İşçi Tulumuyla Edebiyat Yapmak

Yazmak dünyanın en meşakkatli işidir ey okur. Bu sözü kayda almamın nedeni yazarların yaptığı işi olduğundan daha büyük ve daha önemli bir yere koymak değil. Dünya edebiyatına ölümsüz eserler katan isimlerin yazı maceralarına baktığınız zaman, bu isimlerin yazmak için kendilerini nasıl motive ettikleri beni bu sonuca ulaştırıyor. İçinde yaşadığımız modern çağda yazmayanımız yoktur. Ancak edebiyat, düşünce ya da sanat dünyasında iz bırakan isimler senin, benim gibi yazmıyorlar. Daha önceki yazılarımızdan bahsettiğimiz tuhaf yazı maceralarını hatırlarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Yazı yazabilmek için kurgusal olarak bu tarz tuhaflıkları denesek de aynı derecede başarılı olamayız, çünkü o isimlerin bu işleri sadece yazmak için yapmadıklarını, bunun doğal bir süreç olduğunu görürüz. Sadece cinslik olsun, ilginç bir yazı hikâyesi ortaya çıksın diye yapılmış aykırı eylemler değil bahsettiklerim.

***

Sezai Karakoç, “Hızır’la Kırk Saat” isimli eserini bir deniz kenarında kırk günde yazmış. Şiir, düz yazıya oranla daha zordur. İşçiliği de daha ağırdır bana göre. Hem dil, hem üslup kurmadaki güçlük, bir de hareket alanının darlığı, bu alanda eser veren kişinin sınırlarını daraltan ve sahibinin tüm yeteneklerini kullanmasını zorunlu kılan bir uğraştır. İşte Sezai Karakoç da, tam kırk gün boyunca gece vakti deniz kenarında, bir limana doğru yürüyerek gider gelir ve sonunda kitabını tamamlar. Şairin hayatına ait bazı anekdotlardan öğrendiğimize göre Karakoç, bir ara evinde 4 gün aç kalmış ve sonunda açlıktan bayılmış. Bu durumdaki şairi birisi bulmasa şu anda onun için neler konuşuyor olurduk bilemiyorum. Elbette buradan yola çıkarak üstadın, şiirlerini kendisini aç bırakıp yazdığına dair bir çıkarım yapmıyorum. Ama yazarın veya şairin hayatındaki bazı kesitleri bilmek onun dünyasını, düşüncesini, üretim aşamalarını anlamada bize yardımcı olur.

***

Sedat Umran, hayatınızda görebileceğiniz en ilginç şairlerden birisidir. Belki de bu benim için böyledir ve bu yüzden böyle bir tanım yapıyorumdur. Peki, neden bunu dile getiriyorum? Çünkü şairin şiir yazmasından öte hayatını şiire adaması, hatta hayatını şiire dönüştürmesi diye bir şeyden bahsedeceksek, bunun ilk örneği bana göre Sedat Umran’dır. Klasik Alman edebiyatındaki en önemli şairlerin şiirlerini Almanca orijinaliyle ezbere bilen Umran, bu şiirleri, şiir dostlarıyla paylaşırken aynı anda Türkçe tercümelerini de okuyordu. Sezai Karakoç’un ve Necip Fazıl’ın birçok şiirini ezberlemişti ve onları okumaktan da büyük bir keyif alıyordu.

Şimdi burada biraz duralım, çünkü bu nokta çok önemli. Sedat Umran, şiirin kalitesini bilen, şiirde iyiyi ve kötüyü en ince detayına kadar yakalamayı başaran bir şairdir. Doğal olarak bu özelliği de kendi şiirini yazarken, onu bir adım daha öteye taşımasına olanak sağlamıştır. İkinci bir nokta da şu; bu kadar iyi bir şair olup da kendisi dışındaki şairlere böylesine değer veren bir başka şair ben tanımıyorum, siz tanıyorsanız bana da söyleyin. Şairlere değer vermesinin de ötesine geçip, onların şiirlerini hafızasında saklayan, okurlarıyla buluşunca bu şiirleri onlara inşâd eden birisinden bahsediyoruz burada. Siz, belki de ondan kendi şiirlerini dinlemek istiyorsunuz ama o, tevazuuyla başka şairlerin şiirlerini de inşâd ediyor.

Evlendiğinde hanımını ve davetlileri bir saatten fazla nikâh salonunda bekleten Umran, bu arada buluştuğu bir arkadaşıyla bir parkta oturup son yazdığı şiirleri ona okumuş, şiirler üzerine de uzun uzun konuşmuşlar. Bu olay bile bize, Sedat Umran’ın dünyasında şiirin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Siz, onu bir de Mehmet Erikli’den dinleyin derim ey okur.

***

Biraz da Batı dünyasına ve edebiyatına dönersek, orada da karşımıza ilginç isimler çıkar. Dedektif romanı yazarı olarak bilinen Edgar Wallace da tuhaf yazma alışkanlığı olan isimlerdendir. Kaleme aldığı kitapların çoğu filmlere konu olan yazar, yazı yazmadan önce mutlaka işçi tulumu giyermiş. Wallace, yazı yazmak için genellikle geceleri işe koyulan bir yazardı ve yazı masası da gayet büyüktü. İşçi tulumunun içine giren yazar, hava akımının olmadığı cam paravanlarla örtülü salonunun içindeki büyük yazı masasının başına geçer, çayı bol ama şekerli tüketir ve diktafon kullanırmış. Yazarın, diktafon kullanması sayesinde dakikada 60 kelime yazması da bir başka özelliğiymiş.

***

Yazı hikâyesi tuhaf olan bir isim de bipolar bozukluğu olan ve bu hastalık yüzünden de intihara teşebbüs eden Jack London. En yakın dostu diye anlattığı John Barleycorn,  aslında gerçek bir kişi değildi. London’un en yakın dostu gördüğü ve hiçbir zaman yanından ayırmadığı Barleycorn aslında onun beş yaşında tanıştığı alkole taktığı bir isim.İşi biraz daha abartan London, bu dostuna bir kitap yazmayı ihmal etmemiş. Yazarlığını daha iyiye yükseltmede bence hiç etkisi bulunmayan bu dostu, London’un başına büyük dertler de açmış aslında. Yedi yaşında meyhaneye gitmeye başlayan London, alkol alma işini çoğu zaman o kadar abartıyormuş ki bu yüzden sayısız kazalar geçirmiş. Bir keresinde tökezleyip Oakland Rıhtımı’nda denize düşen yazar gözünü açtığında kendisini San Francisco Körfezi’nde bulmuş. Her zaman dediğimiz gibi, insanın doğasına aykırı ve hem ruhuna hem de bedenine darbe vuran araçları kullanmak edebiyat yaptırmaz, aksine ona darbe vurur.

Davut Bayraklı

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Çirkin kadın lobisi , 27/05/2020

    Sedat umranın düğün gününde öyle şeylet yapmış olmasını doğru bulmuyorum

    • Çiçekli , 26/09/2021

      o kadaryazıda ben de oraya takıldım. kendimi eşinin yerine koydum. şiirle ilgilenmesi tabi ki güzel ama nikahı varken oyalanması doğru değil.

Çirkin kadın lobisi için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir