İlk Taş: Göremiyorsanız Zuhurunun Şiddetindendir!

“Ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler”
Hayâlî

Son birkaç ay içinde çeşitli meclislerde “İnsan hakları” kavramı hakkında tartıştık. Tartışmalar, ne insan haklarının tatbik edilme şekli ne de neyi ihtiva ettiği ile de ilgiliydi. Zira bu tartışmaların hiçbirinde insan hakları diye bir şeyin gerçekte var olup olmadığı sorusu, insan hakları ile ilgili diğer meseleleri tartışmaya imkân vermiyordu. Bu yazının yazılma sebebini de insan haklarının varlığının gerekliliği etrafında şekillenen tartışmalar bir tarafa bırakıp, muhtevası hakkında tartışabilmek ümidi oluşturuyor.

Aslında çok teknik konulara girmek istemiyorum, fakat eğer insan hakları diye bir “şeyin” gerçekten olup olmadığını tartışacaksak bir takım açıklamalara muhtaç olduğumuzu düşünüyorum. Öncelikle insan hakları hukukunun öznelerini fertler ve devlet oluşturuyor. Bir başka deyişle insan hakları hukukunun iki temel muhatabı vardır: Fertler ve devlet. İnsan hakları, devlet ile fertler arasındaki hukuku küçük bir istisna ile (hakkın kötüye kullanılma yasağı) fertler lehine düzenliyor. İçeriğinden burada bahsetmeyeceğim bu haklar ilk derecede devletlerin anayasalarında düzenleniyor. İkinci derecede ise devletlerin taraf oldukları bir takım insan hakları antlaşmaları bulunuyor ki bu antlaşmalara taraf olan devletler anayasalarına söz konusu antlaşmalarda bahsi geçen hakları dâhil etme yükümlülüğü altına giriyorlar. İnsan hakları antlaşmaları, beraberinde genellikle İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi gibi bir denetleme mekanizması getiriyor. Zaman zaman, yine küçük istisnalar ile bu uluslararası mekanizmaların siyasi saiklerle hareket ettiği olabiliyor. Fakat dediğim gibi, birincil uygulanma alanı devletlerin anayasaları, yani devletlerin birincil yükümlülüklerinin şekillendiği metinler. Bu metinlerde fertler ilk olarak devlete karşı, ikincil olarak da başka fertlere karşı korunuyorlar.

Esas yönelmek istediğim nokta kötü uygulamaların bir neticesi olarak insanlarda insan hakları fikrine dair anlaşılmaz itirazların mevcudiyeti. Böyle bir itiraz yapılacaksa evvela belli başlı sorulara cevaplar verilmesi gerekiyor. Yani hiçbir şey söylemek iddiasında değilim, aşağıdaki soruları da kimseye “hadi buna da cevap ver bakalım” demek için yazmıyorum. Bu soruları düşündüğümde “İnsan haklarını neden sahiplenmeyelim?” sorusuna hiçbir cevap bulamıyorum. Bir cevabınız varsa, yardımcı olmanızı istirham ediyorum.

Evvela insan hakları fikrine karşı olacaksak devletlere karşı fertleri kimin koruyacağı sorusunun yanıtlamamız gerekiyor. Hâlihazırda yaşadığımız dünyada devletler tarım, sağlık, eğitim ve ticaret-finans politikalarını daha önce hiç olmadığı kadar şekillendiriyor. Diğer bir deyişle devletler izledikleri politikalarla 5 yaşında okula yeni başlayacak bir çocuğun da, çiftçi Mahmut amcanın da, tansiyon hastası Sebahat teyzenin de, iş arayan Ahmet Yusuf’un da hayatını şekillendiriyor. Bundan üç yüz yıl önce, devlet, hayatlarımıza bu kadar müdahil değildi, fakat bugün yoldaki taş ile ilgili bir meseleyi dahi devlet düzenliyor. Bununla beraber rasyonelliğin kâr etmeye endekslendiği bir atmosferde işverenlerinizin bırakın menfaatlerinizi, temel ihtiyaçlarınızı dahi göz önüne alacağını ummak büyük bir iyimserlik olur.

Bu durumda sizce de fertlerin her zaman ve şart altında, doğasının bir gereği olarak menfaatleri doğrultusunda hareket etmeye ayarlı yapılara karşı korunması gerekmez mi? İnsanlara canını, malını, şeref ve haysiyetini devletlere karşı korumak için hâlihazırda insan haklarından başka bir mekanizma öngörebiliyor muyuz? Ya da işvereninizin sizi günde 18 saat, mevcut asgari ücretin çok daha azı bir meblağ için çalıştırmamasının başka bir güvencesini herhangi bir yerde bulabiliyor musunuz? Haysiyet ve onurunuzu başka insanların vicdan ve insafına emanet etmek hususunda emin misiniz? Başka bir şekilde soralım, insan hakları fikrinden vazgeçildiği takdirde onun işlevlerini ikame edebilecek bir yapı mevcut mu? Gerçekten her an canavarlaşma ihtimali olan yapılara karşı güvenebileceğimiz başka bir dayanak var mı? Çok mu organize bir toplumsal örgütlenmeye sahibiz? Meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının, toplumdaki -var ise- kanaat önderlerinin, canınıza kast edildiğinde sizi koruyacağını düşünüyor musunuz? İnsan haklarına idealleri, mekanizmaları, kurumları ile, bunları bir tarafa bırakın, bütün terkibiyle karşı iseniz yerine neyi ikame edeceğinizi söyleyin!

Nitekim bugün insan hakları, hukuku, mekanizmaları, paradigmaları, hâsılı bütün terkibiyle, siz farkında olmasanız da sizi koruyor. Farkında olmasanız da o denizin içinde yüzüyorsunuz, nimetlerinden istifade ediyorsunuz. İnsan hakları hukukunun hayatımızın her alanını düzenleyen bin kuralından beşinin ihlal edilmesi, bu ihlalin de çok ses getirmesi zorunlu olarak insan hakları diye bir “şeyin” olmadığı anlamına gelmez. Yine aynı şekilde bir mahkemenin insan haklarına dair bir maddeyi manipülatif bir biçimde muhakeme etmesi “insan hakları uydurmadan gayrı bir şey değildir” demek için yeterli zemini tesis etmiyor.

Tacettin Aslan

 

 

DİĞER YAZILAR

13 Yorum

  • mad , 16/12/2022

    TAHAMMÜLSÜZLÜĞE TAHAMMÜLÜMÜZ KALDI MI?

    Bu aralar ait olmakla sahip olmak arasındaki farkı düşünüyorum. Bunu düşünecek ne var birbirinden açıkça farklılar, diyebilirsiniz. Konuyu kavramlar ve tanımlar düzeyinde düşünürsek haklısınız, yakınlar; yaşayış ve anlam düzeyinde düşünürsek şunu söyleyebilirim: Durmalıyız!

     Bir süre öncesine kadar kadının ait ve tabi olmayı, erkeğinse sahip ve önder olmayı unuttuğunu düşünürdüm. Durum düşündüğümden de vahim olabilir. Sonu gelmeyen kelime tacizlerimizin, fikir tecavüzlerine dönüşmesi an meselesi; fakat bizim umurumuzda bile değil. Ne mi diyorum: Kendi düşüncelerimizin kabulünü görmek için, altı harlı ateşte yakılan kelimelerle muhatabımızın beynini pişirmeye çalışıyor olabiliriz! Sırf bizimle aynı fikirde değil, hayata aynı yerden bakmıyor diye, birilerini aptallıkla, cahillikle, yobazlıkla, modernlikle ya da herhangi bir şeyle suçluyor olabiliriz.

    ( Şimdi bunu böyle söylediğim için bile mermilere hedef olabilirim ama) İslami camia hanımefendilerinden birisi bir gün şöyle demişti “İnsanlar ne kadar aptallar, aptalca şeylere kapılıp, sözde sevip, ölümüne savunuyorlar. Mesela Fenerbahçe’yi çok sevdiklerini söyleyip, Fenerbahçe uğruna kavga edip, kan bile dökebiliyorlar; ama say desen,11 kişilik kadrosunu dahi sayamazlar.” Dinleyen hanımlardan bir başkası: “Tepkilerinin yanlış olması, sevgilerinin sahte ya da aptalca olduğu anlamına gelmez. Senin için sevilesi olmayan bir başkası için ölünesi olabilir…” Ufak bir sessizlik evresinden sonra aynı hanım devam etti: “Kur’an-ı Kerim’de 25 peygamberden ismiyle bahsedilir, saysana 25’inin de isimlerini?.. Ben senin hepsini ayrı ayrı sevdiğini biliyorum,hepsine inandığına da eminim; ama şimdi sen isimlerini dahi sayamazsın tek seferde. O halde ne farkımız kaldı aptal olduğunu düşündüklerimizden?” Birilerini ve  düşüncelerini, aptal ya da onun gibi bir şey addetmek, bizi akıllı yapar mı?…

    Ah insanoğlu, “ötekini” eleştirmek ne kolay. Kendi samimiyetinizden ve doğruluğumuzdan şüphe etmeksizin,  başkasını samimiyetsiz ve yanlış ilan etmek, ne kolay!.. Neden fikirlerin sahibiymişiz de onları korumalıymışız gibi davranıyoruz? (İstisna haller dışında) İnsanlar sahip olduklarını  korurlar, ait oldukları tarafındansa korunurlar. Öyleyse fikir karşılaşmalarında neden bizim olmayan öldürülmeye, tard edilmeye çalışılır? Ait olduğumuzun bizi koruyamayacağından mı bu gerginlik veya şüphe, yoksa sahip olduğumuzu sandığımızı koruyamadığımızdan mı?..

     Şunu da söylemeden geçmek istemem, fikirler, ideolojiler ve çeşitli hukuk düzenleri din değildir, en azından müslümanlar için din değildir, olmamalıdır. Bir fikir, kavram,  ideoloji yahut  akım; İslam’a saldırmaz, saldıramaz, buna kuvvet bile yetiremez (bunu İslam’ı yaşamayışımızla biz sağlarız.) Diyelim biz çok harika müslümanlarız ve saldırıldı, o zaman sıkılan kurşun geri sekecektir. Biz bunu unutursak fikirlerimizi değil, inançlarımızı karşılaştırırız ki; o vakit biri bizim sözlerimizden yola çıkarak Marks’ı ya da Lenin’i gelir, bizim Peygamberimizle (sav) bir tutar. Kendi dini zannettiği fikrini, bizim fikrimiz zannettiğimiz dinimizle kıyaslar… Biz İslam’ın sahibi değiliz, ona aitiz! Bize/bana uymayan İslam’a da uymaz, bize/bana ters gelen ona da ters gelir sanmamalı, her şeyden önce sakin ve akil olmalıyız…

    Sözü gezdirip dolaştırıp varmak istediğim nokta şu ” İnsan Hakları.” Bugün ( ben yazarken) günlerden 10 aralık, yani insan hakları günü. İnsan hakları, aslında edebifikir yazarlarının ve hatta okurlarının dahi katıldığı ilginç tartışmalardan birinin daha konusu… “İnsan Hakları insan haklarına aykırıdır.” diyen mi dersiniz, “şirin baba kostümü giymiş gargamel şatosu” diyen mi dersiniz, meseleyi darülharp darülislam tartışmasına getirmeye çalışan mı dersiniz…

    Acaba biz bir meseleyi sadece o mesele kadar konuşamıyor muyuz? Acaba biz bir şeyi sadece o şey kadar değerlendiremiyor muyuz? Acaba biz, bir kurumun cafesinde eksik olan içki markasının getirtilmesini talep eden ve dediğini yaptıran adam kadar, haklarımıza inanmadığımız için mi, aynı kurumda merdiven altında namaz kılmayı marifet sayıp o kuruma mescit yaptıramıyoruz? Acaba haklarımızı ve haklarımıza ilişkin usulleri bilmediğimizden mi, mağaramıza kaçıyoruz sürekli? Mevcut zeminde inançlarımıza uygun yaşamayı beceremediğimiz için, bir gün inancımıza uygun zemin olsun da yaşayalım diye bahanelere sığınıyor olabilir miyiz? Yahut en doğrusunu düşündüğümüz yanılsamasıyla mı bir şeyleri kül halinde reddediyoruz, ötekileştiriyoruz?.. Neden sadece insan olamıyoruz? Neden önce insanca ve insan olarak konuşamıyoruz? Neden inkarla yol aldığımız kadar insafla yol alamıyoruz?… 

    İnsan Hakları kavramına, batı kavramı diye başlayıp, batıyı taşlayıp, mefhumu haşlıyoruz. Bunu da müslümanlık adına yaptığımızı zannediyoruz. Mevzuya dikkatli bakalım, soru politik mi yoksa kavrama, anlama dair mi? İnsan, sırf insan olmaktan doğan değerleri haiz değil midir? Nitekim hak sınırsız bir şey değildir. Ya Hu mazruf nedir, zarf nedir, mektup nedir?..

    ” Ya Resulallah (sav) üzülmeyiniz o zaten bir müşriğin çocuğuydu.” cümlesine,”Siz kimin çocuklarıydınız?” sorusunu sorarak neleri öğretmişti Allah’ın Sevgilisi (sav)?..

     Bir güzelin, kendisi gibi güzel bir sözünü daha işittim geçenlerde: “Bizim haklı olmak gibi bir hakkımız yoktur. Haklı olan fitne çıkarır!” Ah ki ah!… Bu sözün üstüne kendi haksızlığını düşünmekten başka çare bulamayanlara, çuvaldızı kendine batırıp iğneyi saklı tutanlara, kendini kendinde kaybetmeyenlere, haklılığını bırakabilip hakka tutunabilenlere selam olsun!…

  • baş ağrısı , 24/11/2022

    mağduru mesele edinen bir yazı yazsanız güzel olur.

  • Author , 21/11/2022

    Adem Suvağcı: Ben ne alaka ya?

  • ömer dağıstanî , 20/11/2022

    Bir kişi Müslüman iken kalkıp dese ki “Ben artık Müslüman değilim. benden zekât istemeyin, camiye gelmeyeceğim, cihada çıkmayacağım.”

    Bu kişi hakkında mürted olduğu için idam cezası verilecek.

    Bir Müslüman olarak, biz insan hakları nâmına bu kişinin hayat hakkını mı savunmalıyız yoksa idam edilmesinin hukukî bir gereklilik olduğunu mu söylemeliyiz?

    Bu soruya cevaben dense ki “Şimdi böyle bir uygulamamı var ki bu meseleyi gündeme getiriyorsunuz?” Elbette böyle uygulamalar var. Dünyanın dört bir tarafındaki insan hakları ihlallerini takip etme teşkilatlarına bakılırsa onların kayıtlarında böyle meseleler olduğu görülür.

    • tacettin , 21/11/2022

      Ömer bey;

      Yorumunuz anlamlı değil. argümanınızı cari olan hukuk sisteminin dışında bina etmişsiniz. açıkçası pek iyi de bir çıkış noktası değil. zira belirttiğim üzere içinde yaşadığımız hukuk sisteminde sizin de bildiğiniz üzere islam ahkamı geçerli değil. Bu sorunuza yanıt vermek için öncelikle türkiye’ye islam ahkamı getirilmeli mi? diye tartışmamız gerekiyor, ki tartışmanın konusu ve yeri bu değil. Çünkü hukuk tutarlılıklar ağıdır. Yorumunuz ancak türkiye’de islam ahkamı geçerli olsa anlam kazanabilirdi. Dolayısıyla “mürted olanın idam edilmesi hukuki bir gerekliliktir” diyemesiniz, çünkü bunun evvela hukuk olması gerekir ki hukuki bir gereklilik ortaya çıksın.

      Ha, “Ben bu hukuk düzeninden memnun değilim, yerine islam ahkamı getirilsin, bunun için de bir yerden başlamak lazım” diyorsanız başlangıç noktası kesinlikle burası değil. Evvela islam ahkamında öngörülen şahitlik standartlarını toplumda kaç kişi karşılıyor onu tartışmak lazım. şahsen ben yalnızca bir kişiyi tanıyorum, onla da hiç konuşmuş değilim. Bunun gibi onlarca mesele var.

      Ovada söz söyleyip dağdaki taşın yerinden oynamasını bekliyorsunuz. Yorumunuzdan yola çıkarak Adem Bey çok güzel bir ütopya yazısı yazabilir.

  • qarapapaq son sözünü söylüyor , 20/11/2022

    Zuhurunun şiddetinden göremiyorsunuz diyor görenleri de sığlık ve küçümsemekle itham ediyorsunuz. Son sözü zamana bırakıyorum.

  • tacettin , 20/11/2022

    1. “Olay yerine olay bittikten sonra intikal eden..”

    Düşünün ki Gürcistan vatandaşısınız ve Belçika’da ikamet ediyorsunuz. Fakat her şey güllük gülistanlık giderken birden öğreniyorsunuz ki siz tedavisi oldukça güç, yüksek sağlık imkanları isteyen, ölüm riski oldukça yüksek bir hastalığa yakalandınız. Neyse ki Belçika’daki sağlık imkanları tedavi olmanızı mümkün kılıyor. Fakat siz bu esnada bir suç işliyorsunuz ve Belçika devleti sizi sınırdışı etmeye karar veriyor. Normalde işlediğiniz suç da Belçika devletine bu hakkı veriyor. Fakat bir sorun var: Gürcistan’da hastalığınızın tedavisi mümkün değil zira yeterli sağlık imkanları yok.

    (https://hudoc.echr.coe.int/fre?i=001-169662) bu davada bu senaryonun aynısı yaşanıyor. Ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dava sonunda Belçika devletinin paposhvili’yi sınırdışı etme kararını insan haklarına aykırı buluyor ve ihlal kararı veriyor. Evet dava aylarca sürüyor, fakat biliyor musunuz, Paposhvili dava devam ederken Gürcistan’a sınırdışı edilmiyor. Çünkü geçici tedbir mekanizması var. Mahkeme daha dava başlar başlamaz bir geçici tedbir kararı alarak Belçika’yı Paposhivili’yi sınırdışı etmekten menediyor.

    Yani mahkeme her zaman olay bittikten sonra olay yerine intikal etmiyor, geçici tedbir mekanizmasını çok sık kullanıyor.

    2. Aynı örnekle devam edelim. Söz konusu davadaki içtihat oldukça yeni. Ama ne oldu biliyor musunuz, bu içtihat devletlerin kendi yasalarına girmeye başladı bile. Yani benzer bir durumda bu içtihadı yasa haline getirmiş bir devlette AİHM’e falan başvurmanıza gerek kalmayacak, zira bizzat o ülkenin yasalarınca korunmuş olacaksınız. Örnek için Türkiye’deki Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 55. maddesinin c paragrafına bakabilirsiniz.

    Evet AİHM ve diper insan hakları mekanizmaları olay yerine -olayın doğasına da bağlı olarak- olay bittikten sonra gelebiliyor. Fakat eksik gördüğünüz nokta AİHM’in geçici tedbir yoluyla olay yerine olay esnasında gelebildiği gibi ikinci örnekte gösterdiğim üzere olay yerine daha olay gerçekleşmeden de geliyor oluşu. Mahkeme aslında verdiği her bir kararla benzer ihlalalerin yaşanmasına engel oluyor.

    Açıksözlülüğümü bağışlayın, fakat fazla küçümsüyorsunuz.

    Adem Suvağcı metnimden yola çıkarak bir ütopya yazısı yazmaya kalkarsa biraz geç kalmış olur, zira bu ütopya yüzyıllar önce yazıldı, şimdi gerçekleşiyor.

  • Ferhat İnan , 20/11/2022

    2012 yılı itibariyle “bireysel başvuru” diye tabir edilen ve kısaca, devlet bir temel hak ve özgürlüğümüzü ihlal ettiğinde Anayasa Mahkemesi’ne başvurduğumuz yol diye tanımlayabileceğimiz bir imkân getirildi. O gün bugündür Türkiye’de insan hakları hukuku epey yükselen bir saha olmuştur. 2021’de toplam 66 121 bireysel başvuru yapılmıştır. Bu rakam sn. Mahkeme başkanının da ifade ettiği üzere olağandışıdır. Yine binlerce ihlal kararı verilmektedir. Şimdi ülkemizde kamu gücüyle temel hak ve hürriyetlerin yaygın bir şekilde ihlali bir vakıa iken çıkıp insan haklarının varlığı hususunu tartışma lüksümüzün olmadığı kanaatindeyim. (İhlal kararı veren bir Batı ülkesinin mahkemesi değil, TC Anayasa Mahkemesi)

    Açıkçası insan hakları, demokrasi ve bilumum ideolojilere sırf Batı menşeli oldukları için karşı çıkmak en hafif tabirle sığlıktır. İnsan hakları özelinde de insan hakları-liberalizm-ABD-AİHM-AB sürüncemesinden çıkmalıyız artık. Yahu tanısan seversin!

    Nasıl ki vergiler ve askerlik olmadan bir devlet olamazsa; insan hakları ve demokrasi (halkların kendini yönetmesi), olmadan da vergi verecek ve askerlik yapacak bir toplum olamaz.

  • qarapapaq , 19/11/2022

    Hangi insanların haklarından bahsediliyor diye sormayacağım. Haklarını alabilen ve alınması gerektiğine işaret eden ve dahi bu hakların tesis edilmesi noktasında irade ortaya koyanların yapıp etmeleri güneş gibi parlamaktadır. İnsan hakları düşüncesine karşı çıkmanın, uydurmadan öte bir şey olmadığını savunmanın yetersiz zemini; insan haklarını savunmanın zemininden daha sağlam olduğu gerçeğini uygulamalarıyla, örnekleriyle, temsilleriyle görüyoruz. Elbet anlayanı çıkacaktır: “Size huzur verdim diyenler bizden ne aldıklarını da söylesinler. Onların sahte huzurlarıyla avunmadığımızı, çanak yalamaktan hoşnut olmayacağımızı ve surat asmak hakkımız dediğimizi bilsinler.”

    • tacettin , 19/11/2022

      bu metni yazarken yorumlara cevap verme isteği içindeydim, hatta bu kez yapılan yorumlara cevap vermeye niyetlenmiştim ki canlı bir tartışma ortamı olsun. fakat üzgünüm, yorumunuzda cevap vermeme müsait herhangi bir argüman bulunmuyor. bunu ergence bir tutum olarak algılamayın lütfen, neye cevap vereceğimi bulamamak konusunda samimiyim.

      bir de lütfen, insan hakları almak suretiyle sizden ne alındığını da açıklığa kavuşturun.

  • T. Tarık , 19/11/2022

    La galibe illa/Allah..

    • tacettin , 19/11/2022

      amenna..

    • qarapapaq'tan bir cevap , 19/11/2022

      Tacettin bey, konu canlı bir tartışma yaratacak özelliğe sahip değil. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve ona temas eden diğer zımbırtılar şirin baba kostümü giymiş gargamellerin şatosudur. Onlar olay yerine olay bittikten sonra intikal eden yetkililerdir. Metninizden yola çıkarak Adem bey güzel bir ütopya yazısı yazabilir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir