Yazılar:
  • "Başkalarının Talihsizlikleri Baldan Tatlıdır"
  • Müsâbaka
  • Yenmek(!) = Yenilmek(?)
  • Sabahattin Âli’yi Kimler Öldürdü?
  • Sermest Gezegeni Radyo Programı
  • Göğü Delen Adam
EdebiFikir logo
eylem bir kız ismi değildir!
  • Anasayfa
  • Racon
  • Sen de Yaz
  • Derin Yapılanma
  • İletişim
  • Kategoriler
    • Buz Gibi Ofsayt!
    • Deneme
    • Dergi
    • Edebifikir Haber Ajansı
    • Fikir
    • Günlük
    • Haber
    • Hatıra Saklama Ofisi
    • Haykırış
    • Hikâye
    • Hikmet
    • Karikatür
    • Mektup
    • Mısra Güzeli
    • Kitap
    • Nümayiş
    • Poetika
    • Portre
    • Söyleşi
    • Şiir
    • Sinema
    • Sorgulama
    • Video
  • Dosyalar
    • Cemil Meriç
    • İsmet Özel
    • Kitap Pusulası
    • Sezai Karakoç
    • Vasiyetim
    • Darbe Gecesi Ne Yaptınız?
    • Sözlük
    • 2119
    • 2050
    • Devrim
    • Yenilgi
  • Anasayfa
  • Racon
  • Sen de Yaz
  • Derin Yapılanma
  • İletişim
  • Kategoriler
    • Buz Gibi Ofsayt!
    • Deneme
    • Dergi
    • Edebifikir Haber Ajansı
    • Fikir
    • Günlük
    • Haber
    • Hatıra Saklama Ofisi
    • Haykırış
    • Hikâye
    • Hikmet
    • Karikatür
    • Mektup
    • Mısra Güzeli
    • Kitap
    • Nümayiş
    • Poetika
    • Portre
    • Söyleşi
    • Şiir
    • Sinema
    • Sorgulama
    • Video
  • Dosyalar
    • Cemil Meriç
    • İsmet Özel
    • Kitap Pusulası
    • Sezai Karakoç
    • Vasiyetim
    • Darbe Gecesi Ne Yaptınız?
    • Sözlük
    • 2119
    • 2050
    • Devrim
    • Yenilgi

“Sen (Şimdi) Sevincimin Akranısın”

Bahadır Dadak  |  02/06/2016  |  Kategori : Mektup   |  Okunma:5.375

7

Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün “bozcaada’ya gelirsen beni ara” isimli mektubuna Bahadır Dadak cevap yazdı.

***  

Bir taşın rüya görmediğinden emin olamıyorum.
Rüyasında ağırlığını yitiriyor mudur bir taş?
İnsan olmak öylesine zavallıca ki; rüyasında bir kez olsun uçmayanı yok.
İmâ C. Çelik – Bir Âh Hane Penceresi

Şimdi. An itibariyle. Klavyenin sağ alt kısmında kendi halinde yaşayıp giden o zavallının üzerine basarak bir iddiada bulunuyorsun. Hiç utanmıyorsun, hiç korkmuyorsun, ondan soracaklar diye endişelenmiyorsun. ‘Ş’ diyorsun, altı üstü bir ’Ş’. Şimdinin ‘Ş’ si. Basıyorsun üzerine ve yazıyorsun; şimdi. Oysa ona basınç uygulamakla harf polenlerinden bal devşiren emekçi arıların kovanlarına çomak sokuyorsun. Bir teker bulsan harflerden ona da çomak sokarsın.

Şimdi!

Diyorum ki Raşit, şimdi ‘sen’ diye seslendiğim aslında benim. O mazlum harfle başlayan ayartma geceleri, babanın zulasından patlattığın sarma sigaralar, bir gradient geçiş olarak kurguladığımız kadınlar, ‘’kadınların sahiden doğurduğuna inandığımız’’ koftiden sancıları, sonra bu afili laflar, bu sokak jargonu seni doğrudan bir başka ‘şimdi’ye getiriyor; bana. Ben ki, her an var olmaya maruz kalmakla ‘şimdi’den el etek çekmeye cüret etmiş ve tüm zamanları bir portakal gibi dilimleyerek kahvaltıda yemen için sana uzatıyorum. Tüm bunlar olurken on beş kilo birden veriyorum. Gözlüklerim paramparça oluyor soğuktan. Sevgilim beni terk ediyor. Kendimizi kollamaktan acizken, Namaz dağının eteklerinden Gabar’a doğru uzanan yolları kollayalım diye daracık bir mevziide Süleyman’la beraber nöbet tutuyoruz. Süleyman… Şiir seven adam Süleyman, eninde sonunda balistik başlığı bir kenara, tüfeği bir kenara fırlatıveriyor. Süleyman, ah Süleyman! Her Türk askeri gibi aslen Sivas’lı. Tir tir titriyoruz. Mevzuunun dışında, mevziinin içindeyiz. Ben alt kattayım, Süleyman üst katta. Ona senden bahsediyorum, o da bana Cemal Süreya’dan, Ece Ayhan’dan falan bahsediyor. Özellikle Ece Ayhan’dan bahsediyor ki, en azından askerdeyken şiirimiz sivil kalabilsin. ‘’Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.’’ kabilinden gereksiz cümleler kuruyor sonra. Gece 3-5 nöbeti. Zifiri karanlık. Dünyanın bütün köpekleri uykuda. Hışırtıya benzer bir ses duyuyoruz sonra. İşaret ve parola hak getire, nöbetçi astsubay yüzümüze bile bakmadan lap diye giriyor kapıdan. Basıyor küfürü! Telsizi ve evrakları kontrol edip gidiyor sonra. Şimdi rahat rahat sigara içebilirsiniz zırtapoz herifler der gibi gidiyor. Ramazan’la Ali geliyor sonra 5-7’ye. Her türlü beş on dakika takıyorlar. Gülerek karşılıyoruz, neyse ki taciz ateşi falan yok, yollar tertemiz. Parola ‘televizyon’, işaret ‘bulut’. Sonra yemekhaneye gidiyoruz. On dakikada on saat birden yaşlanıyoruz ve birden akşam oluyor. Sevgilim beni yine terk ediyor. Sonra karavana kuyruğuna giriyoruz. Yerli halktan bir adam, yaşlı bir korucuyu gözünü kırpmadan tekfir ediyor. Adam, artan yemekleri fakirlere dağıtmak için operasyondan henüz gelen kıdemli bir uzman çavuştan izin istiyor sonra. İzin veriliyor ve alacağını aldığı gibi koşarak uzaklaşıyor yemekhaneden.

Daracık yemekhanede hepi topu sekiz on kişi kalıyoruz. Ben, Ramazan, Yusuf, 95’e 4’lerden gece çavuşu Murat ve yine uzun dönemlerden birkaç asker… Çok uzaklardan geldiğini hissettiğimiz, yerin ta dibinden fırlayıp tümenin üs bölgelerine kadar yayılan muazzam bir basınç ve ses dalgasıyla sarsılıyoruz sonra. Kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Yemeklerimizi yemeye devam ediyoruz. İçten içe, farklı bir olayın heyecanıyla mutlu bile oluyoruz belki, ama asla belli etmiyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi yemek yemeye devam ediyoruz. Yusuf; Nizar Kabbani’den, Ramazan; hiç görmediği kızından ve Murat çavuş; nişanlısından bahsediyor. Hâlbuki bilmiyor ki kız onu terk edecek.

Yemeklerimizi bitirdikten sonra tabldotları bulaşıkhaneye götürüp gazinoya doğru yürümeye başlıyoruz. Ramazan bir gafletle deliyor ‘şimdi’yi: ‘’Kesin Cudi’yi bombaladılar.’’ diyor. Yusuf, kendini anti militarist ya da devrimci falan zannettiğinden olaya gayet rasyonel yaklaşıyor ve bir takım çıkarımlarda bulunuyor. Günde on altı saat nöbet tutmaya zorlanan askerler Yusuf’a hak veriyorlar. ‘’Gök gürültüsüydü!’’ diyorum ve inatla savunuyorum tezimi. Gazinoya giriyoruz ve televizyonu açıyoruz. Nefes filmindeki sahne aynen gerçek oluyor. Gülkurusu ceketli, süslü püslü bir kadın, ölüm haberlerinden yontulmuş rutin bir ses tonuyla televizyonun camlarını kırarak er gazinosuna; Yusuf, Ramazan ve Murat çavuş’un çay içtiği masaya doğru usulca yaklaşıveriyor. Bir sandalye çekiyor ve oturuyor.

“Şırnak Yeni Mahalle’de hain saldırı!” diyor kadın. Ben hâlâ “Gök gürültüsüydü!” diyorum. Yusuf, istifini bozmadan çaydan bir yudum daha alıyor. “Şırnak Yeni Mahalle’de hain saldırı!” diye devam ediyor kadın. “Teröristlerin attığı zırh delici roket, Şırnak Yeni Mahalle’de seyir halinde bulunan Özel Harekât Polis’lerinin kullandığı Ural cinsi zırhlı araca isabet etti. Yedi polisimiz ağır yaralanırken üç polisimiz olay yerinde can verdi. 23. Tümen Komutanlığı’ndan olay yerine sevk edilen askeri birlikler…”

Davulla, zurnayla ve hatta yemekli bir düğünle askere gönderilen Murat çavuş başlıyor küfretmeye. Tutabilene aşk olsun. Ben hâlâ, “Gök gürültüsüydü!” diyorum içimden ve Yusuf’a bakıyorum. Çıtı çıkmıyor Yusuf’un ama gülümsüyor. Gabriel Garcia Marquez’i düşünüyor belli ki. Ramazan ve Murat boşalsın, rahatlasın istiyor. “Haklıydım işte, ama öfkeyle ve şiddetle hiçbir sorunu çözemeyiz” demeye cesaret edemiyor. Haber kanalını kapatıp müzik kanalını açıyoruz sonra.

Ah Raşit, “Artık üşümek Çince bir çiçektir oralarda!”

Şimdi; zihnimizde bir ses, klavyede bir tuş olarak konuşlanan Şırnak’ın ‘Ş’si aslında bir bütünün parçası olmak istemiyor belli ki. Ya da zaten bir bütünün kendisi ya da kendisiyle kaim bir gerçeklikti ‘Ş’. Ki, sen ve ben bunu hiç tınmıyoruz, zerre kadar umursamıyoruz, umurumuzun kenarlarında bile dolaşmıyor. Şimdi; derli toplu bir zaman dilimi olmaktan bile aciz, yine de, her şeye rağmen git gide körleşen bir metafor haline gelmesine aldırmadan ‘şimdi’yi önemsiyoruz. Sen kahvaltıda portakal yiyorsun. Ben o sırada “Şafak doğan güneş!” diyorum. İdil’e pusu atıyorlar ve eksi bir diyorum sonra. Sonra eksi iki… Eksi üçüncü gün kara faaliyet raporları geliyor. Taş olsa çatlar hani, yine de sineye çekiyorum. Tezkere alan askerlerin orkinos balıkları gibi istiflendiği ve ismine -Kabul Toplama Merkezi- denen kötü bir yatakhaneye gönderiliyoruz sonra. Birkaç saat geçmeden, yüz yıllardır orada yaşayan bir asker avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor: “Eksi bilmem kaç sayan ne kadar asker varsa merkez komutanlığı helikopter pistine! Kimliklerinizi ve valizlerinizi almayı unutmayın!”

“Dünyanın en güzel Arabistan’ına” gidiyoruz sanki. Öylesine mutluyuz ki, mutlu olmaya fırsat bile bulamıyoruz. Helikopter pistine vardığımızda daha evvel görmediğimiz bir yüzbaşı,  bize refakat eden ve her birimizden beşer yaş küçük olan yeni yetme bir uzman çavuşa emirler yağdırıyor. Belki bir saat put gibi dikiliyoruz o soğukta. Derken, helikopterler iniveriyor piste. Toplam yirmi altı kişiyiz. İki gruba ayırıyorlar bizi. Birinci grup, nispeten uzakta olan helikoptere yerleşiyor hemen. Tam sıra bize geldiğinde ağzı burnunda genç bir kadın ve üç sivil istihbarat subayı burnumuzun dibinde peyda oluveriyorlar. Yüzümüze bile bakmadan, teker teker biniyorlar helikoptere.  Bizim de içinde bulunduğumuz on iki kişilik gruptan dokuz askeri daha oturtuyorlar yanlarına. Mustafa, Ali ve ben; dımdızlak kalıyoruz ortada. En kısa zamanda kara faaliyeti düzenleneceğine dair yeminler etmeye başlıyor yeni yetme uzman çavuş. Helikopterleri çalıştırıyorlar. Artık neye üzülürsek ona iman ediyoruz.

Sonra, hiç beklenmedik bir şey oluyor. Yüzbaşı hayatımızın kıyağını yapıyor bize. Tam helikopterler havalanacakken pilotun yanına gidiyor ve bizi de alması için ricada bulunuyor. Hemen emir veriyor pilot. Beş dakika içerisinde toza toprağa bulanmış helikopter tabanında yaklaşık bir metrekarelik bir alan açıyorlar bize. Göğsümü ve başımı dizlerime yaslayarak cenin pozisyonuna geçiyorum ve nihayet havalanıyoruz.

Neden sonra bilmiyorum hava birden ısınıveriyor, dört bir yanımızda sarıasma kuşları kanat çırpmaya başlıyorlar. Başımı uzatıp dışarıya bakıyorum, masmavi bulutların içerisinde süzülüyoruz. Ve deniz! Deniz çarşaf gibi… Neden sonra bilmiyorum Cizre’ye deniz geliyor.

Helikopterler Selen Kışla’sına iniş yaptığında postallarımızı yırtıp denize giriyoruz. Rıhtıma iniyorum sonra, bir sigara yakıyorum ve Hasan Ali Toptaş’ın Heba romanına kaldığım yerden devam ediyorum: “Sise benzemeyen tuhaf bir sisin içindeydi şehir. On dokuzuncu katın hizasında “Ben gerçeğim!” diyen bir güvercin kanat çırpıyordu. Binnaz hanımın tombul elleri vardı. Ucu bucağı görünmeyen bir boşluğa düştü Ziya. Hışır hışır öten naylon şeritler. Te ilerde Suriye! Kaldır başını! Huoop! Yüzü çilli bir çocukluk. Efil efil tüten pişmanlık. Hiç işte, hiçbir şey olmadı. “Şikâyetçi misin?” “Değilim komutanım!” Kolonya, limontozu ve su. Bakma öyle karanlıkta Mensur. Aynalı kahve, güzel Nefise. Kim o uzakta ki adam? Tufana emanet bir dünya. Her kötülük bir iyiliğin içine akıyor işte…”

Selen kışlası’nın önünden “Gemiler gene gelip gidiyorlar. Dağlar yine kararıp aydınlanacaklar. Ve o kadar.” Hepsi… Hepsi bu kadardı işte. Ah! Ah Raşit görmeliydin: “Bu kadardı Akdeniz.” Bozcaada bu kadardı.

Ve nihayet sevgilimi terk ediyorum.

Bahadır Dadak

 bozcaada’ya gelirsen beni ara
Üç Kez Kazıttım Kumral Saçlarımı
Tweet

7 Yorum

  1. Abdullah Esef 05.06.2016 12:25:33

    Yazı zaten mahrem demektir. Şiirin biraz daha şiddetsizi. Ki bu yazılardaki modern durum yaradan kaynaklı. Eğer bu bakışla gidersek hiç bir şeyin yazılamaması gerek. Beklentisiz bekleyiş diye bir tanım getirmişti İsmet Özel. Bu yazıları mahrem diye karalamaya çalışmak bütün bir yazı dilini reddetmek anlamına gelir. Bu mektuplar yayınlanabilir olduğuna göre özellikle ilk elden yazılmış da sonra buraya geçmediklerine göre her türlü persona mubah olur. Bunu okuyucu olan anlar. Yoksa Necip Fazıl niye fikir çilesi çekiyor. Çok mahrem gitsin karısına yazsın o şiirleri, yazıları. Burada askere giden her kimseye bir yoldaşlık girişimi var. Yazı o demek zaten. Koy şişeye at denize. Bazıları şişenin içindekini anlamak yerine şişeyi taşa çalıyor. Belli ki yazı konusunda bazı bozuk itikadlar ve yanlış kanaatlerle malul bir anlayışı var. Ne yaparsın. Kırsın bakalım şişeyi.

    Cevapla
  2. betül ceyhan 04.06.2016 14:15:15

    Yusuf ve Süleyman Bahadır Dadak’ın alter egoları mı? Askerde yanında Ece Ayhan, Kabbani, Marquez anan arkadaşlara sahip olmak çöldeki bir damla bulut belki de.

    Cevapla
    • üstego 04.06.2016 17:43:53

      Yok alter ego değildir onlar. Kısa dönem erlerdir. Halter ego da olabilirler. Bak bak aklıma ne geldi, legolar vardı eskiden. Halter legolar ise başka bir mektubun konusu olsa gerek.

      Cevapla
  3. bağbozumu şarkıları 02.06.2016 23:03:50

    Bahadır Dadak bu mektubu R. Küçükkürtül’e yazdığından emin mi? Ya da şöyle soralım bu bir mektup mu? İçsel sanrı, sancı, buhran ve türevlerinin metne dökülmesi gibi geldi bana. Yani bir can sıkıntısı var sanki, bir humma, bir yazmasa ölecek durumu. Bir şeyler de içinizde kalsa yaşlanıyor musunuz mesela? Bu yazıları ciddi manada mahrem buluyorum, ama hayatlarınızı anlatma ihtiyacını neden hissettiğinizi de ayrıca merak ediyorum. Bilinmek mi istiyorsunuz? Farazi konuşuyorum gerçi. Ama sanayidevrimisonrası erkeği mektup yazmasa daha iyi olur sanki. Sayın Dadak ya da Küçükkürtül bu konuda ne der?

    Cevapla
    • Nostradamus 03.06.2016 16:51:51

      Bu adamların gerçekten bilinmek, tanınmak gibi kaygılarının olduğunu düşünüyor musunuz? Hem yazılanlar fazlasıyla mahrem diyorsunuz. Öyleyse niçin başkalarının mahremiyle ilgileniyorsunuz?

      Cevapla
      • bağbozumu şarkıları 03.06.2016 21:38:37

        Orada bilinmekten kastedilen elbette popülerite değil, hayatında ne olup bittiğini, neler deneyimlediğini, neler görüp geçirdiğini, iç dünyasında ne fırtınalar koptuğunu anlatma ihtiyacı hissetmek. Bunun sebebini merak ediyorum. Yazılanlar hayal ürünü de olabilir, yine de hususan bazı yazarları okurken bu hisse kapılıyorum. Sanki kendilerine acıyorlar, bu acıyla besleniyorlar ve okurdan da merhamet bekliyorlar gibi. Sizce mahrem değil mi tüm bunlar sayın Nostradamus?

        Cevapla
        • Ferda Nalburdöken 05.06.2016 03:27:52

          Sorunun cevabı sorduğunuz soruda gizli. Anlatma ihtiyacı hissettiğinden yazıyor adam. İlk paragrafı biraz dikkat ederek okursanız yazıp yazmama kaygısını hissettiğini anlayacaksınız zaten. Aslında yazmak istemiyor. Kızıyor kendine. Diğer ikisi de yazmak istemiyorlar. Sıkışıp kalıyorlar belki bir yerlerde yazdıkça da rahatlıyorlar. Yazmak onlar için motivasyon gibi bence. İfşa var ama evet haklısınız. Bu edebiyat değil. Hepsinin yazdığı mektupta ifşa var. Mektup türünden dolayı. Sorsan umurlarında değildir. Kenara geçip gülerler sana. Sen ben o bu şu onlar okuyalım sevelim diye yazmıyorlar çünkü. Neden yayınlıyorlar o zaman diyeceksiniz hemen? Cevap veriyorum. Haz alıyorlar. Kocaman laflar ettiğime göre artık uyuyabilirim. Neyse iyi çocuklar bunlar fazla şaapmayın o kadar.

          Cevapla

Bir cevap yazın Cancel reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki Yazı

bozcaada’ya gelirsen beni ara

Sonraki Yazı

Üç Kez Kazıttım Kumral Saçlarımı

İlgili Yazılar

  • Dizdara Savrulan Gülleler: Seyfullah’a Mektup

    Sizden Gelenler
    seyfullah; gel seninle yazarak...
  • 5

    Birilerinin Suyu ve Ateşi Olmak

    Sulhi Ceylan
    Sevgili Meryem; Salih Mirzabeyoğlu,...
  • 3

    Gemileri Yakmak

    Sulhi Ceylan
    Sevgili Elif; Mektubuma bir itiraf...
  • 4

    Hayat İnanınca Güzelleşir

    Sulhi Ceylan
    Sevgili Feyyaz; Senin gibi hüsn-i zan...
Facebook
Twitter
YouTube
Instagram

Edebifikir Radyo

Son Yorumlar

  • Yenmek(!) = Yenilmek(?) için genel okuyucu
  • Dut Ağacı için hayri pıtır
  • Yenmek(!) = Yenilmek(?) için Cüneyd Dal'ı Okur
  • Yenmek(!) = Yenilmek(?) için Sühan perver
  • Yenmek(!) = Yenilmek(?) için Feyyaz Kandemir
  • Yenmek(!) = Yenilmek(?) için Celâl Kuru
  • Dut Ağacı için Eksi Beş Karış Miyop
  • Sermest Gezegeni Radyo Programı için sıkı can iyidir
  • Sermest Gezegeni Radyo Programı için EdebiFikir
  • Sermest Gezegeni Radyo Programı için yayını kaçırmış kişi

Çok Okunanlar

  • Ayrılık Sevdaya Dahil
  • Doğruluk ve Gerçeklik
  • Türkçe Sözlükleri
  • Poetika Kelimesinin Tanımı ve Mahiyeti
  • Niçin Sevdiniz?
  • Suyum Unum Buğdayım
  • Ölüm Risalesi
  • “İyi de çocuk pencereden de düşebilir!”
  • Herkese Selam Sana Hasret
  • Genç Werther’in Acıları

Yazarlar

  1. Abdullah Karaca
  2. Adem Suvağcı
  3. Bahadır Dadak
  4. Bilal Can
  5. Celal Kuru
  6. Cüneyt Dal
  7. Davut Bayraklı
  8. Feyyaz Kandemir
  9. İbrahim Halil Aslan
  10. Mehmet Erikli
  11. Mehmet Raşit Küçükkürtül
  12. Mücahit Emin Türk
  13. Muhammed Furkan Kâhya
  14. Muhammet Emin Oyar
  15. Ömer Ertürk
  16. Ömer Can Coşkun
  17. Sizden Gelenler
  18. Süleyman Mete
  19. Sulhi Ceylan

Son Eklenenler

  • “Başkalarının Talihsizlikleri Baldan Tatlıdır”

    Sulhi Ceylan
    24.02.2021

  • Müsâbaka

    Ömer Can Coşkun
    23.02.2021

  • Yenmek(!) = Yenilmek(?)

    Cüneyt Dal
    22.02.2021

  • Sabahattin Âli’yi Kimler Öldürdü?

    Davut Bayraklı
    20.02.2021

  • Sermest Gezegeni Radyo Programı

    EdebiFikir
    19.02.2021

Çok Okunanlar

  • Ayrılık Sevdaya Dahil
  • Doğruluk ve Gerçeklik
  • Türkçe Sözlükleri
  • Racon
  • Sen de Yaz
  • Poetika Kelimesinin Tanımı ve Mahiyeti
  • Derin Yapılanma
  • Niçin Sevdiniz?
  • Suyum Unum Buğdayım
  • Ölüm Risalesi

Kategoriler

  • 2050
  • 2119
  • Buz Gibi Ofsayt!
  • Cemil Meriç
  • Darbe Gecesi Ne Yaptınız?
  • Deneme
  • Dergi
  • Devrim
  • Dosyalar
  • Edebifikir Haber Ajansı
  • Fikir
  • Günlük
  • Haber
  • Hatıra Saklama Ofisi
  • Haykırış
  • Hikâye
  • Hikmet
  • İsmet Özel
  • Karikatür
  • Kitap
  • Kitap Pusulası
  • Mektup
  • Mısra Güzeli
  • Nümayiş
  • Orada Neler Oluyor?
  • Poetika
  • Portre
  • Sezai Karakoç
  • Şiir
  • Sinema
  • Sorgulama
  • Söyleşi
  • Sözlük
  • Vasiyetim
  • Video
  • Yenilgi

Sayfalar

  • Ana Sayfa
  • Derin Yapılanma
  • Dosyalar
  • İletişim
  • Racon
  • Sen de Yaz

Seçmeler

  • Mantık Atölyesi Ders Notları (10. Hafta)

    By EdebiFikir
    Edebifikir-Mantık Atölyesi’nin 10....
  • Anasayfa
  • İletişim
Copyright 2017 - Tüm hakları Edebifikir.com'a aittir...