
Ali Sözer, Alper Görmüş’ün “Dünyasız Bir Kafayla Siyasi İktidar Mümkün, Fakat Kültürel İktidar Değil” başlıklı yazısına cevap yazdı.
***
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İbn Haldun Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada “18 senedir iktidardayız ama fikrî iktidarımızı kuramadık” sözü üzerine öteden beriden birçok yazı yazıldı. Bu yazılardan birini de ülkemizin görmüş geçirmiş aydınlarından Alper Görmüş yazmış. “Dünyasız Bir Kafayla Siyasi İktidar Mümkün, Fakat Kültürel İktidar Değil”[1] başlıklı bu kültürel soykırımcı yazısında şöyle diyor Görmüş;
“Türkiye’de İslamcıların neredeyse çeyrek asıra yakın bir süredir iktidarda olmalarına rağmen ‘kültürel iktidar’larını kuramamasını, bu iktidarın siyaseten baskıcı olmasına bağlayanların, problemin sadece satıhta görülen kısımlarıyla analiz yaptıklarını düşünüyorum. Kanaatimce İslamcılık baskıcı olmasaydı da kültürel hegemonyasını kuramayacaktı.
Bence meseleyi, bütün radikallikler gibi İslamcılığın da kendi kurguladığı dünyayı reel dünyanın yerine koymasında, yani ‘dünyasız bir kafa’ya sahip oluşunda aramalı. Meseleye bu açıdan bakıldığında, baskıcı olup olmadığından bağımsız olarak, İslamcılık gibi inanç temelli radikal siyasi akımların (seküler radikal ideolojiler de bazı rezervlerle buna dâhil) neden ülkelerinin kültür, sanat ve fikir hayatlarına damga vuracak başarılar elde edemedikleri daha iyi anlaşılır.”
Sayın Görmüş, yazıda hülasa olarak, Müslümanları radikal olarak niteleyip “radikallik, gerçek dünyayı reddeder ve onun yerine kendi kafasında kurduğu dünyayı ikame eder” diyorsun. Şimdi radikal diye yaftaladığınızı bir zamanlar “mürteci, gerici” diye yaftalıyordunuz. O varlığıyla çok övündüğünüz muktedir kültürünüzün ağababası İngilizlerin her kapıyı açan neo-selefi anahtarları sayesinde, özgüvenle Müslümanlara radikal diyorsunuz. Çünkü zamanın ruhuna uygun yaftanız da bu. Mürteci ve gerici eskidi, şimdi kılınızı kıpırdatmadığınız mazlumlar dünyasında, İngiliz ağababalarınızın gönderdiği DAEŞ ve diğerlerinden aldığınız güçle rahatlıkla radikal deyiveriyorsunuz. Bunu söyleyen tek sen değilsin, payitahtta müftülük yapmış akademisyeni de böyle diyordu. Ayrıca ekrana çıkınca her şeyi biliveren çokbilmişlerimiz de, sırf analiz olsun diye oturdukları yerden kıtaları defter gibi dürerken bu kabilden sözler söyleyiveriyorlar. Ne diyelim, biliyor gibi görünmenin dayanılmaz hafifliği… Radikal derken bunu kastetmedim diyebilirsin. Bizim itikat ölçüsünde kalma gayretimiz, helal haram sınırımızın olması size radikallik geliyor olabilir. Ama sizin de sınırınız yok ki. Baksana vara vara Lgbt’ye dayandı özgürlük kapılarınız. Maâzallah, sınırsız kalırsak yersiz yurtsuz kalırız dünya ahiret. Ayrıca “baskıcı” demişsin ya buna çok güldüm. Seninle Batı’nın, sizin sosyalistlerin ve senin muktedir fikir köklerinin azametli kanlı tarihi üzerine konuşmak isterdim. Bir asırdır, susturulmuş, yok sayılmış bu yurdun milyonlarına dair hasbihal etmek isterdim.
Şimdi seninle bir asır öncesinde terk ettiğimiz ve hükmümüzün geçmediği toprakları, halkları ve zamanları mı konuşalım? Yoksa çivisi çıkmış dünyanın beş para etmez tahlillerini, raporlarını, istatistiklerini ve haberlerini kıstas kabul edip tartışmaya mı başlayalım? Yahut iki yüz senedir “radikal olmayan” laiklerin iktidar olduğu İslâm âleminin neden belinin doğrulamadığını mı? Sizin suçunuzun da suçlusu biz miyiz? Elin radikalinin devrimci, sosyal bilimci, kanaat önderi, filozof filan olduğu dünyada ninemizin deyimiyle “Elin oğlu pekmez içer, soğuğu bize geçer.” Eloğlu hayal kurar kitabını yazar, “Ütopya” olur, biz hayal kurmayalım diye âlem seferber olur…
Gel, seninle biraz şiir konuşalım. Yok sayarak kültürel soykırıma tâbi tuttuğunuz bizlerden konuşalım. Çünkü şiir gönlün aynasıdır, latiftir, asırlar ötesinden gelir asırlar ötesine kalır. Sen adını bilmezsin, merhum Olcay Yazıcı’nın bir mısraında dediği gibi, gel “Şiire sığınalım, şiire ve Allah’a.”
Şimdi sen kendi kafamızda kurduğumuz hayal âlemini, gerçek dünya yerine ikame ettiğimizi söylüyorsun ya, hayal dediğin dünya bizim imanımızın gerçekleridir. Tırnaklarımızı sökercesine kopartılmış olduğumuz, bin yıldır gerçek olarak yaşayıp da son asırda tek bir izi kalmaması için uğraşılan bir gerçek. Hani, o gerçek dünyadan kalan binaları kullanıp da üzerinde var olan eskimez yazıları betonla kapatmaya çalıştılar hatırlar mısın? Ama güneş balçıkla sıvanmaz. Asıl hayal dediğin senin dünyan, sen bu hayalden gerçeğe uyanınca göreceksin hakikati.
Senin böyle rahat konuşmanın sebebi, başından beri yok sayan, sıfıra indirmeye çalışan ve sonunda da kolayca radikal yaftası takabilen bir mirasın temsilcisi, sözcüsü olman. Necip Fazıl’ın “Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana / Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana” dediği zihniyetin sözcüsüsün. Bu zihniyete göre, altı asır yaşayan Osmanlı yaşamadı. Şimdi de Müslümanları “yaşamıyor gibi yaşıyor” sayıyorlar. Oysa bütün tarihimiz, edebiyatımız, sanatımız ve bugün tepe tepe kullandıkları tarihi eserler, vakıf arazileri ve daha nicesi bin yıllık i’lâ-yı kelimetullah bayraktarlığından kalmadı mı? “Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu?” diye bir sormak gerekiyor. Siz, Batılılar, denizin öte ve beri yanındayken ve yine mutat üzere bugünkü gibi o zaman da kültürleri, sesleri, nefesleri soykırıma uğratırken biz “çayın ardından” Maveraünnehir’den taze bir ses ve nefes olarak gelmiştik Üsküdar’a. Sahabe-i kiram efendilerimiz de geldi diye, kutlu müjdeye nail olmak için “bin atlı akınlarla” gelmiştik. Bütün camileri yıksanız, zaten kapatılmış medrese, tekke ve zaviyeleri yerle yeksan etseniz; bir zamanlar Bulgar’a çöp kâğıt olarak satıldığı gibi bütün yazma eserlerimizi yaksanız ya da satsanız; sonra bin yıllık tarihi unutturmak için her yola başvursanız; bir asır daha yeni nesilleri uyutmak için yeni Etiler, Sümerler, Urartular ve Hititler bulmak için uzaydan yeni uygarlıklar getirseniz; bir gecede harfleri silince olmadığı gibi, sinirlerimizi söker gibi kelimelerimizi sınır dışı edince olmadığı gibi, ne yaparsanız yapın olmayacak. Çünkü farkında olmasanız da adınızda bin atlı akınların “alp”larının izi var. “Halka Tapduk manasın saçmış” erlerin/erenlerin izi var. Yoksa alper’i nereden getirdiler söyler misin?
Diyelim ki, muhafazakâr kesim, bir asırdır yaşadığı travmayı atlatamadığından sanat, edebiyat ve eğitim alanında varlık gösteremedi, gösteremiyor. Ancak senin temsilcisi olduğun bu zihniyet beş vakit okunan ezanları da, namaz kılan milyonları da yok sayıyor. Senin zihnini işgal edenler, tam bir asır evvel payitahta, Anadolu’ya musallat olduklarında vurmuştu mührünü Mehmed Akif: “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.” Gerçi o zaman o mühür vurulmamış olsa, İstiklal Marşı kabul edilmemiş olsa, onu da yok sayardınız, Mehmed Akif’i yok saydığınız gibi. Siz Çanakkale şehitlerini yok sayarken bir asır boyunca, Mehmed Akif’in bir tren garında gönlüne düşen mısralar âbad etti gönülleri, unutturmadı Âsım’ın neslini. “Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek: / İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek. / Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar… / O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar.”
Akif mi kaldı, İstiklal Harbi’nden sonra Mısır’a gidip sesi kesilinceye kadar susturulduğunda, son nefesini vermek için gelmişti bu yurda, diyecek olursan, sana Alvarlı Efe’yi sorayım o zaman. Bilir misin Alvarlı Efe hazretleri kimdir? Ruslarla göğüs göğse harp etmiş ve sonra sizin gibiler tarafından bir gecede namı cahile çıkmış, yetmemiş haine çıkmış gönül erlerinden, alperenlerden, şiirin gür sadâlarından… Yeniden bir ümit filizlendirdiler diye bütün sırtlanların bir araya gelip astığı Menderes zamanının ortalarına kadar yaşamış bir şairdir Alvarlı Efe. Divan sahibi bir şair. Üstad’ın “Zeybeğimi bir kaç kızan, vurdular / Çukurda üstüne taş doldurdular / Ya bir de kalkarsa diye kurdular” dediği gibi, on binlerce şairi, divanı, mesneviyi unutturmak için, şiir ırmağını kurutmak için yaptıklarınıza rağmen Efe hazretleri devasa divan bırakıp gitti bizlere. Gerçi sen onun “Erzurum, kilidi mülk-i İslâm’ın” mührünü de bilmezsin. Derinden bir yer altı nehri akıyor da görmüyorsunuz siz. “Onlar sağırlar, dilsizler ve körler gibidir…”
Alvarlı Efe gibi nicesi savaşırken Ermenilere ve Ruslara karşı, sonradan gelecek işgal edilmiş zihinlere karşı da böyle mısralar, şiirler bıraktılar gittiler. Senin yok saydığın adamlar, adam gibi adamlar, titrek ama gür sesleriyle nağmeli nağmeli okuyorlar halen: “Erzurum kilidi mülk-i İslâm’ın…” O zaman yedi düveli ardına alıp bir kumar oynayan Ermenilerin yaptığı mezalimi unutup da “Biz hepimiz Ermeniyiz” diyedurun siz, biz kumar oynamadık, haramdır. Biz vatanımızı savunduk. Ancak Ermeniler, kumar oynamaya devam ediyorlar, akıllanmadılar. İngiliz’i, Fransız’ı, Amerikan’ı ve Rus’u ardına alıp kan dökerek, soykırım yaparak girmişlerdi Karabağ’a. Gördün işte, pespaye bir halde, burunlarını çeke çeke çıkıp gittiler. Şimdi, bize “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” duygusunu hissettirenlere karşı, “vicdan azabına eş” kaynayıp durmaktadır Sakarya.
Alvarlı Efe mi kaldı dersen, çok yakından bir ismi sorsam? Malatyalı Hulûsi-i Darendevî’yi bilir misin? İsmin yazılışına bakıp kaç asır öncesinden, İdris-i Bitlisî’nin ya da İbrahim Hakkı Erzurumî hazretlerinin çağdaşı bir isim zannedebilirsin. Gerçi o kadarını da bilmezsin. İnsan yok saydığını okumaz, bilmez, fark etmez çünkü. Şimdi sen onun “Sakın nefsine uyup bir can incitmeyesin / Hüsn ü edebi koyup bir can incitmeyesin / El ile döğseler de dil ile söğseler de / Bin kez incitseler de bir cân incitmeyesin” mısralarını görsen, Yunus’un asrından kalma arkaik bir adam zannedersin. Gerçi sana niye kızalım ki, bizim kardeşlerimiz de gönül erlerini yok sayma yarışı içindeler. Televizyonlar, gazeteler, dergiler; şairler, romancılar… Daha dün, adının önünde prof. dr. olan, fıkıh ile ilgilendiği için fakih yani anlayan adam olması gereken bir adam, “tarikatlar toplumu bölüyor” diye yazmış gazetede. O zaman bu toplumun en çok Osmanlı zamanında bölünmüş olması lâzımdı. Sadece Atik-Valide’den inen caddede on dört farklı meşrepten tekke vardı. Ne diyelim, beşer şaşar, anladım sanır ortaya çıkar, Allah ıslah etsin!
Olsun eskiden de öyleymiş zaten. Sekiz asır evvel, Âşık Paşa “Allah dostları göğe direk” dediğinde de karşı çıkanlar, dil uzatanlar vardı. Ancak onlar göğe direk olmaya, gönüller yapmaya devam edecekler. Davi için gelmediler, sevgi ekip “İndik Rum’u kışladık, çok hayr u şer işledik / Uş bahar geldi geri göçtük elhamdülillah” deyip, şeb-i arûs demidir deyip göçer giderler. Siz de “nasıl oldu da oldu” diyeceksiniz. Anadolu’da bu tohumlar hangi ekim zamanında serpildi de böyle birden yeşeriverdi diyeceksiniz. “Tohum saç, bitmezse toprak utansın!”
Yazının devamında Batılı güçlerin sömürge valisi edasıyla konuşup şöyle diyorsun: “Erdoğan’ın birinci yakınması iktidarının on beşinci, ikincisi on sekizinci yılına denk düşüyor. Fiziki ve siyasi ömrü yeterse, Erdoğan on yıl sonra da böyle konuşmak zorunda kalacak; başka bir ihtimal yok.” Doğru söylüyorsun. Alfabesi kaldırılmış, dili devrilmiş, âlimleri asılmış, hayatı arı duru bir ırmağa çeviren tekkeleri kapatılmış, eserleri yasaklanmış, ecdadı hain ilan edilmiş bir ülkenin öksüz çocuklarının yeniden ayağa kalkması kolay olmayacaktır. Sömürgecilerin dayattığı köksüzlüğü iktidar zannediyorsun ya ona acıyorum. Sen yok sayıyorsun ama biz varız, daha geçtiğimiz ay yayınlanmış bir şiirle, henüz on altısında hafızlık talebesi bir şairin mısraları ile cevap vereyim sana: “Ben bilirim, ben nerdeyim / Rüzgârın kapıp koyverdiği sarıyım yamaçlara / Alıp alıp savurduğu kuşum akşamlara / Sökün etmiş maviyim / Sinmiş bütün ağaçlara / Başımda bir güz ağrısı ağlarım / Sen, bilir misin sen nerdesin?”
Sahi sen var mısın, sen hakikat misin Alper Görmüş?
Bütün ırmaklara bent çektiniz, kurnaları kapattınız, yolları tuttunuz da ne oldu? Bir şair çıkıverdi ortaya, tek başına “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” deyiverdi. Birkaç yıl öncesinde genç şiir prensiniz olan ve övgüler dizmek için sıraya girdiğiniz şaire, “sâbık şair” dediniz de ne oldu? Şiir damarı kurudu mu? Yok. Adını anmadınız, kitaplara almadınız unutuldu mu? Sussun diye hapse attınız, daha gür bir sadâ ile çıktı ve haykırdı. Şimdi, Ömer Nasuhi Bilmen merhumun ilmihali gibi, Anadolu’da her eve girmiş bir Çile var. Kalpten kalbe giden bir yol var. Köylerde bile okunan bir Çile… Anlamayan da seviyor. Değil mi ki zaten hayat sevmekle başladı. Her şey sevmekle bitecek. “Kişi sevdiği ile beraber” olacak…
Necip Fazıl’ın ardından -uzunca bir zaman da çağdaşı olarak- “diriliş eri” Sezai Karakoç geliverdi. Geçmişi yıkarak “garip” arayışların peşine düşenler, köksüzlüğün birincisi tutmayınca “ikinci yeni”ye yeltenmişlerdi. Karakoç’un köklerine tutunarak şiire ve şaire dair söyledikleri, ikinci yenicilere yol açtı da poetika oluverdi. Sen bunu da bilmezsin. Gerçi sen “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” mısraını da duymamışsındır.
Yok saymak için bahaneye ihtiyacınız da yok ama, Murat Belge, Şairaneden Şiirsel’e kitabında bak ne diyor: “Yıllar önce Cemal Süreya’dan Sezai Karakoç hakkında bir çok olumlu söz dinlemiş ama şiirlerini görmemiştim. İslamcı ve ‘İkinci Yenici’ bir şair dikkatimi çekiyordu doğrusu. Ne var ki şiirini okuyup tanımadan önce Diriliş Dergisi’ni gördüm. Benim gördüğüm sayısında Hitlerin Vasiyeti diye bir yazı çıkmıştı. Bu Hitler merakı benim Sezai Karakoç merakımı ortadan kaldırdı.” Dedim ya bahane bulmak konusunda da mahirsiniz. Bize bağnaz dersiniz ama asıl bağnaz sizsiniz. Zaten kişi bilmediğinin düşmanıdır. Söz konusu yazı Mehmet Genç’in çevirdiği bir yazı. Ayrıca methiye de içermiyor. Ama dedim ya uzaktan uzaktan ahkâm kesmeyi, yok saymayı iyi bilirsiniz.
Kendi varlığını, öteki saydığının yokluğu üzerine kurmuş olan sizinkilerden bir misal daha vereyim. Yavuz Bülent Bakiler, Üsküp’ten Kosova’ya kitabında anlatıyor. Yugoslavya’daki Struga Şiir Festivali’ne 1975 yılında Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Yavuz Bülent Bakiler davet edilmiştir. İlk tanışma pek sıcak olmaz. Sonrasını Bakiler’den dinleyelim:
“Otele indiğimizin ikinci günü, sabah kahvaltısında tek başıma idim. Birkaç masa ötemde F. H. Dağlarca oturuyordu. Beni görünce masama geldi. Kararlı bir dille konuşmaya başladı:
“- Struga Şiir Festivali yarın gece başlayacak. Ama sen bu festivale katılmayacaksın. Sadece gözlemci olarak bulunacaksınız. Haberin olsun diye söylüyorum.
– Bu kararı siz mi verdiniz yoksa Yugoslav yöneticiler mi?
– Fark etmez! Türkiye’de şiir ve sanatı sol temsil ediyor. Var mı sağcılar içerisinde ödül kazanmış bir şair? Ben burada 1974 yılında Struga Şiir Festivali’nde Altın Çelenk Ödülü’nü kazandım. Türkiye’de Altın Çelenk Ödülü’nü kazanan başka şair var mı?
– Nasıl bu kadar katı duygularla konuşuyorsunuz? Neden böyle inhisarcı oluyorsunuz. Altın çelenk Ödülü’nü kazanmak, bir yerde propaganda işidir. Siz bu propagandayı iyi yapıyorsunuz. İyi netice alan teşkilatlar kuruyorsunuz. Bu yollara başvurmayan şairleri, yazarları karalamaya hakkınız var mı?
– Canım ne ilgisi var Altın Çelenk Ödülü’nü kazanmakla propaganda işinin, örgüt çalışmasının? Benim burada nasıl bir örgütüm olabilir? Bu bir yetenek işidir.”
Haktan, adaletten, ezilmiş halklardan bahsedersiniz de, bir Alın Yazısı Saati şiirleriniz yok. O varlığıyla övündüğün şairler hangi insanlığı bıraktılar geriye? Hangi gönlü, gönüllerinde demledirler de içirdiler şiir diye? Geç bunları, “Ah küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap”; “Mavalları bastırdı devrim isimli masal. / Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin; / Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!”
Bak, oku ve duy, “Neden ağladın bu gece / Ve dün gece / Ve neden ağladın evvelki gece / Neden söyle / Sabah yıldızı… Bırak Beyrut’a ben ağlayayım / Altmış bin ölü verdi / Daha dün / Kardeş kardeşe… Ve Irak’ın ve İran’ın / Canım şehirlerine ağlayayım / Ölen kadınlarına ve çocuklarına ağlayayım / Avrupa’dan Rusya’dan Amerika’dan / Kan pahasına alınmış / Ölüm kusan silâhlarla… Bir kalp duracaksa / Acıdan ve ıstıraptan / O benim kalbim olsun / Senin kalbin değil / Sabah yıldızı… Ağlama ve dayan sabah yıldızı / Kalbin durabilir sonra.”
Unutma, bir asırdır zulme kulağını tıkayanlar, bugün Suriye’den gelen muhacirlere ensar olmamıza dil uzatıyor, insanların kanına ekmek banarak konuşuyorlar. Bunlardan geriye şiir olarak kan damlayan mısralar mı kalacak?
Şiir varsa hayat da vardır. Hep geldikleri ve bizi sessiz, sözsüz, davasız bırakmadıkları gibi yine geldiler ve gelecekler. Şairden saymadığınız Arif Nihad’ın şiirleri yankılanıyor gök kubbede. Unutturmamak için demişti o da “Bize bir nazar oldu, cumamız pazar oldu / Ne olduysa bize hep azar azar oldu.” Sen slogan sanmaya devam et. Sonra bak, Ankara’nın göbeğinden, kurtarılmış bölge dediğiniz hukukçuların içinden Anayasa Mahkemesi üyeliğine kadar yükselmiş merhum Mehmet Çınarlı ne demişti: “Bir silkinişte ülkeye peygamber oldular / Çektik, bütün günahları yüklettiler bize.” Soluğunu kestik zannedilen aruzla söyleyivermiş hem de. Tanımazsın ama doksan dokuz yılı depreminden bir gün sonra göçüp gitmişti. Daha dün yani…
Sonra, Doğulu bir babanın altı oğlunun gidip gelmeyişinin ardından, yedi güzel adam geldi. “Sebep ey” diyerek erdemleri hatırlattı biri. Biri İnan’dığını haykırdı “Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin / Doğayı çarpıtan kanunlarına” diye çok sesli, çok katmanlı mısralar bıraktı gitti. Anlayana… “İsmimin baş harfleri acz tutuyor” diyen şair, “Sen hatırlarsın ilkin / Çocukların daha minicikken / Hecelemesi gerek / Besmeleyi.” dedi de gitti.
Sen bilmezsin ama bizim şiirimiz medresedir, tekkedir, eskimeyen alfabedir, her dem yeniden doğan kelimelerdir. Toprağını buldu mu yeşerir, suyunu bulursa gümrahlaşır, gövde tutar, çınar olur.
Yazının başlığında “Dünyasız Bir Kafa…” diyerek dalga geçmişsin ya. “Dünyaya göç var da kalan biz miyiz?” Tut ki öyle olsun. Gel biraz otur, konuşalım, sizden bizden bahsedelim. Doğru, iki farklı dünyanın insanlarıyız bizler. Bizim bir yakın dünyamız var. Adı üstünde: Dünya. Ama aynı adın bir de alçak manası var. Bir de sonradan gelecek “âhir” olan dünya. Sonradan gelse de aslında aslımız olan, geldiğimiz dünya. Şimdi sana “dünyanın meseli”ni anlatacağım. Hep dediğiniz gibi vaaz yahut masal diyeceksin, zannedeceksin. Ama şair demiş bulunmuş ne yapalım, söz açılmışken iki mısra demeden olmaz. Bak şair ne demiş: “Bu dünyanın misali, benzer bir değirmene / Gaflet onun sepeti, halk öğünen dâne.” Bir de şöyle demiş: “Bu dünya bir lokmadır ağzındadır çiğnenmiş / Çiğnenmişi ne tutmak, ha sen onu yuttun tut.” Bir de şu var: “Kogıl dünya bezeğin, bu dünya yel durur hayâl / Ne vefâ kılısar bize, çün pusuda bekler zevâl.” Bu da son olsun: “Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer / Âhirin sanan kişi ağulu aştan geçer.” Anlamadım, kafam karıştı diyecek olursan; İsmet Özel’in dediği gibi, “Karışık kafa çalışmayan kafadan iyidir”, dert etme!
Hedefte ahir dünya olmayınca, ahir dünya ile pamuk ipliğine bağlı da olsa irtibatı olanları “Dünyasız kafa…” diye yaftalıyorsunuz. Hay ağzına sağlık. Keşke bu dünyayı tam bırakabilsek, siz o zaman görün nasıl gönüllerde iktidar olurdu sözlerimiz, mısralarımız. Yoksa ecdadımız üç kıtada nasıl at koşturdu, gönüller fethetti zannediyorsunuz. Oturduğu koltuğa yirmilik çiviyle çakılmış adamlarla olmaz tabiî. Haklısın.
Şimdi senin dünyan da boş değil. Feylesofların albenili lafları, aforizmaları var zihninde. “Cogito ergo sum”. Düşünüyorsun ve varsın. Düşünmesen yoktun zaten. Bu “bezekler dünyasında” tecrübe ede ede, düşe kalka, üç gidip beş geri döne döne yürümeye devam. Canın sıkılınca “Carpe diem” dersin. Anı yaşarsın. Bak adam demiş, “Oğlum bu dünyaya bir daha mı gelecen? Anı yaşa, carpe diem, carpe diem!” Âlem Sokrat imiş de biz baldıran mıyız? Bu sözün bizim dünyamızda, lügatimizde de anlamı var. “Oğlum bu dünyaya bir daha mı gelecen?” Bak aynı mânâ. Ama durduğumuz yere göre anlam değişiyor. Yeniden tekrar edeyim “Oğlum bu dünyaya bir daha mı gelecen? Yarın ölüp gideceksin, ahiret var, hesap var. Anı yaşa, ibnü’l-vakt ol, ibnü’l-vakt ol.”
Şimdi bizim şairlerimizi ve onların kitaplarını, şiirlerini, mısralarını yok sayıyorsunuz ya, ona sözüm yok. Zevkler ve renkler tartışılmaz. Ama “şair de bizde, renk de bizde” diyorsunuz ya, ona birkaç sözüm var. Biz de okuyoruz, şiirde hikmet vardır ama, memleket hasretiyle yanarak söylediği şiirlerden başka Nazım’ın kaç şiiri var yarına kalacak? Zaten sosyalizm diye yola çıktınız, hepinizin vardığı yer kapitalizm oldu. “Aşırıya kaçan zıddına döner” demişti Hazreti Peygamber (s.a.v.) hani; sağ olun, şüpheye düşmeyelim diye bilfiil gösterdiniz. Sosyalist gerçeklik diye sosyalist romantizmi yutturmaya kalktınız, edebiyat komiserliği kurup yazarlarınızı şairlerinizi papağana çevirip zorla söyletmeye çalıştınız. Yazarın, şairin susma hakkını bile elinden aldınız. Zaten yolu Kapital’den başlayanların hepsinin yolu kapitalizme vardı. Sovyetler mi kaldı? Bak sosyalist Çin’iniz, koronayı bile pazarlayıp satıyor cümle cihana.
Nazım şairdir, taş düştüğü yerde ağır. Cüssesi kadar sesi olur âdemin. Hatırlar mısın, öldürüp sonra türbesini diktiğiniz yazar ve biraz şair Sabahattin Âlî var. Altmışların sonuna kadar yasaklanmış ve sonra sizin iki tek atmak için romantizminizle bestelediğiniz şiirleri olan Sabahattin Âlî. Onun şiiri de türküden öteye gitmez.
Garipçiler, garip kalıp gittiler. Ses mi bıraktılar? Yıktıkları kaldı bize, size ve onlara. Yapmak zor, yıkmak kolay. Dikmek zor, yakmak kolay. Bir kibrite bakar. Onlar da yakıp gittiler. Yok saydıkları kafiyeyi, sanatları kullana kullana gittiler, ona gülerim. Yukarıda demiştim ya, birincisi tutmayınca ikinci yeniyi denediler. Baktılar olmuyor, birincilerden de aralarına katılanlar oldu. Biraz kadın, biraz flört, biraz rakı ve şarap, biraz dünyaya sövgü, biraz bohem, biraz melankoli kaldı hepsinden. Başka ne bıraktılar Allah aşkına? Ne tapındıkları Batı’nın rasyonalizmini adamakıllı bildiler, ne de yücelttikleri değerlerine katkı sunabildiler… Büchner’den hallice aydınlanmışlığınıza “taklitçisin sen, taklitçi kal” deyip geçiyoruz işte.
Ben size hiç kızmadım, kızmıyorum. Çünkü “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın; / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!.” Düşmanım sözüne alınma. Şiir icabı işte. Biz gönüller yapmaya geldik. Davamız sevidir, kavgamız yoktur. Bu yüzden size kızmıyorum, ama kardeşlerime diyeceklerim var. Çünkü farkında olabilsek aslında zayıfsınız, cahilsiniz ve yoksunuz. Çünkü yok saydığınız bizi, bilmek için bile okumuyor, görmüyor, duymuyorsunuz. Asım’ın neslinden Asım Gültekin bir ikindi yağmuruyla göçüp gidince birden ve reis-i cumhurundan nazırına, yazarından şairine kadar herkes hayırla yâd edince, sizin anladığınız dilden söyleyeyim, gündem olunca “Bu da kimmiş?” dediler. Her şeyi bildiklerini zannedip vara yoğa ekşi/kekre yorumlar yazanların cem olduğu sitede “Bu kadar anıldığına göre…” diyerek üşüşmüşlerdi. Bilinmemek, farkında olunmamak güzeldir. Soğan satan, hurda alan farkedilmek ister, bağırır. Bağıran kuyumcu gördün mü hiç? Biz, bizi eleştirip de bizden haberi olmayan ve ancak sosyal medya iftiraları ile konuşabilenleri severiz. Bize hep böyle gelin, olur mu? Asım Abi demişken, dergi dergi toplamıştı gençleri, Cahit Abi’yi okutmuş, Sezai Karakoç’u sevdirmiş, sorunları azdırmak yerine muhabbeti artırmakla, demlemekle, güllaç yapıp bir tirgi/sofra başında toplanmakla geçti zamanı. Onun serptiği tohumlar da yeşerecek bahar gelince. İnşallah… Selam olsun ona ve onun gibi gönül erlerine.
Seninle hasbihalimiz uzadı. Biraz da kardeşlerime demek istiyorum. Aslında baştan beri sözüm onlara. Tıpkı İmam Gazalî’nin bir Batınî dâîsi ile münazarasını anlattığı el-Kıstasü’l-Müstakîm kitabının sonunda dediği gibi, “Ben ona söylüyorum kardeşim sen anla”. Benim sözüm sana değil, kardeşlerime. Birlik ve dirlik için…
Bunca çokluk içinde yokluğu yaşatan ve yaşayan kardeşlerime… Tahlilden, değiniden ve yahut titr olsun diye yapılan araştırmalardan ötesine geçmedikçe kendimize varamayacağız. Bütün dünyaya şiirle varmak imkânını bize verecek mazimizden mısralar, şiirler, gazeller, kasideler, rubailer; divanlar, mesnevilerle dolup taşmadan biz de kurumaya azalmaya yok olmaya ve yok sayılmaya devam edeceğiz. Kalkıp yeniden klasik zamanların demini demleyelim demiyorum. Ama gönlü ve dili onlarla demlemeden nereye varabiliriz. Kendimizden öteye bile geçemeyiz.
Nehir olmak için pınarların bir olup dereye kavuşması lazım. Böylece nehre varır yolumuz, deryaya kavuşur, derya olup çıkarız her birimiz. Yoksa adını tadını bilmediğimiz tercüme şiirlerle, bir de onlardan orada burada şiir diye bahislerle şiire varmaz yolumuz. Şiir kendi dilinde okunur, duyulur, hissedilir. Gerisi tercümanlıktan öteye gitmiyor işte. Gitmeyecek de… Şiirsiz sadırlar, kurak satıhlar bırakır bize. Bin yıllık geleneği yok sayıp da bir asırlık gelenekle hiçbir yere gitmez bu yol. Hep bir yanımız eksik kalır, kökü derinde olmayan ağaçlar gibi devrilir gideriz.
Edebiyat, tarih ve sosyoloji bölümlerinin neresinde şiir var, öğrencilerinin kaçı şiir dolup çıkıyor mezun olurken? İlahiyattan içeriye şiirin girdiğini gören varsa beri gelsin. Bugün bize ulaşan geleneğin sözünün yüzde otuzu şiirdir. Sadece hislenişler değil. Kelamı, fıkhı, ahlâkı, tasavvufu, toplumu, yetmedi lügati şiirle demiş. Konuştu mu kurşun gibi boğaza takılan sözler diyor ilahiyatçılarımız. Şiirle kalpleri yumuşamadığından mecazın, sözün kapıları da açılmıyor çoğuna. Anlıyor gibi yaşıyor ve konuşuyorlar.
Şiirin sel gibi aktığı dönemlerin dizilerini çekiyoruz da içinde şiir mi var? Bırak şiiri, daha bir -imek fiilinin ekini bile yanlış kullanan senaristlerle sözümüz nereye varacak. Yunus’tan, Âşık Paşa’dan, Hz. Mevlana’dan, Sa’dî Şirazî’den iki mısra, bir kıssa, bir nasihat koyamıyorsak şiirle demlenmeyişimizdendir. Süleyman Çobanoğlu’nun “Otuz yıl kurşun aktı tek şair ses etmedi” dediği gibi bir adam çıkıp da “yok idür” diye bir kullanım yoktur, o “yok durur” ya da günümüzdeki haliyle “yoktur” olmalı, diyemedi. Kala kala dizilerdeki -imek fiiline mi kaldık demeyin. “Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır / O da yarım kalmıştır / Urfa ufala ufala / Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde / Belki bir toz bulutu.”
Biz şiirden bir deniz oluşturamazsak yeniden, bizi daha fazla yok sayacaklar. Ama gönülden kaynayan, iman ile demlenmiş bir şiir. Çayın ardından geldiğimiz günlerden sesler, nefesler taşıyan bir şiir. Seslenirken Yunus’u, Necâtî’yi, Fuzûlî’yi, Şeyh Gâlib’i de ardında hissettiren bir şiir.
Ötekileştirilip yok sayıldığımız için değil, kendimizi bulmak için yola çıkıp kendimize dönmemiz gerekiyor. Kendimizle beslenip gümrahlaşmamız gerekiyor. Ötekileştirilmekle yok olmayız, daha çok var olur, daha çok ortaya çıkarız. Ama biz ötekine dönüşürsek işte o zaman yok oluruz.
Son söz olarak “Şiire sığınalım, şiire ve Allah’a” deyip Sezai Karakoç’un bir şiiri ile bitirelim:
“Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar mademki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır.”
Ali Sözer
1 Yorum