Derisini Değiştiren Yılanın Hayreti 13

Tasavvufta muzmer-i zâtî diye bir kavram var. Muzmer; gizli, saklı, örtülü, içinde saklı kalmış gibi anlamlara geliyor. Zât ise kendi, asıl, öz ve cevher demek. Kavram olarak kişinin kendindeki güzellikleri başka birinde seyretmesi olarak tanımlanıyor. Yani kişiyi Allah’a yönlendiren güzellik ve çehreyi anlatıyor bu kavram. Mesela Mecnun’un muzmer-i zâtîsi Leyla’dır. O halde Mecnun Leyla’da kimi sevdi, diye bir soru sorabiliriz. Yukarıdaki bilgilere dayanarak, Mecnun’un Leyla’da kendini seyrettiğini ve Leyla’yı görmediğini söyleyebilirim. Fakat şunu da eklemeliyim Leyla’nın muzmer-i zâtîsi de Mecnun’dur.

***

Zunnûn Mısrî hazretleri dervişin nasıl olması gerektiğini şöyle anlatır: “Derviş, konuştuğu zaman kelimeleriyle hakikati açıklayan, sustuğunda Allah’tan başka herkesle ilişkisini kestiği için, bu hakikatleri vücudunun diğer uzuvları konuşan kişidir.”

Dervişin susması da konuşması da Allah içindir. Konuştuğu zaman kendinin ve dinleyenlerin zararına olacak bir şey konuşmaz ve konuşması hep hayırdan ibarettir. Her zaman doğruyu söyler ve insanları Hakk’a çağırır. Konuşunca kalbinden hakikat incileri dökülür ve bu inciler insanların kalbini ferahlatır. En önemlisi ise derviş konuşurken Allah’ı unutmaz. Dervişin susması da ibadettir. Çünkü sustuğu zaman lisan-ı hali konuşur. Varlığı bulunduğu ortama huzur yayar. Bakışları, mimikleri hatta duruşu bile Hakk’ı hatırlatır.

***

Bişr-i Hâfî hazretleri şöyle buyurur: “Hüzün bir hükümdar gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez.” Çünkü hüzün sahipleri yani kalbi kırıklarla Allah’ın beraber olduğu bir hadis-i kudsi de belirtilmiştir. Kalbi; günahlarından, gafletle geçen ömründen, boş işlerle geçirdiği anlara üzülmesinden ve Allah’a hakkıyla kulluk yapamadığı düşüncesinden ötürü hüzünle dolan kişi bu hüzün sebebiyle duygu ve düşüncelerine çeki düzen verir ve kendini kontrol altına alır. Bu sebeple hüzün Hakk’ı bulmanın pusulası hükmündedir. Hatta bir kişi halleri sebebiyle hüzünlenemiyorsa, hüzünlenemediği için hüzünlenmesi gerekir. Hüznün alametinin solgun bir beniz olduğunu söyleyen Hâris el-Muhâsibî hazretleri aynı zamanda hüznün, firak arttıkça artacağını söyler. Kişinin başına gelebilecek en büyük firak yani ayrılık ise dünyada iken Allah’tan uzak olmaktır. Bunun alameti ise kişinin Allah’ın her an kendisiyle birlikte olduğunun farkında olmamasıdır. İşte bu hal serâpâ hüzün doğurması gerekir.

***

Kişinin en kıymetli hazinesi vaktidir. Bu sebeple vakit keskin kılıç gibidir, denir. Her yeni gün yeni bir umuttur. Bu sebeple gafletle ve gereksiz işlerle geçirilen her gün aslında kaybedilmiş ve umudun hakkı verilmemiş bir gündür. Tasavvufta çok önemli meselelerden biri dervişin her anının değerini bilmesi ve vaktin gereğince amel etmesi konusudur. Vukuf-i zamani denen ve yaşanan anın farkında olmak olarak açıklanan tasavvufi düstur hakkında Şah-ı Nakşibend hazretleri şöyle buyurur: “Vukuf-i zamani, kişinin her zaman kendi hallerine vakıf olmasıdır. Eğer amelleri şükretmeyi gerektiyorsa şükretmeli, tevbeyi gerektiriyorsa tevbe etmelidir.” Dolayısıyla vukuf-i zamani bir otokontrol mekanizmasıdır. Kişinin kendine eğilmesi ve sürekli kendini anlamaya çalışması halidir. Adeta bir kuyu gibi olan benliğinin koridorlarında kendini tartması ve karşılaştığı durumlara göre gereken amelleri yerine getirmesidir. Doğumun, ölüme açılan bir kapı olduğunun farkında olan insanın zamandan daha değerli nesi vardır ki?

Sulhi Ceylan

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir