Osmanlı – Amerika İlişkileri (2)

Yazının ilk bölümünde Sultan Abdülaziz zamanında başlayan ve zamanla artan Osmanlı-Amerika ilişkilerinin Sultan II. Abdülhamid devrinde de sürdüğünü belirterek bu ilişkinin tarihî izlerini sürmüştük. İkinci bölümünde ise Sultan II. Abdülhamid Han’ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan mücadelesine değineceğiz.

***

Osmanlı Devleti ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkiler Abdülhamid Han döneminde inişli çıkışlı olarak devam etmişti. İçerde siyasi muhalifleri, dışarda ise Avrupalı devletlerin ayak oyunlarıyla boğuşan Sultan, devleti ayakta tutmaya çalışırken mümkün mertebe savaşa girmemeye çalışıyordu. Denge siyaseti ile çözebileceği kadar sorunun üstesinden gelmeyi amaçlıyordu. Onun bu hamlelerinin gerektiği gibi anlaşılamadığı İstanbul’da, İngiliz Amiral Sir Henry Woods Sultan hakkında gerçeği yansıtan değerlendirmelerde bulunurken şunları söylüyordu: “Mükemmel bir diplomat olan Abdülhamid, genişleme arzusu içinde olan büyük devletlerin birbirileri arasındaki rekabet ve kıskançlıktan azami ölçüde nasıl faydalanılacağını çok iyi biliyordu.” 

Sultan II. Abdülhamid döneminde Osmanlı-Amerika ilişkileri silah ve ticaret üzerinden mi yürüdü?

Silah ve ticaret üzerinden yürüyen ilişkilere zamanla gerilimin yükseldiği, diplomatik krizlerin çıktığı hadiseler de eklendi. Diplomatik krizlerde özellikle Sultan Abdülhamid Han’ın hadiseler karşısındaki soğukkanlı tavrı, çatışmadan uzak duruşu, bir anda gerilen ilişkilerin kopmasını önleyici hamleleri takdire şayan diplomatik hamleler olarak göze çarpmaktadır. Onun bu sıra dışı siyasetinin meyvesi her defasında Osmanlı Devleti, kendisine karşı kurulan büyük oyunlardan kurtuluyordu. Bir örnek olarak zikretmek gerekirse Amerika ile aramızdaki sorunların ana kaynağı misyoner okullarıydı. Türkiye’de de bu konuda akademik çalışmalar yapılmış ve meselenin aslında ne kadar önemli ve tehlikeli olduğu ortaya konulmuştur. Sultan II. Abdülhamid Han döneminde Osmanlı’da yer alan Amerikalı misyonerler, özellikle Kırım Savaşı’nın (1854-56) ardından kanunî engellerin azalmasından cesaret alarak devletin neredeyse her bölgesine dağıldılar. Mesele o kadar ciddi bir boyuta ulaşmıştı ki, misyonerler Hilafetin başkenti olan İstanbul’da bile açıktan açığa Hıristiyanlık propagandası yapmaya başlamışlardı. Bunun yanında İslâmiyet’i küçük düşürücü yayınlar neşretmeye cesaret edebiliyorlardı. Bu noktada Berlin Konferansı’nın da payı büyüktü elbette. Zira 1878’de gerçekleşen bu konferansın ardından misyonerlik neredeyse tamamen serbest bırakılmış ve bu nedenle de Osmanlı’nın hareket alanı tamamen daraltılmıştı.

Osmanlı’da faaliyete girişen Amerikalı misyonerlerin diğer ülke misyonerlerinden çok da farkı yoktu. Onların ana amacı din misyonerliği yapmaktan ziyade emperyalist amaçların ortaya çıkabileceği zaman, zemin ve şartları oluşturmaktı. Örneğin 1893 yılında Merzifon’da Amerikan kolejindeki iki Ermeni öğretmenin Ermeni isyanına karıştıkları ortaya çıkınca, zaten gergin olan ortam daha da gerilmişti. Bunun üzerine bölge halkı galeyana geldi ve kolej binasını tahrip ettiler. Öğretmenler ve civarda Amerikan tabiiyetine geçmiş beş yüze yakın kişi tutuklandı. Yaşanan gelişmeler kısa sürede Amerika’ya ulaşınca Beyaz Saray’da bomba etkisi yaptı. Hemen harekete geçen Beyaz Saray, kendi vatandaşlarına yapılan bu uygulamadan dolayı İstanbul’daki büyükelçiye, hem zararı karşılamaları, hem de tazminat ödemeleri için hükümet nezdinde girişimde bulunması talimatını verdi. Ortaya çıkan bu olay karşısında üzüntüsünü bildiren Babıâli, 500 lira tazminat ödemeyi kabul ederek hadisenin büyümesini önledi. Tutuklanan Ermeni öğretmenler de Sultan Abdülhamid Han tarafından affedildi. Böylece büyük bir kriz başlamadan bitirilmiş oldu. Ancak tam sular duruldu, her şey yatıştı derken Ermenilerin, ABD vatandaşlığına geçerek kapitülasyon haklarından kitlesel olarak yararlanmaya çalıştıkları yeni bir dönem başladı. Osmanlı, bu oldubittiye göz yummayacağını bildirdiğindeyse iki devlet arasında karşılıklı notalar gitti geldi. Bunu izleyen süreçte 1894’e Sason ayaklanması çıktı. O zaman da Osmanlı hükümeti sert davrandı. Halk infial halindeydi. Hatta ABD elçisi, Beyaz Saray’dan korunma talebinde bulundu. Bunun üzerine ABD’den “Kentucky” adlı kruvazör yola çıktı ve İzmir limanına gelip demirledi. Ama esas düşünce İzmir değil İstanbul idi. Sultan Abdülhamid’den izin istendi fakat Sultan, yine diplomatik bir hamle yaptı ve gemiye izin vermek yerine geminin personeline bir davet verdi. Yıldız Sarayı’nda bir akşam yemeğinde padişahla görüşen gemi personeli, Sultan’ın tazminatın ödeneceği sözü, iltifatları ve hediyeleriyle geri döndü. Böylece İstanbul bir süreliğine de olsa rahat bir nefes aldı. Sultan Abdülhamid Han’ın hamlesiyle bir kriz daha atlatılmış oldu.

Tüm bunlar yaşanırken Amerika Birleşik Devletleri Başkanı kimdi?

Yukarıda anlattıklarımız tek bir olayla sınırlı değil. O yüzden olayların cereyan ettiği dönemde farklı isimler Beyaz Saray’da oturuyordu. 1885-1908 arasını kapsayan bu gelişmeler zamanında Beyaz Saray’da Grover Cleveland (1885-1889), Benjamin Harrison (1889-1893), Grover Cleveland (1893-1897), William McKinley (1897-1901) ve Theodore Roosevelt (1901-1909) bulunuyordu.

Roosevelt ve Sultan II. Abdülhamid arasındaki ilişki nasıldı?

Saydığımız Amerikan Başkanları arasında belki de en çok diplomasi oyunu, satranç hamleleri Roosevelt ile yapılmıştır diyebiliriz. Bu durumun bizce en önemli nedeni Roosevelt’in Avrupa üzerinden Osmanlı Devleti’ni tehdit etme tutkusu diyebiliriz. Kendisine göre sıra dışı ve çok iyi hamleler yapan Roosevelt, her defasında bir duvara çarpıyordu: Sultan II. Abdülhamid! Her çarptığında da eli boş geri dönüyordu. Çöküşün eşiğinde görülen Osmanlı Devleti, Sultan Abdülhamid Han’ın parlak zekâsı, geleceği okuma kabiliyeti, diplomatik dehası ve başarısı sayesinde emperyalist oyunlardan her defasında kurtulmayı başarıyordu. Amerika için de durum aynıydı, Beyaz Saray’ın sözde kurt Başkan Roosevelt, bütün enerjisini toplayarak hem Osmanlı’nın hem de Sultan bu direncini kırmaya çalışıyordu.

Sultan II. Abdülhamid Han için “tek başına savaşıyordu” denilebilir mi?

Meseleyi Amerika üzerinden okuyacak olursak karşılaştığımız tablo daha kolay anlaşılır aslında. Başkan Roosevelt, sahip olduğu tüm güçle, kurmayları, yöneticileri ve askerleriyle birlikte ortak hareket ediyordu. Ancak Sultan II. Abdülhamid Han için aynı durum geçerli değildi. Sultan, Yıldız Sarayı’nda neredeyse tek başına büyük bir mücadelenin içine girmişti. Etrafındakiler de çoğu zaman faydadan çok zarar veriyordu. Dönemin siyasi haritasına baktığımızda neredeyse emperyalizm kıskacına düşmeyen bir ülkenin kalmadığını görürüz. Mesela Çin gibi bir devletin limanları parselleniyor, Japonlar ABD tehdidi altında yaşıyor, Afganistan Rus desteğiyle İngilizlere karşı direnebiliyordu. Osmanlı’nın tüm hareket alanı daraltılmış ve eli kolu bağlanmıştı. Bu durumda yapılabilecek en iyi hamle elbette diplomatik hamlelerle zaman kazanmaktır. Her ne kadar aksasa da ortada bir barış dönemi vardı ve böylesi bir dönemde mümkün mertebe sahip olunan toprak bütünlüğünü korumak en iyi yoldu. Sultan Abdülhamid Han da böyle yapıyor ve her defasında patlak vermesi muhtemel krizleri engellemeye, Osmanlıyı olası bir savaşa sokmamaya çabalıyordu. Mesela 1897’de İzmir limanına izinsiz girmeye kalkan “Bancroft” adlı Amerikan savaş gemisine kıyıdaki topçularımız tarafından ateş açıldığı zaman Amerika, İspanya ile uğraştığı için bu hadiseye göz yummuş göründü. Aslında olan şey göz yumma değil sadece hesaplaşmayı başka bir bahara ertelemeydi.

Theodore Roosevelt’in Osmanlı politikası neydi?

Tarihler 1901 yılını gösterdiği zaman Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı koltuğuna Theodore Roosevelt oturmuştu. Roosevelt açısından Osmanlı, dersini alması gereken bir devletti. Hatta bu noktada gerekli görülürse Osmanlı ile savaşma seçeneği de masada bulunuyordu. Savaş seçeneğinin masada olma nedeni ise Osmanlı donanmasının zayıflığı ve buna karşın Amerikan donanmasının gücüydü. Roosevelt açısından Osmanlı’nın kendilerini durdurma gibi bir ihtimal yoktu. Bu yüzden de fırsat kolluyor ve imkânını bulduğu anda Osmanlı’yı deniz gücü üzerinden vurmanın hesaplarını yapıyordu. Roosevelt’in beklediği bahane 1903 yılında Beyrut Amerikan Konsolosuna düzenlendiği suikast iddiasıyla ayağına gelmiş oldu. Haberi alır almaz Birleşik Devletler hemen iki adet kruvazörünü yola çıkardı. Ancak kruvazörler henüz yola çıkmışken gelen haberin asılsız olduğu anlaşıldı. Ancak yola çıkan gemilere geri dönme emri verilmedi. Diplomatik olarak ortam gerilmişti. Beyrut’un bombalanacağı iddiaları ortalıkta dolaşmaya başlamıştı. Bu haberler İstanbul halkını tedirgin etmeye yetmişti. Fakat Roosevelt ve ekibinin hesaba katmadığı bir gerçek vardı: Sultan II. Abdülhamid. Soğukkanlılığını ve sessizliğini muhafaza eden Sultan, Amerika’nın isteklerine açıkça karşı çıkmadı. Artık satranç hamlesi gibiydi her hareketi. Ya istekleri dinleyip oyalama taktiğine gidiyordu ya da ani çıkışlar yapıyor ve Amerikan heyetini şaşırtıyordu. Amaç süre kazanmak ve meselenin hangi boyuta gideceğini görüp ona göre tedbir almaktı. 1904 yılına sarkan bu akıl oyunları sonucunda İstanbul’a gönderilen gemiler artık tehlike unsuru olmaktan çıkmış ve bir yük durumuna gelmişti.    

Meselenin odağını misyoner okulları mı oluşturuyordu?

Amerika için en önemli konu buydu. Misyoner okulları mutlaka serbest bırakılmalıydı. O yüzden Beyrut meselesi üzerinden başlayan istekler misyoner okulları noktasına gelip dayanmıştı. Ancak Sultan, bu konuda ne olur diyordu ne de direk olmaz cevabını veriyordu. Amerika’da seçimler yaklaşıyordu ve Başkan için en önemli seçim yatırımı bu okullardı. Bu sebeple İzmir’i bombalayacakları tehdidinde bulundu. Böylece Sultan’ı sıkıştırıp istediğini alacaktı. Sonuçta misyoner okullarının açılmasına ve kapitülasyonlardan Amerika’nın da faydalandırılması için söz verildi. Masadaki diğer isteklerin hepsi bazı bahaneler öne sürülerek ya reddedildi ya da ertelendi. Neticede diplomatik hamlelerle çözülen kriz sonucunda İzmir’i bombalamak için bekleyen gemiler hiçbir şey yapamadan geri döndüler.

Davut Bayraklı

Osmanlı – Amerika İlişkileri (1)

DİĞER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir