Kütüphane Anıları II

sevil kuzu

 

Sevil Kuzu, şehir insanının kayıp çocukluğunda ki hüznü anlattı. Siz  hiç çocukluğunuzu kaybettiniz mi?

***

Adımlarını hızlandırdı. Kahvehaneye giden yokuş yolunu, o anda çıkmaya takati kalmamıştı. Zihnindeki ağırlıkları bir yere emanet bırakıp, yoluna öyle devam etmeliydi. Şehirdeki koşturmaca günleri hatırladı birden. Yapılacak onca şey varken, soluklanma ne mümkündü! Hem, soluklanacak bir mekânı da yoktu. Nereye gitse, başkalarının hüznünden habersiz kahkahalarla gülen insanların suretine gözü çarpıyordu. Hüzün, kahkahaların arasında barınamazdı. O daha çok gülümsemeler sonrasında gizliden gizliye açığa çıkardı. Her bir gülümseme sonrasında biraz hüzün… Ne kadar gülümsenirse, o kadar hüzünlenilmeliydi… Evet, hüzün tam da böyle bir mutluluktu. Bu insanları gördükçe mutluluğun anlamsızlığını düşünür, hüzne şükrederdi. Hüzün, mutluluk demekti, başka hüzünlere ortak olmak acıları hafifletir, işte mutluluk da bu anda başlardı. Ama bu kahkahalar bir mutluluğun habercisi olamazdı. Kimseyle göz göze gelmemeyi şart koştu o zamanlar kendine. Kalbini mutluluktan uzak tutmak içindi tüm çabası.

Zihni, birçok hüzün tanımlarıyla doluyken, o yokuşu çıkamayacaktı. Bunu tecrübe etmişti bir süre önce.

Kahvehaneye gittiği ilk zamanlardan biriydi. Köyde çalıştığı vakitlerde işlerini aksatabilecek tek meşgale vardı. Bu uğurda, zihnindeki ağırlıkları bir yere emanet etmeyi değil onlardan tamamen vazgeçmeyi bile göze alabilirdi.  Saatlerce gezindiği kitap raflarında, karşılaştığı müthiş bir kitabın bir sayfasına dalıp gitmişken, kalbini o hazineden saatlerce uzak tutacağını bile bile aniden o kitabı rafa geri koyabilirdi. Aklı kitapta kalmazdı bile. Çocukluk denilen meşgale… Gördüğü her çocuk, onun hatırlayamadığı çocukluğuna benziyormuşçasına tanıdık gelirdi. Her çocuk, çocukluk anılarına bir yenisini daha eklemek için bir fırsattı.

Çocukluğuna hasretti uzun zamandır…

Nasıl olurdu da, çocukluğundan bir iz bulamamıştı yıllardır. Şehir insanlarının bu kadar maharetli olabileceğini bilse, sorumlu olarak onları gösterirdi kalbine. Ne de olsa her şehir insanının çocukluğu kayıptı. Ne belliydi, onunkisini de çalmadıkları?

Yokuşu yavaş adımlarla çıktı.

Bir rahatsızlığından baş gösteren, nedeni şehirli doktorlar tarafından anlaşılamamış bir yorgunluğu vardı. Şehir onu yormuştu, teşhisini kendi zihnine borçluydu. O bir yorgunluk hastalığına tutulmuştu. Ne dilediğince üzülebilir, ne de hüzünlenebilirdi… Şehrin neredeyse barındırdığı tek güzellik vapurda yolculuk etmekti ya, bu hastalık o yolculuğa bile engeldi. Vapura yetişmek için koşamazdı.

Hastalığını hatırlayınca, biraz daha yavaşladı. Yokuşun sonunda bir çocuk belirdi birden. Bir fırsat daha… Yokuşun sonunda görünen çocukluk anılarına ulaşmak isteyip, biraz hızlanıyor; yorulup tekrar yavaşlıyordu yine. Şehir yaşamından hediye, tez canlılığına ket vurmak çok da kolay olmadı. Gözlerini biraz kapatmayı denedi. Düşmeyi göze alarak… Düşmedi neyse ki. Yol öyle kısalmıştı ki birden, o çocuğu, çocukluk anılarını yanı başında buldu. Bir çocuğun bir anına şahit olacaktı birazdan. Bir çocuğun hüznüne ortak olmak cesaretini kendinde nasıl bulabiliyordu kim bilir? Beli ki, çocukluğuna borçluydu bu cesaretini.

Yaşlı bir çınar ağacını mesken tutmuştu bu çocuk. Şehirdeki çocukların aksine ne elinde topu vardı, ne de yanında arkadaşları… Öylece oturmuş düşünüyordu. Çocuk onu görmemeliydi, anıları her an kaçıp gidebilirdi çünkü. Gizliden gizliye izlemeye koyuldu çocuğu. Çocukluğun gerektirmediği olgunlukla bir meseleyi çözmeye çalışıyor olmalıydı. Yakınmayı değil, durup düşünmeyi ona köyün havası öğretmiş olmalıydı.

Önce temiz hava zihnine doluyor, zihnindeki ağırlıkları alıp götürüyordu. Sonra da şehir hayatının seslerine benzer olan tüm sesler sükûta uğruyor, sessizliğin gürültüsü kulakları dolduruyordu. Bu çocuk, düpedüz zihnini temizliyordu işte.

Sonra gülümsedi, kendi kendine… Çocuk gülümseyince, o da gülümsemeden edemedi. Şehir sokaklarında gülümseyerek yürümeyi istediği o kadar çok an olmuştu ki!

Bu çocuk, sahip olduğu huzurun farkında mıydı?

Ama farkında olması, o huzuru kaybetmesiyle mümkün gibiydi.

Eksiklik, gariptir. Eksiklikler, hem pişmanlığın hem de değer bilmenin yoludur çünkü. Bu çocuk şehir hayatına adım atınca, sahip olduğu huzurun farkında varacaksa, belki de hiç anlamasa daha iyiydi. Kendine sorduğu soruyu duymazlıktan geldi, zihninden sildi çabucak. Bu çocuk böyle huzurlu kalmalıydı.

Kahvehaneye gitmenin zamanı gelip çatmıştı. Çocukluğunu hatırlamaya başlamıştı yavaş yavaş. Hastalığının engelinden de, tez canlılığından da… Hepsinden sıyırmıştı kendini. Yavaşça yol alırken düşündü; sahi çocuğun adı neydi? Hüzündü… Adı, hüzün olmalıydı.

Hüzün tam da ona benziyordu.

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Bursevi , 20/01/2013

    Niçin 47 ?

  • tophaneli rıfkı , 19/01/2013

    bence bazı yazarlar, ifade gücünü artırmak için bazı kolaycılıklardan kaçınmalı. mesela sevil kuzu, hüzün kelimesini kullanmadan yazmaya gayret etmeli. her yazarın böyle gözaltında tutacağı kelimeleri de olmalı.

  • salak olabilirim ama aptal değilim , 18/01/2013

    Sevil Kuzu öykücülüğü Dünya edebiyatının gelecek 47 senesini etkileyecek güçte.

Bursevi için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir