Ben Aynası: İçimde Feverân Eden Dalgalar

İki bin on yedi yılının ilk günleri. Karmakarışık bir ruh hâliyle geçirdiğim koskoca bir yılın muhasebesini yaparken, hafızam büyük bir oyun oynadı ve beni beş yıl evveline götürdü.

Mânevî Bir El

İki bin on bir yılı belâ ve musibetleri bir mıknatıs gibi üzerime çektiğim yıldı. Özellikle son çeyreğinde bu durum Nirvana’ya ulaşmıştı. Hayatım bir satranç oyununa dönmüştü ve doğru hamleler yapmazsam mat olabilirdim. Köşeye sıkışmış bir vaziyette iken yaptığım son hamlelerde zekâmla, hislerimle ve de bahtımla övünür olmuştum. Buna rağmen tedbiri elden bırakmamış ve kısa bir süreliğine de olsa başka bir şehre göç etmiştim. Hiç tanımadığım bir şehrin sokaklarında amaçsızca dolaşırken, akşam oluvermişti.

Akşam namazı için ezan okundu. Şehrin keşmekeşinden camiye sığındım. Baktığım her yüzde yalnızlığımı giderecek, âlemi ervahtan kalma bir âşinalık arıyordum. Nihayetinde birine yaklaştım. Misâfir olarak geldiğimi, kısa süreliğine kalacağımı ve kendime bir sohbet arkadaşı aradığımı söyledim. İsmini bile hatırlamadığım bu adam beni hiç yadırgamadı. Tanışıp çay içebileceğimiz, hasbihâl edebileceğimiz ve bu şehrin mânevî sigortası dediği bir mekâna doğru yürümeye başladık. Zaruri olmadığı sürece yürürken konuşmak pek âdetim değildi. Benden on on beş yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim ağabey yüzüme bakmadan, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi söze girdi: “Allah dostlarının manevî elleri vardır. Kendisine intisap etmiş talebelerini belâ ve musibetlerin içinden çekip alırlar ve sahili selâmete eriştirirler. Mârifet o mânevî elleri görebilmekte. Kendi zekânla, hislerinle, bahtınla övünmekte değil” dedi. İçim tarumar olmuştu. Başka hiçbir şey konuşmadan yol nihayete ermişti. Kapıdan içeri girdiğimizde ise, ezelden beri tanıdığım insanların beni bekledikleri hissine kapıldım. Bu mütevazı ve mütebessim insanlarla bir bir sarılmış, başka bir dünyaya  adım atmış ve dervişlerin arasına tekrardan girmiştim.

Tanrılığa Soyunmak

Hafızamın med-cezirleri devam ediyordu. İki bin on dört yılında ayağımı pergel gibi bir noktaya sabitlemiştim. Tüm dünyayı seyrüsefer etsem de kendimi başladığım yerde buluyordum. İki bin on altı yılında bu durum daha şedîd bir hâl aldı. Bu sefer savaşım dış dünyayla değil, kendimleydi. Kalbimle aklım, ruhumla bedenim bütün tezatlıkların mücessem hâliydi. Bunun en büyük müsebbibi de ifrat ve tefrit arasında bocalamam, itidalli olamamamdı. Evet, saadetin anahtarı üçtü: Kimsenin hayatına lüzumundan fazla girmemek, vazifen olmayan hiçbir işe burnunu sokmamak ve bir yazgıyla gönderildiğini kabul etmek.

İnsan, herhangi bir şeye karşı aşırı muhabbet duyduğunda onu haddinden fazla sahipleniyor. Ben de sahiplendim. Sahibi olduğum sanrısına kapıldım ve âdeta tanrılığa soyundum. Ona dünya üzerinde bir cennet kurup, saadetin her çeşidini tatması için bütün maddî ve mânevî imkânlarımı kullanmaya, insanların ona verebileceği zararlardan korumaya, onun duldası olmaya, üzerine gelen belâlara karşı bedenimi siper etmeye hazırdım. Bütün bunlara rağmen bir kez olsun yüzünü, yönünü kendime çevirememiş ve acizliğimi son raddesine kadar idrak etmiştim. Parmaklarımın arasından kum taneleri gibi akıp gitti ve ben yalnızca gidişini seyredip, ardından bakakaldım.

Zamanla fark ettim ki tanrılığına soyunduğum şey bir put gibi karşıma dikilmiş duruyor ve ben onun etrafında tavaf ediyorum. Bu putu devirmenin zorluğunu biliyordum. Büyük bir girdabın içine düşmüştüm. İçimde feverân eden dalgalar büyük hasarlar açacaktı. Belki de bir enkaz yığınına dönecektim ve molozlarımı annemin eteklerine dökeceklerdi.

Kekeme Bir Hüzün

İki bin on altı yılının son çeyreğine geldiğimde ise hep denediğimin, hep yenildiğimin, gene denediğimin, gene yenildiğimin, daha güzel yenildiğimin farkına vardım ve bu mağlubiyetimi zafer kazanmış komutan edâsıyla kutladım. Artık bir yazgıyla gönderildiğimi kabullenmiş ve bir sükût hâline bürünmüştüm. Bu hâle “Kekeme bir hüzün ”adını verdim. Kimseye meramımı anlatamıyordum. Belki de anlatabilecek bir şeyim yoktu. Eksinin sonsuzluğuna doğru düşerken, her düştüğümde yeni bir dibin var olduğunu keşfettim.

Boşluk

Hayattaki en büyük sermayemi, hüznümü yitirmiştim. Günlerce hiçbir ayet-i kerîmenin, hiçbir hadîs-i şerîfin, hiçbir kelâmı kibârın ve hiçbir nasihatin tesir etmediği bir boşluk kuyusuna düştüm. Dış dünyayla bağımı en asgariye indirdim. Kendimi bir eve, bir odaya, bir masaya, bir kitaba mahkûm ettim. Varlığımla yokluğum müsâviydi. Hiç kimsenin hayatında bir etki oluşturmuyordum. Ne dünya üzerinde beni ben kılan bir özelliğim vardı ne de kimseye hayrım dokunuyordu.

Bu büyük boşlukta saatlerce kendimle konuştum. İç sesimi susturamadığım için ham kaldım ve cevapsız sorular birbiri ardına önüme dizildi. En sonunda yaratılış hikmetimin peşine düştüm. Evet,  solucanın bile bir yaratılma hikmeti vardı, toprağı havalandırıyordu. Peki, benim varlık hikmetim neydi? Bir insanın dahi huzurlu nefes alıp vermesine, yüzünün gülmesine vesile olamamıştım, bu dünyaya diğer insanlardan farklı bir teklifim yoktu ve ölmem hiçbir dengeyi bozmayacaktı. Ben de dünya üzerinden gelip geçen milyarlarca insan gibi unutulacaktım. İnsanların istifade edebileceği bir eser bırakamadan göçecek, ismim silinip gidecekti. Ardında nesil bırakamayan bir ebter olacaktım.

Sokağa çıkıp önüme gelen herkese, “Benim yaratılışımın hikmeti nedir?” diye sormak istiyordum. Alacağım cevap hemen hemen belliydi. Ya istihzai bir gülüş ya da çıldırmama ramak kaldığını düşünüp acıyan bakışlar ve ardından kocaman bir sessizlik.

Kendimle Yüzleşme

Kendimden, yaşadığım muhitten kurtulabileceğim, kaçıp gideceğim bir şehir de yoktu artık. Çünkü dünya üzerinde hiçbir yere karşı aidiyet duygusu taşımıyordum. Üstelik eskisi gibi zekâma, hislerime ve bahtıma da güvenmiyordum. Nereye baksam kendimle karşılaşıyordum. Üzerinde yürüdüğüm toprak, üstümde her ân çökecekmiş gibi duran gökyüzü, bindiğim toplu taşıtlar, evimdeki, işyerimdeki duvarlar bana ayna oluyor ve biteviye kendimle yüzleşiyordum.  İntihar fikri, akıl çeldirici bir kadındı ve başımı döndürüyordu. Ama baştan savma, alelâde bir ölüm olmamalıydı benimkisi. En azından melankolik bir romantizm içermeliydi. Fakat dönüp yine kendimle yüzleştiğimde ise, “Yaşamak için hiçbir sebebin yok. Peki, ölmek için var mı?” sorusu önüme ket vuruyor, ne yapacağımı bilmeden şaşırıp, kalakalıyordum.

Nekahet Dönemi

“Vazgeçemediğin hiçbir şey senin değildir.”fehvâsınca vazgeçmenin erdemine ulaşmayı denedim günlerce, haftalarca. Her seferinde ruh, alıştığı şeyden ayrıldığında büyük bir acı duymaya başladı ve ben bu acıyı tenimin her zerresinde hissettim. Zamanla bu acıyı da sevmeye başladım. Biliyordum ki bu acıyı sevme, mazoşist ruh hâli ya robotlaşmanın ya da tekâmülün ilk adımlarıydı.

İmam Gazzâli hazretlerinin, El-Münkız Mine’d-dalâl adlı eserini dört yıl sonra tekrar okumaya başlamıştım. Kendi sahasında ilk defa yazılmış bu otobiyografik arayış eseri henüz aşılamamıştı. Büyük imamın buhranları, çektiği sıkıntılar, yaşadığı münzevi dönem ve arayışındaki samimiyet ve gayret beni sarsmıştı ve âdeta “Daha ne zamana kadar çelik çomak oynayacaksın. Ne zaman kadar misketleri yutulmuş çocuklar gibi davranacaksın? Gel, ummanımıza gir ve inci tanelerine talip ol” demiş ve bin yıl evvelinden uzattığı mânevî el ile beni sahili selâmete çıkardı ve elimden tutup tekrar dervişlerin halkasına oturttu.

DİĞER YAZILAR

5 Yorum

  • HÂCE , 17/12/2019

    Abi senin sufiliğe nasıl başladığını hep merak ederdim. Tevafuk oldu. Öğrenmiş oldum.

  • Şiraze , 16/12/2019

    ”Allah dostlarının manevî elleri vardır. Kendisine intisap etmiş talebelerini belâ ve musibetlerin içinden çekip alırlar ve sahili selâmete eriştirirler. Mârifet o mânevî elleri görebilmekte. Kendi zekânla, hislerinle, bahtınla övünmekte değil.” Abi aldım defterime yazdım. Uçmasın baki kalsın.

  • Özbek , 11/07/2017

    Insan’in tanimini arayanlara..
    Keske her insanin icinde böyle feveran eden dalgalar olsa. Belki de firtinanin tam ortasindayizdir ve o manevi elin uzanmasini bekliyoruzdur. Kim bilir, o manevi el uzanmistir belki de?

  • Unknown , 17/01/2017

    An gelir ölümle bakışırız,
    Kimbilir iki sevdalı gibi
    Yada silüetsiz bir dost
    gölge yapar yüzüme..
    An gelir
    bir eli bırakırım
    elime uzanan
    silüetsiz bir eli
    gölgemle savaştırmamak için..!

    • katil kitaplar , 17/01/2017

      ”an gelir
      ömrünün hırsızıdır
      her ölen pişman ölür
      hep yanlış anlaşılmıştır”

Özbek için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir