Hepimiz Ölüyoruz Bir Sen Kalıyorsun

Sema’ya… 

Yokuştan aşağı inerken gökyüzü ve yeryüzü bize eşlik ediyordu. Her günkü aydınlık yerini anlamsız bir loşluğa bırakmıştı ama bizim bunu düşünecek halimiz yoktu. Zihnimizde fırtına, ayaz, tufan vardı. Her durakta, her uykuda yalnızlığın resmini çekiyor ve konuşmadan ilerliyorduk.

Yolları adımlarken adımlarımızı saymak gibi çocukça bir oyun içerisine girmiştik. Birlikte yürüyorduk ama ikimizde yalnızdık. Ruhlarımızı kendimize destek, kendimize payanda yapmıştık. Çünkü biliyorduk ki yalnızlık bir yankıdır ve arzın içinde bir aksi seda arar kendine.

Her gece, aynı gibi görünen geceler ve karanlıklar bizim için başkaydı ve en güzel şarkıyı bir kurşun kadar bir rüzgâr da söyleyebilirdi. Her uykuda bir sürgün bulduğumuz dem, oradan oraya savruluyorduk. Tâ ki ruhlarımızdaki hasretin sancısı uykularımızı bölene kadar…

Gün, gözlerinde doğuyordu onun ve benim ellerimde batıyordu güneş. Kızıllıklar en çok onun saçlarına yakışıyordu ve benimse üstümdeki beyaz gömleğe.

Sürgün bir ülke oluyordu sonra birden bire gözlerimiz bize. Yine gün doğuyor, yine gün batıyordu. O gurbette oluyor bir an için, ben ise ruhumda merhem kabul etmeyen bir yara.

Aydınlık, en güzel karanlıktır. Fırtınaya, ayaza hep yalnızlık fısıldadığımız için uçan kuşlarla geliyor yalnızlığın yankısı bize. Geliyor ve bizi her dem yeniden buluyor. Bulmakla kalmıyor, her dem bizi yeniden fethediyor.

Yokuştan aşağı iniyoruz. Ne kadar da uzun yokuşmuş bu diyoruz dudaklarımızın kenarında beliren yarım yamalak bir gülüşle. Gülmek, ağız dolusu olmaz çünkü. Gözleri gülerse mutlu olur insan, eski bir efsaneden biliriz bunu.

Yan yana yürüyoruz ama ikimiz de yalnızız ve ruhumuzda darp izleri var. Yaralarımızı sarmaya yeltenmiyoruz bile. Yokuş yaralarımıza iyi geliyor, yaralarımız yokuşu sarıyor. Derken konuşmaya yelteniyoruz ama sonra nedensizce hemen vazgeçiyoruz.

Yalnızlık uçurumdan düşmek değildir, biliyoruz. Yalnızlık, uçurumdan düşerken umutsuzca tutacak bir el aramak ama bulamamaktır. Biz de bulamıyoruz. O yüzden yokuştan aşağı inmiyor, düşüyoruz.

Geceleri karanlık yollarda yürürken korkuyu bastırmak için türkü söyleyen dudaklar geliyor aklımıza. Bir türkü de biz söylemeye başlıyoruz, yalnız yürümenin korkusunu bastırmak için.

Biliyoruz aslında dert anlatandan daha çok derdi dinleyen dertlidir. Dert dinliyoruz ama sahibini bilmiyoruz. Zaten derdin sahibini bilmek değil, kendisini bilmek ve dinlemek erdemdir diye öğrendiğimizi hatırlıyoruz. Unuttuklarımızın hafızamızı oluşturduğunu fark ettiğimizden beri unutmanın ve sonra tekrar hatırlamanın erdemine dair hayaller kuruyoruz.

Tüm bunlar, bize yapılanlar bir haksızlık mı diye düşünüyoruz bir an! Sonra geceyi yaratan aklımıza geliyor, geceyi ve gündüzü… Gece için bize verdiği mumu hatırlayınca duaya duruyoruz. Mumun aydınlığında ateşin titremesi gibi ruhlarımız titriyor. Bu öyle güzel ki, anlatmaya gerek yok.

Taştan yapılmış aynalara bakıp en öldürücü zehirleri en güzel tiryaka dönüştürmenin sevdasına düşüyoruz. Biz kimiz ve biz kaç kişiyiz diye de sormuyoruz. Sayılar kemmiyet ifadesidir zira. Sonra parmak ile sayılmayacaklardan olma arzumuz depreşiyor birden. Ardından kırılarak tükenmeyi kabulleniyoruz gönüllüce. Çünkü gönülsüz iş yapmanın Rahman’ı üzeceğini biliyoruz. Kırılırken de gönüllüce kırılmanın güzelliğini taştan aynalara baktığımızda görüyoruz.

Yaklaş!

Uzakta durma!

Bu dinlediğin bir şarkının içinde geçen acıların ifadesidir.

Korkma!

Umutlu ol!

Çünkü ölüm var ve ölüm insana umut verir.

Toprağı yaratana sığınmanın güzelliğini anlayınca ölümün toprak olmak olmadığını kavrıyoruz. Dünyanın tüm renklerini anlamsız kılmaya çalışmak değildir bu. Buğulanan gözlere yeni bir ufuk ve yeni bir umut ışığıdır.

Ürkme!

Yaşamak acıya göğüs germektir. Çoğalmak korkularını azaltmaz, çünkü çoğaldıkça azalırsın ve azaldıkça kendinden uzaklaşırsın.

Sonra ellerimizi havaya kaldırıyoruz, sanki birilerini selamlamaya çalışıyor gibi bir halimiz var görenlerce. Aslında biz, kendimizi selamlıyorduk. Kendi şarkımızı mırıldanırken, dışımızdaki dünyayı unutuyorduk.

Yalnızlığın bir yanılsamasıydı bu… Sonra birden kendi yalnızlığımın yankısına yine kendimin kapıldığını fark ediyordum. Derken amansız bir rüzgâr esiyor ve toprağımdan senin kokun geliyor. Ardından herkes ölüyor, hepimiz ölüyoruz ve sadece sen kalıyorsun.

 

Davut Bayraklı

 

 

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • yağmur taşıyıcısı , 25/09/2020

    Ağabey, insanın insana tutunamayacağı düşüncesi ilmek ilmek işlendi zihnimize. Yalnızlığın belirli dozlarda alınması yararlı dendi. Dert anlatamadık, dinleyemedik bazen. Uzaklaşmanın çaresini bulamadık. Ne olacak bu hal diye diye kendimizi beklemeye aldık. Eylemsizlik yasasına tabi olmuş gibi durma halimizi sürdürüyoruz. Ne kurşuna davranıyoruz, ne rüzgarın şarkısını duyabiliyoruz. Çoğul konuştuğuma bakmayın, buradaki öznenin “ben” oluşu biraz ağır geldi. Dualarınızda yer verirseniz bu yalnızın göğü biraz olsun genişleyebilir. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.

  • Bi-hûde , 15/09/2020

    Davut bayraklı nam üstad hüzün ve mutluluğu mezc etmiş ölümün keyfiyetine rabtedince ortaya enfes bir metin çıkmış evet ölüm varsa umut vardır. Kemmiyetsizlere toprağa, semaya ve baktıkça cuşa getiren mumun aydınlığına selam olsun.

Bi-hûde için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir