Paris Musahabeleri başlığıyla, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin izinde, o günden bugüne modernleşme tarihimizde merkezi bir yer teşkil eden Fransa’ya dair gözlemlerimizi aktarıyorduk. Kaldığımız yerden devam ediyoruz…
12 Ramazan 1440. Mûtâdım olduğu üzere hem Cuma namazını eda etmek, hem muhtelif Müslüman mahallelerini gözlemlemek, hem de cami cemaatinin ve imamların portresini çıkarmak için Paris’in farklı bir bölgesindeki camiyi seçiyor ve yola koyuluyorum. Caminin ismi Ömer b. Hattab. İsim mühim zira özellikle Avrupa ve ABD’de kimi cami isimleri, size o camiinin cemaati ve kurucuları hakkında fikir verir. Mesela “Tevhid Mescidi/Camii veya İman Camii” isminde bir cami gördü iseniz büyük ihtimalle neo-selefi/vehhâbî fikriyat sahipleri tarafından hizmete açılmıştır. “Hz. Ali Mescidi/Camii” isminde bir cami gördü iseniz genellikle Şîiler’in devam ettiği bir mescittir ve buralarda cemaatle namazı eda etmemeye dikkat etmeli. Zira bidat ehli olduğu aşikâr kimsenin ardında namaz kılınmaz. Bu isimler haddizatında bize ait en temel kavramlar-isimler olsa da maalesef vakıa bu. Camiye gitmeden cami hakkında bilgi almak ise günümüzde eskiye nispetle daha kolay. Arama motoruna caminin ismini yazdığınızda, caminin müştemilatında yer alan kitapçı fotoğrafındaki kitaplardan veya caminin girişindeki kutulardaki secde taşı fotoğraflarından veya cami hakkındaki yorumlardan bilgi sahibi olmak mümkün. Bu hususta âgâh olmalı.
Ömer b. Hattab Camii, Paris’in simgelerinden, şehrin yegâne yüksek tepesinin üzerine inşâ edilen, “Mukaddes/Kudsî Kalp Bazilikası” olarak da tercüme edilebilecek Sacré-Cœur Bazilikası’na yakın bir muhitte. İroniktir; bu bazilika, kralın ve dahi onun meşruiyet kaynağı olarak görülen kilisenin toplum üzerindeki tesirini ortadan kaldırmayı amaçlayan Fransız Devrimi’nin üzerinden sadece yetmiş sene sonra inşa edilmiş. Hikayesi de ilginç. 1870 Fransız-Prusya Harbi, Alman ordularının Paris kapısına dayanması ve imparator III. Napolyon’un ordusuyla birlikte teslimiyle neticelenir. Katolik din adamları bu mağlubiyeti, “1799 devrimi sonrası ahlaki çöküş çağını yaşayan Fransız halkına Allah’ın ilahi bir ikazı ve cezası” olarak niteler ve bazilikanın inşâsı için halkı gayrete getirir. Harbin hemen ardından ortaya çıkan otorite boşluğu esnasında da, işçi sınıfının haklarını müdafaa adı altında kilisenin toplumda tekrar nüfuz kazanmasına karşı komünist-seküler bir kalkışma başlatan ve Paris Komünü ismiyle zuhûr eden bir grupla Fransız ordusu arasında, Paris sokaklarında çok kanlı bir çatışma meydan gelir ve bu anarşi aylarca sürer. 24 Temmuz 1873’te, bazilikanın durumuna dair toplanan Fransa Millet Meclisi’ne bir mektup gönderen Paris başpiskoposu, bazilikanın inşasının, bahse konu komünist-seküler kalkışmanın ve yol açtığı dehşetin bir tazminatı olarak kabul edilmesi gerektiğini beyan eder. İronik olan tarafı şu; bazilika hâlihazırda bütün cesametiyle Paris’i âdeta ayakları altına alırken, hem inşâ edilirken ve hem de günümüzde temsil ettiği değerler ayaklar altında ve bazilika turistlerin uğrak yeri olması dışında çok da bir mana ifade etmiyor.
Metrodan iner inmez navigasyonu açıp bakıyorum, caminin olduğu Jean-Pierre Timbaud caddesi sağımda kalıyor. Caddeye adını veren zat Fransız Komünist Partisi’nin önde gelen üyelerinden imiş. II. Dünya Harbi esnasında, Ekim 1941’de Almanlara karşı direnirken yakalanıp infaz edilmiş. Az evvel gelirken de metro istasyonlarından birinin ismi Stalingrad idi. II. Cihan Harbi’nin kaderini değiştiren, iki milyona yakın asker-sivilin can verdiği ve Rusların Almanların ilerleyişini durdurduğu Stalingrad, yani Stalin şehri. Mahalle, cadde ve sokak isimlerinin altını kazısak kim bilir altından daha neler çıkacak. Zira bunlar bir şehrin tarih ve kültürel kimliğini yansıtan ana öğeler. Hoş, memlekette “bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkilâb” safhasından sonra sokak isimlerimize varıncaya dek köksüzleşmeye, maziye ait ne varsa unutmaya maruz bırakılsak da, elde avuçta kalan bir şeyler var yine de; Esrar Dede Sokağı, Kınalızâde Caddesi, Balipaşa Caddesi, Kirazlımescid Sokağı, Hallâc-ı Mansûr Çıkmazı ve devamı…
Caddeye girer girmez gözüme sağlı sollu sıralanmış kitabevleri, Müslüman erkek ve kadınlar için tesettüre uygun kıyafetler satan dükkânlar, helal market ve kasap ilişiyor…İsim-müsemma münasebeti burada da belirleyici; Dâru’l-İmân ve Mektebetü’l-Haremeyn. Bu iki isim kitaplar hakkında biraz fikir verse de içeriye girip kitapları incelemekten kendimi alamıyorum. Vehhabiler, Fransızca dini neşriyat hususunda, arkalarına devlet desteği de aldıkları için hayli etkinler. Bu zihniyet sahiplerinin Fransızcaya tercüme ettirdikleri dini içerikli eserleri okuyanların “haricî” olmaması için hiçbir sebep yok. Fransız hükümetinin bu duruma bile isteye göz yumduğunu söylemek de mümkün. Zira neticede ortaya çıkan Müslüman profili, kendileri için İslam’ı kötülemek için kullanışlı bir malzemeye dönüşüyor. Hoş, İslam’ı kötülemek ve Müslümanları sözümona şeytanlaştırmak için herhangi bir şeye de ihtiyaçları yok ya, neyse…
Cami, caddeye girdikten sonra yaklaşık üç yüz-dört yüz metre ileride sağda kalıyor. Maalesef bir yayınevi hariç camiye dek sağlı sollu sıralanmış kitapevlerinde satılan kitapların hemen hepsi aynı bozuk zihniyetin ürünü. Bunların arasında yegâne kalmış yayınevi de Dâru’l-Burak. Hem yayınevinin tasavvufî meselelere dair neşirleri ve hem de Türkiye’de Afrika tasavvufuna dair bulamadığım sair yayıncıların eserleri burada mevcut. İşin aslı, yayınevinin neşirlerinden haberdar idim ancak merkezinin burada olduğunu bilmiyordum. Hoş bir tesadüf oldu. Kitapçıya girip kitapları taramaya başlıyorum; İhyâ, Hikem-i Atâiyye, Kuşeyrî Risalesi, Seyyid Ahmed Alevî ile İbn Arabî’nin metinlerinin Fransızcaya tercüme edilmiş neşirlerini görünce, çölün ortasında vahaya düşmüş gibi hissediyorum. Sahibi Muhammed Bey ile selamlaşıp hasbihal ediyoruz bir müddet. Lübnanlı bir zat ve özellikle Fransızca yazıp çizen Müslüman akademisyenlerin metinlerini basmayı gaye edinmiş. Strasbourg Üniversitesi’nde bir müddet ihtisas derslerine iştirak ettiğim Éric Geoffroy hocanın özelde Şâzeliyye ve genelde Kuzey Afrika tasavvufuna dair çalışmalarını da neşrediyorlar. Ticâniyye’nin alt kollarına dair de hayli güzel neşirler mevcut. Cuma’ya az bir vakit kaldığı için hasbihali kısa tutup, Ticâniyye’nin temel kaynaklarından ikisini satın alıp camiye yollanıyorum.
Ezan vaktine henüz on-on beş dakika kalmasına rağmen cami dolmuş. Yer bulurum ümidiyle içeri girsem de benim gibi onlarcasının ayakta ezanı beklediğini görünce dışarıda yere seccade sererek namazı eda edebileceğimi düşünerek çıkıyorum. Benim durumumda yirmi-otuz kişi bekleşiyoruz. Az sonra bir grup polis gelerek caminin arasokağa bakan çıkış kapısının önüne demir bariyerler diziyor. Herhalde cemaat için güvenlik tedbirleri alıyorlar diye düşünürken ansızın bir itiş-kalkış oluyor ve polisler cemaatten birini gözaltına almaya çalışıyor. Meğer bariyerler, kimsenin dışarıya seccade serip namaz kılmaması içinmiş. Hâlbuki bahse konu sokak trafiğe kapalı, sadece yayalara mahsus. Cami idaresinden mesul bir zat gelerek ortamı yatıştırsa da bekleyen cemaatten bazıları, polislerin kasten namaza engel olmak istediklerini belirterek tepki göstermeye devam ediyor. Az sonra ortada büyük bir hadise varmışçasına destek ekip çağrılıyor. Tepki gösteren kişiler itile kakıla cami çevresinden uzaklaştırılıyor. Ezan okundu okunacak ve burada Cuma namazını eda edemeyeceğimi anlayınca telefondan yakında bir cami olup olmadığına bakıyorum. Geldiğim istikamette Hz. Ebubekir Camii isminde bir cami görünce hızlı adımlarla oraya yöneliyorum. Muhtemelen bir asırlık, üç katlı eski ve küçük bir binanın ikinci katını mescide çevirmişler. Güç bela bir yer bulup hutbeyi dinliyor, havasız ve kesif bir küf kokusu eşliğinde namazı eda edip camiden çıkıyorum ancak aklım hâlâ cuma öncesi karşılaştığım manzarada.
Bir yanda göçmen Müslümanlar var; asırlarca kendilerini sömüren Frenklerin diyarına ekmek kavgası ve sair sebeplerle gelmiş, bir yanda da gayr-ı müslim anne-babadan doğup Allah’ın kendilerini İslam’la şereflendirdiği Müslümanlar… Her iki grup da bizatihi Müslüman olmaları hasebiyle azınlık olarak yaşadıkları bu diyarlarda öyle veya böyle zillete dûçar ve mevcut halde hayatı idame çabası içerisinde. Allah’ın kendilerini aziz kıldığını beyan ettiği müminlerin, varlık itibariyle zelil kâfir karşısında bu hale düşmesi ise yürek burkucu. Hoş, izzet-zillet meselesinde İslâm dünyasındaki Müslümanların hali de pek içaçıcı sayılmaz ya. Müslümanların mahkûm, diğerlerinin hâkim olduğu bir vasatta (ki iman ve küfrün eşit bir şekilde birlikte hayat sürmesinin mümkün olmadığı, gündüz ile gecenin bir arada bulunamayacağı gibi bedihi bir mesele) “birlikte yaşama kültürü” ve türevi muhtevası bulanık kavramlar, Türkiye’de revaç bulduğu gibi buralarda da pazarlanıyor. Ne var ki bu sadece bir ham hayalden ibaret. Bilerek, isteyerek veya farkında olmaksızınbu ham hayale teşne olan Müslümanlar da zihnen ötekine mahkûm. Cemil Meriç’in deyimiyle “idraklerine âdeta deli gömleği giydirilmiş.” Öyle ya, özellikle Fransa’da fotoğraf çok net. Mesela çok yakın zamanda öğrendiğim ve işittiğimde beynimden vurulmuşa döndüğüm bir haber: Fransız vatandaşı veya Fransa’da oturum hakkına sahip Müslüman hanımlar, 2000’li yılların başından itibaren, kanun gereği resmi evrakta başları örtülü fotoğraf veremiyorlar. Yine geçtiğimiz haftalarda, Fransa Milli Eğitim Bakanlığı, mütesettir hanımların bundan böyle devlet okullarının kermes ve benzeri faaliyetlerine tesettürlü halleri ile iştirak edemeyeceğine dair karar aldı. Yine bu ay, yanlış hatırlamıyorsam içişleri bakanı veya bakanlıktan bir yetkili, “radikalleşme” alametleri olarak erkekler için “def-i hacet için helaya şişe su ile girmek, sünnete uygun sakal bırakmak, beş vakit namazı edaya riayet etmek ve cemaate devam”ı, hanımlar için de “başörtüsü, manto, çarşaf ve benzeri İslâmî kıyafetleri”i sayıyordu. Yani Müslümanlığın gereğince amel etmek, damgalanmaya yetiyor. İnsan hayıflanmadan edemiyor. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi bu topraklara geldiğince mümin izzeti ve mehâbeti ile muhataplarını ona temennâya mecbur bırakırken, bugün ehl-i salîb karşısında biteviye temennâ eden bizler… Mehmed Efendi naklediyor:
“Fransa’ya ayak basışımızdan beri birçok şehir ve kaleye uğruyorduk. Bunların hemen hepsinde, tâ bir saatlik mesafeden atlılar karşılıyor, şehre girince de misafir kalacağımız eve gelinceye kadar alaylar düzenliyorlardı. Halk, vilayet konsolosları ve şehrin ileri gelenleri ellerinde meyve ve şekerlemelerle gelir, gelişimizi kutlarlardı. Kadın ve erkeklerden oluşan halk, şehir ve kale yollarında öyle büyük kalabalıklar meydana getiriyorlardı ki, ben çoğu zaman, gideceğimiz şehrin hemen bütün insanları buraya toplanmış, şehirde hiç kimse kalmamış sanırdım. Misafir kalacağımız eve girdiğimizde de bizi görmek isteyen halkın hücumu o şekilde olurdu ki, çoğu zaman halkın hücumunu askerler bile önleyemezdi. Zaman zaman karışıklıktan sıkışıp feryat edenler bile olurdu. Bazı kadınlar ise yanımıza bayılmış olarak gelirdi. Yanımızdan ayrıldıktan sonra, o kadar zahmet çektikleri halde, doğruca evlerine gitmezler, belki tekrar görme sırası gelir umuduyla bahçede beklerdiler…”
Kuru bir hamaset yapıyor veya geçmişi yâd ile kendimi paralıyor değilim. Bu hâle elbette bir günde gelmedik. Yukarıda bahsi geçen ham hayallerin bini bir para olduda, biz de batan geminin mallarıymışçasına kapıştık, bu hale öyle geldik. “Yegâne hakikat benim ve benim inandığım değerlerdir. Bütün cihan bir olup bir seylab gibi karşıma gelse ayağımı sabitlediğim bu hakikat zemininden beni söküp atamaz” düşüncesini kaybettik de bu hale geldik. Ben Antepliyim ve bizim Antep malumunuz Fransız işgali gördü geçirdi. Annemin ilmiyeden olan büyük dayısı, Antep harbinde şehit düştü, Fransızlar da çekilip gittiler. Ne var ki sonra, “kalkın ey ehl-i vatan dediler kalktık/herkes oturdu bir ayakta kaldık” mısraında vücut bulan hadiseler zuhur etti ve başta bu şehidin torunları olmak üzere Antep ve bütün vatan sathı Fransız kültüründe tecessüm eden gayr-ı İslâmi kültürün işgaline maruz kaldı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın 19. asrın ilk yarısında, Yirmisekiz Çelebi’den yaklaşık bir asır sonra Paris’e tahsil için gönderdiği talebelerden, Mısır modernleşmesinin öncü isimlerinden Rifâ‘a Râfi‘ Tahtâvî, o gün için Fransız kültürüne mahsus olarak garipseyerek zikrettiği ve bugün Müslümanların dahi kendisinden müstağni kal(a)madığı “moda” meselesine dair bir tespitte bulunuyor. Böyle bayağı bir meselede dahi, maruz kaldığımız zihnî yozlaşmanın derecesini göstermesi bakımından düşünmeye değer; varın sair meselelerde düştüğümüz halin muhasebesini siz yapıverin:
“Fransızlar yeni icad edilen eşyaya karşı meyilli olmaları sebebiyle işlerin değişmesinde, özellikle de elbiselerinin yeni bir biçim üzere olması konusunda isteklidirler…”
Devam edecek…
Abdurrahman Mıhçıoğlu