Su ve Sen

S sesindeki sürekliliğin evrensel olduğunu düşünmek için bazı ipuçları var. Başta, sürünerek hareket eden yılanın çıkardığı ses olması… Sekiz çizen zehirli yılan, Yunan mitolojisinde doğanın ebediliğini sembolize ediyor, Uzakdoğu inanışlarında ise reenkarnasyon ve cenneti. Yılan matematikteki sonsuzluk işaretine de fikir veriyor, Latin alfabesindeki S harfine de. Latin dillerinde yılana isim veren kelimeler S sesiyle ortaya çıkıyor genelde. Yılan döngüsünün S harfine benzer 3 ve 8’le de ilişkisi olabilir. Üçüncü ve sekizinci parmaklar olan orta parmaklar, baştan veya sondan sayarken beş parmağın ortasına denk gelip çift başlı bir boyut kazanıyor.

S sesi alfabelerin genelinde kıvrımlı çizgilere sahip. Ârâmîce’den Arapça’ya değişmeden geçen tek harf olan sin harfi, S sesinin Arap alfabesindeki asıl temsilcisi konumunda. Fenike, İbrânî, Ârâmî alfabelerindeki müşterek “diş” anlamının da Arapça’ya harfin biçimiyle birlikte intikal ettiği belirtiliyor. Sin’in yaş, sene ve çağ anlamı muhtemelen yine dişten teşmille oluşuyor ve diş gibi tanelere ayırıyor zamanı.

Harfin sembolik anlamına dair söylenen sözler bilinmezlik ve insan etrafında düğümleniyor. Arapların cebirde bilinmeyen suâlin simgesi olarak kullandıkları sin harfinden, Latince’ye Arapça üzerinden geçen trigonometrik sin ve sinüse kadar birçok bulgu var bu konuda. İbn Arabî hazretleri İlmu’l-Hurûf’ta, sin harfinin gaybî özelliklerine genişce yer veriyor. Dil âlimleri, kimi Arap lehçelerinde sîn’in doğrudan insan anlamında söylendiğine dair misaller getiriyor. Kuran-ı Kerim’in kalbi olan Yâsîn suresindeki hurûf-ı mukattaanın “ey insan” manalarına tevil edilmesi de yine ilk müfessirlere kadar uzanan kadim bir gelenek tefsirde.

Sin ve ins kelimelerinin aynı seslere sahip olması dikkate değer. Râgıp el-Isfahânî gibi iştikak âlimlerinin yaygın bir görüş olarak benimsedikleri insan ile nisyan arasındaki köken irtibatı da, sin harfinin bilinmezlikle ilgisine alamet sayılabilir. Üstelik tüm bu çapraşık anlamlarla dişler arasında münasebetler de var. Ağzın içinde setredilen, çenede kökleri bulunan, karanlıkta parlayan, doğuştan gelmeyip yaş aldıkça tamamlanan, ağrıyıp sızlayan, çürüyüp dökülen, icabında şehit olup toprağa gömülen ve enîsi olan ins gibi çifter çifter yaratılan dişler, öteki uzuvlara göre daha bir benziyorlar insana. Antropolojiden rüya tabirlerine kadar bambaşka vadilerde, dişin insanı teşhis etmekte ve ona dair bilinmeyenleri açıklamakta önemli rolleri bulunuyor.

Çağrışımlardan fazlasına ulaşabilmek için sesin geldiği yöne gidelim. Türkçe’deki S sesinin nasıl istihdam edildiğiyle ilgili çeşitli tasnifler var. Bunlardan en önemlileri, S sesini şart eki (ise, -se, -sa), olumsuzluk eki, nisbet eki (-sel -sal -sıl -sul), gibilik eki (çocuksu) ve kaynaştırma eki (masa) olarak kaydeden görüşler. Her ne kadar buralarda ek olarak ele alınıp zıtlık sesi olduğu belirtilmese de, belki hiç fark edilmeden zıtlığın bileşenleri sıralanmış oluyor. İçinde gerçekten “karşıtlık, olumsuzluk, tenasüp ve ülfet” barındırmayan, böylece birbiriyle iç içe geçmeyen başka yapay bir zıtlık hayal edemiyoruz. Zıtlığın, kendi içinde de zıtlıklar kurması gerekiyor. S sesinin sahici bir zıtlıkla ilişkisi için “siyahla beyaz kadar açık” dense yeridir. Siyah hem bütün renk ve ışıklarla karşıtlık gösteriyor hem de hepsine birden zemin oluveriyor.

S sesindeki zıtlığı görmek için önce düz bir örnek bulalım. Okun isim verdiklerinden biri silah. “Ok gibi” deyince dosdoğru olandan bahsediyoruz. Hatta dru kelimesi de okla aynı kökten geliyor. Kelimenin başına S izâfesini getirip sok-mak dediğimizdeyse, artık dışarı doğru gitmeyen zıt görünümlü başka bir şekli var. Düz gidip hedefe varmasıyla gerçekleşiyor bu, vardığındaysa içeri giriyor. Faraza okçu oku düşmana atmayıp sadağına geri soksaydı eğer, ok sadağa doğru hareket ettiği için yine bir devamlılıktan söz edecektik. Gayet düz ve kıvrımsız olan okun dönüşsüz hâli mahfuz kalacaktı ve fakat sokmanın karşıt anlamlı “geri sokmak” demek olduğu da bilinecekti. Açıyı değiştiren, dışarı doğru atılan oku içeri doğru gösteren ve böylece göRüneni olduğundan farklı göSteren zıtlık kabiliyeti S sesinin eseri.

Sesin ek olup kökün ardından gelmesine de bakalım. Ekin artan bir anlamı var, ekleyip ilave ediyor. Ek kelimesine S sesini eklediğimizdeyse eksi bir anlam oluşuyor. Çıkarma işleminde kullanıp eksikleri tespit ediyoruz. Artıyı eksi yapan karşıtlık anlamı kolayca eleveriyor kendini. Ancak burada dikkat edilmesi gereken mesele, herhangi bir ekin kökü boşa çıkaramayacağıdır. Sayı eksildikçe dışarı çıkan eklerin sayısı da bir o kadar artar ve kökteki başat anlam eklenerek devam eder. Eksi sayıların sonsuza kadar uzamasındaki tezat, eksiyle yapılan bütün işlemler için geçerli ve S sesi yine aksi istikametindekini yansıtıyor.

Sürdürmeyi zıtlıklarla sürdüren kıvrımlı S sesi başka neleri tersyüz ediyor? S’nin okunuşunu meydana getiren ses kelimesi var öncelikle. Rüzgâr sesini taklit ederken çıkardığımız ses, esmekten bildiğimiz es kökünü hazırlıyor burada. Havayı esneterek dalgalar meydana getiriyor. Frekanslarla ulaşan ses, anbean değişip çeşitleniyor. Bütün kelimeler seslerin ziyade edilmesiyle dile geliyor ve birbirinden farklı sesler canlıları teşhis etmeye de yarıyor. “Çok seslilik” deyimi tercüme olmasına rağmen dile külfet değil; “envai çeşit” derkenki gibi yapıcı bir tekrar oluyor. Aynı kökten sökün eden “ses” yerine “sus” dediğimizdeyse tam tersi bir sessizlik var. Bu halde ilişkilerin koptuğunu ve S sesindeki zıtlığın, içinde ülfet olmayan ucube bir karşıtlığa dönüştüğünü düşünürsek yanılırız. Çünkü susmakta da us devreye giriyor. Ses duvarı yıkıldığında arkasındaki bilincin sesi geliyor ve S sesi içtekini dışarı çıkarmakla temayüz ediyor. Anlamın anlamına yaraşan bir şekilde ayırt edilmeyi susarak sağlıyoruz. “Ayıtmak” ve “ayırtmak” kadar yakın ilişki kuruyorlar, dile sığmayan şey susmaya geliyor.

Seslerin tamamlandığı susmanın üstünlüğüyle ilgili çok sayıda mesel var. Yerine göre kendisiyle kitap bile yazılabilen efektif bir şey oluyor. Wittengstein, yayımladığı tek eseri için “Başkalarının zırvaladığı konuları burada böylece sessiz kalarak tanımladım” diyor. Susmanın Türkçe’deki tepki anlamı, katmanlarından tek bir tanesi. Ses ve sus arasında “iç ses” deyiminde kısmen görünür olan devamlılık, birbiri arasındaki karşıtlık kadar yoğun hissediliyor. Susarak sesi içeri yönlendiriyoruz. Sesinin daha gür çıkması için kulağını kapatan müezzinle meslektaş oluyoruz bir nevi. Kapının da aslında kapatmayan, duvarlarla çevrili mekânı açmak için üretilmiş bir şey olmasına benzer. Açmaya değer bir şey ancak kapalıyken oluyor ve gizem, kavramı meydana getiriyor.

“Denize değin ırmak idi adın / Ko andan ötesin denize daldın.”

Susmaktan ve susamaktan suya geldik. Yol kesen ama kendi de yol olan su iletiyor, gittiği yolları birbirine bağlıyor. Hâlbuki muhtevasındaki formül zıtlıklardan ibaret. Ateş söndüren yanmış toprağın sıvı hâline benziyor bir bakıma; serinletip söndürmeyi zaten yanmış olmasıyla sağlıyor. Şeklî özelliğini ise kıvrılıp içine girmekten alıyor. Su, yaygın kanaate göre suvarmaktan ve sıvamaktan bilinen suv kökünden geliyor. Kaynaştırma harflerinden yalnız Y’yi kabul ettiğini ve harfin kökün yerine kaynadığını da unutmayalım. Suyun suv köküyle irtibat halinde olması, muhtemelen katmanların karışmasına neden oldu. Gerçekte uy kökünün uv kökünden daha mütenasip bir hali var, akıp giden su, “suyunca” deyimindeki kadar iç içe geçiyor uymakla. Sırtında “şekil kamburu” yok, her yere sızıyor, renkten renge giriyor, en uygun yolu önünde hazır buluyor. Usul usul giderken araziyi de kendine uyduruyor bir yandan; taşı, toprağı, rüzgârı uçtan uca taşıyor; levhaları itiyor, kaydırıp yüzdürüyor, kıtaları birbirinden ayırıyor. Uymak ve uydurmak arasındaki sürekli bir gelgit gibi tanık ediyor yolculuğuna. Zıtlıkların uyumu olan su, S sesiyle ifade edilen kelimelerin en kısa hâli hem de.

“Ben” kelimesi “buradaki en” demek. Bebeğin ilk bildiği kapalı B sesi, içerde kör noktada kalan bana isim veriyor. Sen ise kişinin sudaki aksine benzeyen zâhir ben. Karşıda yer alan sen, ben’in enini sonlandırarak artık kendisini ben yapıyor. “Bana göre” sarmalı başladığında ben ve senin kim olduğu sorusuna herkes “kendince” cevap vermek zorunda kalıyor. Kendilik bu sayede ve karşı karşıya gelerek oluşuyor.

Türkçe’de insanın mayasının “sen” olduğunu söyleyebiliriz. Aşina olmadığı bir yabancılık bulaştırmadan, benle aynı özden, daha olgun yeni bir kıvam veriyor bana. Kişinin çeperlerini aşıp içine akması, “kendisiyle” muhatap olması için “bana seni gerek”iyor. Sen’in, suyun aksiyle ve şekilden şekle girmekle ilişkisini Doğu Türkçesinde de görebiliyoruz. Sen+ek kelimesi “su kabı” demekken senlemek ise sen diye hitap etmek oluyor. Sen dediklerimizin her biri farklı, ben ise bir tane. Susamak, öksemek, gülümsemek gibi kelimelerde kendisini susayıp arzuladığımız çeşitli senler yer alıyor. Sensemek fiilini, Hümâmî’nin “sensedüm” redifli gazelindeki gibi müstakil kullandığımız zamanlar da olmuş tarihte. Hayâtî suyun yansıtma özelliğini de yüzleştirmesini de, kıvrılıp içine girmesini de sen kelimesine izafe edip birbiri yerine kullanmışız. Dilin çok sesli gulgulesi, benden sana doğru taşıp dökülen suyun gürültüsü gibi. Andan ötesi o; yalın ve yalnız o.

Mehmet Emir

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir