görmeliydin: “Bu kadardı Akdeniz.” Bozcaada bu kadardı.
Ve nihayet sevgilimi terk ediyorum.
Bahadır Dadak
Son Yorumlar