Geleceğe Dönüş

Bugün elli dört yaşıma girdim. Aradan geçen yirmi sekiz senenin ardından kalemi elime alınca gençliğime döndüğümü hissediyorum. Yirmi altı yaşımdaki halime… Hep tebessüm ederek hatırlarım o günleri. Çocukça hayallerimi gözlerim yaşlı hatırlarım.

Hafızamı zorluyorum şu an, o günleri tam olarak hatırlayabilmek için. Edebifikir, o zamanlar sadece internet sitesinden ibaretti. Ne dergi vardı, ne yayınevi… Birbirimize yazılar ithaf eder, bazen Kadıköy’de buluşmayarak eylem yapmaya karar verir ve buluşmazdık. Bazen de buluşup eylem yapardık. Aydoğan Khenüz hapse girmemişti. Sulhi Ceylan‘ın ismi ise lise edebiyat kitaplarında yer almıyordu, düşünebiliyor musunuz? Ben sürekli roman yazdığımı söyler, gerçekten de yazardım fakat bir türlü bitiremezdim. Hâlen bitirebilmiş değilim. Sanırım o zamanlar elli beş sayfa falan yazmıştım. Az önce o yazdıklarımı elime aldım ve kırk beş sayfasını yırttım. Kaldı on sayfa. O zamanlar demek ki hayattan anladığım elli beş sayfaymış, şimdi on sayfa. Bir yirmi sene daha geçerse sanırım ölmeden önce geriye sadece bir cümle bırakabileceğim. O da şu olacak: “Bu hayattan hiçbir şey anlamadım.”

İnsanın gençken hırsları, tutkuları olur. Bu gayet normaldir fakat olgunlaştığı halde dünyaya ve bu saçma sapan yaşama dair tutkuları varsa işte o adama gülerim. Geçen gün caminin çay ocağında bizim emekli arkadaşlarla otururken aramızda bir mevzu geçti. Raif Efendi; “Yahu Mustafa, on dokuz yaşımda âşık olduğum o kızı hâlâ unutamıyorum biliyor musun? Ara ara aklıma geliyor.” deyince beni bir gülme tuttu. Kendimi bir türlü durduramayınca arkadaşım bozulup kalktı yanımdan. Ben hâlâ gülüyordum. Ertesi gün gönlünü almak için yanına gidip dedim; “Raif Efendi benim gençliğimde büyük yer kaplayan bir roman kahramanıydı ve roman çok eskiden yazılmıştı. Senin de ismin Raif. Aradan kaç nesil geçtiği halde kaderin aynı onunkine benziyor. Gülmemin seninle alakası yok, yanlış anlama. Sadece bu tutkunun her dönemde yaşandığını görmek biraz sinirlerimi bozdu.” Bu sefer bizim Raif daha çok sinirlenip; “Ne tutkusu be! Aşk denir buna aşk!” deyince, “Aşk Allah’a vâsıl olduğunda aşktır. Geri kalanlar malayâni tutkulardan başka bir şey değildir.” dedim. Bir müddet karşılıklı sessiz kaldık. Sonra o sessizliği bozdu: “Ukala herif! Her şeyin en doğrusunu hep kendinin bildiğini zannediyorsun sen.” dedi ve yine çekip gitti. Benzer bir cümleyi gençliğimde de bir arkadaşımdan duymuştum. O zamanlar da kendimi unutur, el âlemin aşkına, tutkusuna çok karışırdım. Ne yapalım, can çıkıyor huy çıkmıyor demek ki. Oysa kendime dönüp bakacak olursam, benim gerçek manada ne tutkum olabildi ne de aşka erişebildim.

Hani Sezai Karakoç’un yaşayan son talebesi Ömer Ertürk var ya, ona da hep dediğim bir şey vardı hiç unutmam: “Ot geldik, ot gideceğiz oğlum!” derdim. Ömer dedim de, geçen günlerde oğlu ziyarete geldi yanıma. Koca delikanlı olmuş. Şiir de yazıyormuş. Ömer bana göndermiş. Git demiş, Mustafa amcan değerlendirsin bakalım. Çocuk dert yanıyor bana; “Mustafa amca babam bıktım senin şiirlerinden diyor, yeter diyor, bu kadar şiir yazılır mı oğlum diyor, kızıyor bana!” Dedim sen babana bakma, getir şiirlerini ben okurum. Sevindi tabiî çocuk.

Ha, ne diyordum… Hırsları, tutkuları olur insanın gençken bir de çok fazla çelişkileri olur. Şunu mu yapsam, bunu mu? Oraya mı gitsem, buraya mı? Şu işte mi çalışsam, bu işte mi? Şuna mı âşık olsam, buna mı? Amaan… Ne kadar da çok çelişkilerimiz varmış. Oysa o zaman da bilirdim, her türlü çelişkinin dehâ yokluğundan kaynaklandığını ama yine de çelişkilerden kurtulamazdım. Şimdi bakıyorum da, sanırım kurtulmak istememişim. Çelişki gibi görünen çokluklar, benim yaşam tarzımmış meğer. Ben böyle bir insanım diyerek kabullenmek gerekiyor bazı şeyleri, kabullenmek bazen ne kadar ağır gelse de.

Bak Aydoğan K on yıldır hapiste. Sivri dili yüzünden girdiği o delikten belki ölene kadar çıkamayacak. Ama ben ona imreniyorum. Kendini iyi tanımış ve olduğu gibi kabul etmişti. Çelişkileri de olmadı hayatında, çünkü gerçek bir dehâydı. Ne ise o oldu, burnunun dikine gitti. Doğru bildiklerini söylemekten asla geri durmadı. En başından kabullenmişti: “Ben buyum kardeşim!” diyordu. Keşke bunu ben de yapabilseydim ve beraber yatsaydık o hücrede. Gençler şimdi internet sitelerinde, bloglarında, sokaklarda eylemler yapıyorlar ya hani “Aydoğan K’ya özgürlük!” diye, bilmiyorlar ki aramızda en özgür adam odur. Yaşamıyla hissettikleri arasında hiç fark olmamıştır. Nasıl dilediyse öyle yaşamış ve hücrede özgürlüğü tercih etmiştir. Ah, anlayabilselerdi…

Üç yıl önce Bilal Can‘ın cenazesinde Sulhi Ceylan‘la bir araya geldiğimde üstat bana şöyle demişti: “Öleceksen Bilal Can gibi öleceksin!” Bilal Can‘ın ölüm sebebine herkes kalp krizi diyor, varsın desinler, ben şiir krizi diyorum. Sabah uyandığında, gece yatmadan aklına gelen mısraları hatırlayamadığı için kalp krizi geçirdi. Şüphesiz Bilal de Aydoğan K gibi büyük bir dehâydı ve hepimizden önce oyunu kazanarak hayatının şiiriyle buluştu. Aydoğan K‘da hapishaneden verdiği mesajda bildiğiniz gibi; “Dehâlar çabuk ölürler.” demiş. Eğer öyleyse herkes ölecek ve ben yalnız kalacağım hayatla mücadelemde.

Bundan yirmi sekiz sene önce üstat bana sorardı: “Ne zaman hayatla mücadeleden vazgeçip, âlemi kendi kalbinde göreceksin Mustafa?” derdi.

İşte şimdi cevaplıyorum: “Ölene kadar vazgeçemeyeceğim sanırım üstat.”

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir