Fok Balıklarından İnsana Bir Yalnızlık Serüveni

Karantinadayken otuz yaşımı biraz geçtim. Bunu kendime nasıl anlatırım diye düşünürken Didem Madak yetişti imdadıma. Müsveddeler şiirinde şöyle diyordu:

Beni tasfiye ve tavsiye arasındaki karışıklıkta
Müsait bir yerde bırak sevgilim
Hem otuzumu geçtim azıcık
Gerisini ben yürürüm artık

Yürümeye başladım sonra, üç küçük odası olan evi bir baştan bir başa. Kendimle kalmayalı uzun zaman olmuştu. Karantinanın ilerleyen günlerinde meğer kalabalıklara ne çok tutsak olmuşum, herkesi dinlemişim de kendime sağır kesilmişim, dedim. Ve ömrümün muhasebesini yapmaya başladım. Bunu bir ekonomistin duyarlılığıyla değil de Pessoa’nın huzursuzluğuyla yapıyor olmanın mutluluğunu hissettim. Çok sevdiğim bir dostun gönderdiği şarkının tam ortasında bir şey dürttü içimde yıllardır anlamsızca gezdirdiğim kırgınlıklarımı. “Adem’in düştüğü günden bu kırıklar” diyordu. Bu kırgınlığımın reel dünyada karşılığı ne olabilir diye düşünürken onun cevabını da buldum. Yüzlerce insanın kahveyle birlikte fotoğrafını paylaştığı; ama henüz bitirenini görmediğim bir kitapla aynı kırgınlığı yaşıyordum: Tutunamayanlar. Bunlar kendi iç dünyamda yaşadığım kalabalığın kısa bir özeti ve özet dediğin; konunun önünden arkasından kesilmiş ve bir tek anlatanın ne demek istediğini anladığı bir şey.

Modern toplumun kahir ekseriyetine kendini gayet masum hissettiren (a)sosyal medyanın kurbanlarından biri de benim elbette. Büyük bir itinayla putumu gece yatmadan önce tok karnına, sabah uyandığımda aç karnına ziyaret ediyorum. Bu ziyaretlerim sırasında karantina sürecinde hemen hepinizin olduğu gibi benim de karşılaştığım durum farksız: sıkılıyorum. Bu sıkılma kelimesi bana çok tuhaf geliyor. Bir insan kendiyle baş başa kalmaktan niye sıkılır bilmiyorum. En nihayetinde kendine katlanamayan, kendisiyle vakit geçiremeyen birine başka insanlar niye katlansınlar diye düşünüyorum istemsizce. Kendiyle baş başa kalmayı en iyi anlatan repliklerden biri Haluk Bilginer’in Kış Uykusu filmindeki şu cümlelerdir bence. “Valla ben, evim, odam, kitaplarım neredeyse kendimi oralı hissederim; başka bir yere de ihtiyaç duymam. Ya bu insanın kendine bir dünya yaratabilme, kendini oyalayabilme yeteneği ile ilgili bir şey. E sen sıkılıyorsun; çünkü hiçbir şey yapmadan öyle süzülüp duruyorsun güzelim.”

Ben de tam böyle diyecektim ki, maalesef ani karantina kararı okumam gereken kitapların üniversitede kalmasına sebep olmuştu. Ben de o PDF senin, bu arşiv benim deyip teknolojinin nimetlerinden faydalanayım dedim. İyi de oldu. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün sayfasına girip Osmanlı dönemindeki bulaşıcı hastalıklarla ilgili belgeleri taramaya başladım. Enteresan belgelerle karşılaştım. Mesela 1893 yılında vebadan dolayı şer’i olarak ne tür tedbirler alınması gerektiği araştırılmış. Ve Çanakkale’de bunun için hem Buhari Şerif okunmaya başlanmış hem de minarelerden Rahman Sûresi. Yine başka bir belgede de Ebû Suud Efendi’ye sorulan bir soru ve verdiği cevapta şunlar yazılıydı. Hazrete sormuşlar “Bir beldede zuhur eden taun vebanın def’i için ehl-i belde bacalarından beyne’l-aşairinezân-ı Muhammedî sallallahualeyhivessellem okumaları meşr’u mudur?” Ebu Suud Efendi de: “el-cevap: Meşr’udur. Ve def-i müteyakkin olduğu ulemâ-i müteahhirinden menkuldür.” Lakin sultanın ricası üzerine ezanının teğannisiz sünnet vech üzere okunması gerektiğini de belirtmiş. Bunlar tadımlık tabiî. Belki o dönem yapılan dezenfekte çalışmaları, medreselerin tatiliyle ilgili belgeleri de bilahare transkript edip yayınlarım.

Uzun zamandan beridir sanatçı-katil dilemması üzerine okumalarım devam ediyor. Bunun iki tipik örneği hepinizin malumudur. Biri Hitler biri de Kenan Evren. Enteresandır ki, bu iki isim de ressam olmak için uğraşmış ve fakat ikisi de bu alanda başarılı olamamış ve en nihayetinde milletin başına bela olmuşlar. Bu konuyla ilgili araştırma yaparken bir arkadaşım bana Hitler’in kendi çizdiği resimleri gönderdi. Ben ressam değilim, meslekî olarak Hitler’in çizdikleri bir sanat ifade eder mi onu da bilmiyorum; fakat itiraf etmeliyim ki, Hitler’in boyayla çizdikleri kanla çizdiklerinden güzeldi. En nihayetinde aryan ırkını oluşturmak için yaptığı katliamlara hepimiz vâkıfız.

Biraz fazla konuştum, e malum karantina, insan birini bulunca konuşası geliyor. Ya da Didem Madak’ın dediği gibi;

Anlatarak bitiriyorum hayatımı
Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat

Ömer Ertürk

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • v" , 28/04/2020

    Ömer Ertürk’ün bu yazısını beğendik.

  • Garantino , 26/04/2020

    *Bakmayın yas 35 yolun yarısi ceyregi diyenlere hangi yaştaysan hayat orda başlıyor.
    *çocukken belgesel izlerdik ve fok balıkları dans ederdi düşselim.de
    * Sanatçı-katil dilemmasi /
    Hitler × Kenan Evren . Şairler anlatmayı sever ressamlar göstermeyi ikisi de anlatır birşeyler evet ressamlar daha üşengeç dök boyayı sur boyayı silme üstüne başka renk boyasını görünmez. Ama ressamlar daha zeki bence . Şairler daha duygusal zeki olsada onlar da zekayı kullanmaya üşeniyorlar ya da usanıyorlar gibi …. tabi şairler derken yazarlar da içinde olabilir ne kadar düz yazarlarsa o kadar ressam gibi oluyorlar teknik ressam gibi ama …
    Sanatcı katiller bence ressam olmaya çalışmamışlar sakin ve soğukkanlı kararlar vermeye resmederken beyinlerinde egzersiz bir nevi prova yapmışlar. kırmızı kanlı resimler canlandirmislar beyinlerinde . Anlatmayı vakit kaybı gördüklerinden.
    * bu arada Didem Madak’tan aktarmış olduğunuz alıntıyı ben de denedim. O da bıraktı . Kendim yürüyorum şimdi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir